Kitap El İhtiyar li Talilil Muhtar
Yazar İmam Mevsili
Yayınevi Muallim Neşriyat
Tercüme Hüsamettin Vanlıoğlu, Abdullah Hiçdönmez, Fatih Kalender, Emin Ali yüksel
Kağıt - Cilt Sarı şamua, 4 cilt takım
Sayfa - Ebat 2000 sayfa, 16,5x24 cm
Muallim Neşriyat El İhtiyar tercümesi kitabını incelemektesiniz.
İmam Mevsili 4 cilt el ihtiyar kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
TAKDÎM
İnsanı yaratıp ona bilmediğini öğreten Allah'a hamd-u sena, peygamberlerin sonuncusu, muallimlerin efendisi Muhammed Mustafa'ya salatü selam olsun...
İslami ilimler içinde fıkıh ilmi önemli bir yere sahiptir. O, bu önemini marifetullah esasına dayalı olan yüce Allah'ın hükümlerini bilme; ilke ve gayesinden alır.
Dolayısıyla fıkıh ilmi insanın lehine ve aleyhine olan hak, ödev ve sorumlulukları açıklar ve bunların korunması için ilkeler koyar. İnsanın yaratıcısına, kendine ve tüm insanlara hak ve sorumluluklarını öğretir. O, hak ve sorumluluklarımızın bilgisidir. İlahi vahyin nüzulünden beri "ilim" ismiyle anılıp daha sonra "Fıkh-ı Ekber" haline dönüşmesi, onun bir hayatı kuşatan ilimleri muhtevi oluşundandır.
Şer'î-amelî hükümlerin bilgisi olan fıkıh ilmi hakkında kütüphaneler dolusu çalışma yapılmıştır. Bu, zannedilenin aksine enginliğinden ve ilahi rahmetin tecellisinden oluşundandır. Bu çalışmalardan biri de, telif üslubundaki kıymetinden ötürü yüzyıllar boyu dünyadaki tüm ilim-irfan mekteplerinde başucu eser haline gelen Abdullah b. Mahmud el-Mevsılî'nin (v. 638/1284) "el-İhtiyâr li Talîli'l-Muhtâr" adlı eseridir. Bu eser, Hanefî mezhebinde "mütûn-i erbaa" kategorisine girmiş muteber fıkıh eserlerinden ve yine Mevsılî'ye ait olan "el-Muhtâr'ın" şerhidir. Yayınevi olarak bu kıymetli eserin, neşriyatlarımız arasına katılmasından dolayı Cenab-ı Allah'a hamdediyoruz.
Fıkıh ilminin zamanımıza kadar ulaşmasında Allah rızası için gayret gösteren tüm selefimize şükranlarımızı sunar, Cenab-ı Allah'tan rahmet dilerve bu çalışmanın da halkasına dahil olmasını Mevla'dan niyaz ederiz. Bu vesileyle, çevirinin tamamlanmasında kıymetli mesailerini sarfedip eserin dilimize tekrar kazandırılmasında emeği geçen tüm hoca efendilerimize tekrar teşekkür eder, çalışmalarının devamını dileriz. Gayret bizden inayet yüce Allah'tandır.
Muallim Neşriyat İstanbul, Aralık 2015
ÖNSÖZ
Allah Teâlâ'ya hamd, Resulüne salat-u selam olsun, ayrıca Resulünün ailesine, arkadaşlarına ve kıyamete kadar gelecek tüm ümmetine de salatu selam olsun.
Değişimin her geçen gün hızlanması ve İslam'ın yaşanmaması; İslam dışı bir hayatın, ilim adamlarını fıkıh sorunlarını dünyevi ihtiyaçları ön plana alarak çözmeye ve bu nedenle fıkhın temel köklerinden uzaklaştırmaya sürüklemiştir. Bu yüzden fıkhın temel kaynaklarına olan ihtiyaç gün be gün artmıştır ve artacaktadır da.
Elinizdeki bu kitap, Hanefi mezhebinin temel kitaplarından istifadeyle öncekilerin fıkhını gereği gibi anlayıp yansıtan Allame İmam el Mavsili tarafından itinayla hazırlanmış, örfe ve zamana göre değişen hükümleri yine fıkıh ölçüleri içinde değerlendirerek bizlere sunmuştur.
Bu emsal bir şaheseri, dilimize çevirerek, temel kaynaklarımızın anlaşılmasına bir nebze olsun yardımcı olmaya çalışmak ana gayemizdir. Başarıya ulaştıran ve her şeyin en doğrusunu bilen ancak Allah Teâlâ'dır.
İslam üzerine oynanan her türlü kirli oyuna rağmen bu emsal kitaplar, okunup okutuluyorsa her şeye rağmen hala ümit var demektir; hem de kocaman bir ümit!
"Sakın ha gevşemeyin, üzülmeyin! İnanıyorsanız üstünsünüz"
Bu kitap; abdestten sarf bahsine kadar Hüsamettin VANLIOGLU, sarf bahsinden ikrar bahsine kadar Fatih KALENDER, ikrar bahsinden mudarebeye kadar Emin Ali YÜKSEL, mudarebe bahsinden nikâh bahsine kadar Abdullah HİÇDÖNMEZ, nikâh bahsinden hırsızlık (serika) bahsine kadar Emin Ali YÜKSEL, serika (hırsızlık) bahsinden sonuna kadar Abdullah HİÇDÖNMEZ tarafından tercüme edilmiştir. Ayrıca kefalet bahsini Fatih KALENDER tercüme etmiştir.
Allah Teâlâ, yar ve yardımcımız olsun. ( imam mevsili el ihtiyar , muallim neşriyat el ihtiyar tercümesi , el ihtiyar 4 cilt takım , Hanefi fıkhı , imam mavsili kitapları , el ihtiyar fıkıh kitabı , Hanefi mezhebi fıkıh )
GİRİŞ
Fıkıh: sözlükte, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin kavrayış, iyi ve tam anlamak, bir şeyi derinlemesine bilmek demektir.
"Fıkıh" kelimesi, bilmek, anlamak gibi anlamlara gelen 'ilm ve 'fehm' gibi kelimelerden biraz daha özel bir anlam taşır.
"Fıkıh" kelimesi Kur'an'da yaklaşık yirmi yerde fiil kalıbıyla bir şeyi tam ve iyi anlamak, kavramak, bir şeyin hakikatini bilmek ve akletmek manasında kullanılmaktadır.
Bir Âyet-i Kerime'de ise "fıkh fi'd-din"/"dinde anlayış sahibi" şeklinde geçmektedir.
Ne var ki) mü'minlerin hepsi toptan seferber olacak değillerdir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup da, din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar.
Dinde derin kavrayış sahibi olmak biraz özel bir anlamdır. Dinî, hükümlerini, hedeflerini, hükümlerin inceliklerini, fayda ve hikmetlerini, hükümlerin dayandığı temelleri elbette derin anlayış ve geniş kavrayışı olanlar daha iyi bilirler.
Hadislerde de 'fıkıh' kelimesinin sözlük anlamıyla ve fi'd din' şeklinde biraz daha özel anlamda, İslâmi konularda derin anlayış sahibi olma anlamında kullanıldığını görüyoruz.
Peygamberimiz buyuruyor ki:
"Allah (celle celalüh), kimin için hayr dilerse, onu dinde fıkh sahibi (dini hükümlerin inceliğini kavrayan) kılar."
Kur'an, kalpleri var olduğu halde Allah'ın ayetlerini anlamayanların ( fıkh etmeyenlerin) Cehennemlik olduklarını söylüyor. Bu sıfat inkarcıların sıfatıdır. "Onlar, Allah'ın insanlara gönderdiklerini anlayıp iman etmezler."
Bir âyette ise inkarcılara ve münafıklara hitaben: "...Fakat, ne oluyor ki, bu topluluğa, hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" deniyor.
Yine Kur'an, Allah'ı teşbih eden (O'nu noksan sıfatlardan uzak tutarak zikreden) yerlerin ve göklerin teşbihini insanların anlayamayacaklarını (fıkh edemeyeceklerini) söylüyor.
'Fıkıh' kelimesi diğer âyetlerde de bu anlamlara yakın manada kullanılmaktadır.
Lûgatta bilmek, anlamak veya ince anlayış sahibi olmak mânâlarına gelir. Bazı muasır alimler fıkhı, "söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış" olarak tarif etmektedir.
Istılahta Fıkıh: müctehidlerin, tafsili şer'i delillerden istinbat ettiği şer'i ameli hükümlerdir. İmam Ebu Hanife (Allah ona rahmet etsin) fıkhı şu şekilde tarif ediyor: "Fıkıh ilmi, kişinin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesidir. İlim ancak amel etmek içindir. İlim ile amel etmek, âhiret saadeti için dünya meşguliyetlerini terkedip gönülden çıkarmaktır."
Usul-i İfta/Fetvada Dikkat Edilmesi Gereken Prensipler
Hanefi mezhebinde meşhur metin olan el-Kudurî üzerine "et-Tashih ve't-Tercih" adında eser yazan Kasım b. Kutluboğa eserinde fetva ve tercih noktasında nelere dikkat edilmesi gerektiğini beyan eder. Biz burada müfit olacağını düşünerek aynen tercüme ettik.
Hamd âlemlerin rabbine mahsustur. Allah (celle celalüh) Efendimiz Hz. Muhammed'e, âline ve ashabının tamamına salât-u selâm etsin.
Hiçbir şeye muhtaç olmayan Rabbinin, rahmetine muhtaç Kasım el-Hanefî der ki;
İmamlarımızın mezhebinde (Allah onlardan razı olsun) teşehhi/ istek, heva ile amel edenleri bizzat gördüm. Hatta kadıların "görüşlerden hoşuna gidenle amel etmekte bir mani var mıdır?" şeklindeki sözlerini işittim ve cevaben "Evet var, kişinin hevasına/arzusuna tabi olması haramdır. Racih varken mukabilindeki mecruh, yok konumundadır. Farklı hükümlerin bulunduğu meselede tercihi gerektiriri bir şey olmadan birini seçmek şer'an yasaktır" dedim.
İmam Ya'merî (Ö. 799) "Tabsiretu'l-Hükkâm fî Usuli'l-Ekdiye ve Menahici'l-Ahkâm" isimli eserinde şöyle der: İki kavil veya rivayetten meşhur (kuvvetli) olanı bilmeyen kişi, tercih kurallarını gözetmeden dilediğini seçip hükmedemez.
İmam Ebu Amr İbn-u s-Salah (Ö.643) "Edebu'l-Müftî ve'l-Müstefti" isimli eserinde şöyle der: Bil ki, şer'i bir meselede fetva ya da amelinin, bir kavle veya bir görüşe muvafık olmasını yeterli gören ve tercih kurallarını gözetmeden fetva ve görüşlerden dilediğiyle amel eden kişi cehalete düşmüş ve İcma'ı yıkmıştır.
El-Bâcî (Ö.474) şöyle anlattı: Bir zaman kendisi ile ilgili bir hadise vuku buldu, Ulemadan bazıları bu meselede el-Bâcî'ye zarar verecek bir kaville fetva verdiler. El-Bâcî onlara "neden böyle fetva verdiniz" diye sual edince, onlar "biz bu hadisenin senin hakkında vuku bulduğunu bilmiyorduk" dediler. El-Bâcî onlara "bu yaptığınızın caiz olmadığı hakkında, Ehl-i icma' arasında ihtilaf yoktur" dedi.
İmam Ya'merî (Ö. 799) "Tabsiretu'l-Hükkâm fî Usuli'l-Ekdiye ve Menahici'l-Ahkâm" isimli eserinde şöyle der; Müftînin, hükmü haber veren makamda olması, Hâkimin ise hükmü bağlayıcı kılan makamda olması dışında, Müftî İle Hâkim arasında fark yoktur.
Usulcüler şöyle demişlerdir: "İcma' olundu ki; bir meselede bir mezhebin görüşüyle amel ettikten sonra, aynı meselede o görüşü taklit etmekten (başka bir görüşü taklit etmeye) dönmenin sahih olmadığı ittifakla sabittir. Mezhepte kabul edilen de budur.
İmam Ebu'l-Hasen el-Hatîb Takiyyuddîn es-Subkî fö.756) "el-Fetava" sında şöyle der: Bir mezhebe bağlı müfti, bir meselede "şöyledir" diye, bir Müçtehidin mezhebiyle fetva verdiği zaman, artık o meselede başka bir mezhebi seçmesi ve hilafına fetva vermesi doğru değildir. Zira bu katıksız bir teşehhî/nefsin arzusuna tabi olmaktır.
Takiyyuddîn es-Subkî aynı eserinde şöyle der: Kişi bir imamın mezhebine bağlanınca, başka bir mezheb ona zahir olmadıkça o imamın mezhebiyle mükelleftir.
Mukallide başka bir mezheb zahir olmaz. Müçtehit ise Mukallid gibi değildir. Zira Müçtehit bir delilden başka bir delile geçebilir. İmam es-Sübkî bu mesele ile az önce naklettiğimiz muttefekun aleyh olan usul meselesini açıklamaya çalışmıştır.
Es-Sübkî şöyle der: Muhtelif iki içtihattan oluşan bir hükmü taklit etmenin sahih olmayacağı icma' ile sabittir. Birkaç saç telini mesh ederek abdest aldıktan sonra üzerinde köpek necaseti (köpek teninin kişiye değmesi gibi) bulunduğu halde namaz kılan kişinin durumunu buna misal verdiler.
Şihabuddin el-Akfehsî (Ö.808) "Tevkifu'l-Hükkâm ala Ğavamizi'l-Ahkâm" isimli eserinde "icma ile batıldır" sözünü açıklarken derki: Müleffak hüküm (bir meselede bir mezhebden bir kavil, diğer mezhebden başka bir kavil alarak hükmü telif etmek) Müslümanların icmal ile batıldır.
Şihabuddin el-Akfehsî birkaç misal anlattıktan sonra şöyle dedi: Birçok cahil Kadı bu hatayı yapıyor. Yani müleffak hüküm ile hüküm veriyor.
Ulemanın muradını anlayamayan bazıları, "Ne zaman İmam Ebu Hanife bir görüş belirtse, iki talebesi de ona muhalif bir görüş belirtirse, Müftî ve Kadı iki görüşten birini tercih etmekte muhayyerdir. Âlimler böyle demişlerdir" dediler. Bende onlara şöyle dedim, "hayır, sizin düşündüğünüz gibi değil, İmam Allame el-Hasen b. Mansur b. Mahmud el-Özcendî (Ö.592) yani Kâdıhan "Fetâva" isimli eserinde şöyle der: "Zamanınızda, Hanefî mezhebine mensub bir Müftînin, kendisinden fetva istenildiğinde takip etmesi gereken usul şöyledir;
Eğer hüküm ashabımız (Ebu Hanife ve talebelerin) den hilaf zikredilmeksizin Zahiru r-Rivaye'de rivayet olunmuşsa ona meyleder ve onunla fetva verir. Kendisi (mezheb içinde) sağlam bir müçtehit olsa da görüşü ile imamlara muhalefet etmez. Zahir olan odur ki; doğru görüş, ashabımızın dediği olup onları aşmayacağına inanmalıdır. Üstelik kişinin kendi içtihadı onların içtihadına ulaşamaz. İmamlardan ittifakla gelen görüşe muhalif olanların sözüne bakmaz, hüccetlerini de kabul etmez. Çünkü imamlarımız, delilleri güzelce anlayıp sahih ve sabit olanı fasit ve asılsız olandan ayırmışlardır.
Eğer mesele ashabımız arasında ihtilaflı ise bakılır, İmam Ebu Yusuf veya İmam Muhammed'den biri Ebu Hanîfe (Allah onlara rahmet etsin) ile aynı görüşte ise, Müftî doğru delillerin ve gerekçelerin bu ikisinin kavlinde bulunacağından dolayı onların görüşü ile fetva verir.
Eğer İki imam (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, Allah onlara rahmet etsin) meselenin hükmünde, Ebu Hanîfe'ye (Allah ona rahmet etsin) muhalefet etmişlerse bakılır; ihtilaf, asrın ve zamanın (örfün) değişmesinden dolayı ise insanların hali (kötüye doğru) değiştiği için iki imamın kavliyle hüküm verir, mesela mahkemede zahiri adaletle yetinmek gibi. Yine müzara'a ve muamele gibi meselelerde bütün Müteahhir Ulema iki imamın görüşünde birleştiğinden dolayı iki imamın kavlini tercih eder.
Bu anlatılan üç yerin dışında, müçtehit olan Müftî muhayyerdir. Kendi görüşü ile imamların sözünden hangisine kanaat getirirse onunla amel eder. Abdullah b. El-Mübarek (ö. 118) ise, "Müftî bu durumda da Ebu Hanife'nin kavlini alır", demiştir.
Eğer meselenin hükmü Zahir'u r-Rivaye'de değilse bakılır, eğer ashabımızın asıllarına (Mezheb anlayışına) uygunsa onunla amel edilir.
Eğer ashabımızdan hiçbir rivayet yoksa bakılır, Müteahhir Âlimler bir görüşte ittifak etmişlerse onunla amel edilir.
Eğer Müteahhir Âlimler ihtilaf etmişlerse bu durumda içtihat eder ve kendisine göre doğru olanla fetva verir.
Eğer Müftî Müçtehit değil Mukallit ise, cevabı da ona izafe ederek tanıdığı en iyi Fakîhin kavli ile fetva verir.
Eğer tanıdığı en iyi Fakîh kendisinden uzak bir şehirde ise ona mektup yazar ve cevabı araştırır. (Neticede Müftî Allah adına konuştuğundan dolayı) Allah'a - helâline haram, haramına helâl demekle- iftira atmaktan korkması gerektiği için, gelişi güzel cevap vermekten sakınır.
"El-Muhît'ul-Burhanî" isimli eserde, buraya kadar Müftî hakkında anlatılanların Kadı hakkında da aynı olduğu zikredildi.
İmam Allame Ebu Bekir Mes'ud b. Ahmed el-Kâsânî (Ö.587) "Bedâi'u' s-Sanai'" isimli eserinde şöyle der: Kadı içtihat ehlinden olup görüşü ile bir neticeye varırsa onunla amel etmesi vacip olur. Fakat içtihat ehlinden değilse bakılır, eğer ashabımızın kavillerini biliyor ve son derece sağlam bir şekilde zihninde muhafaza ediyorsa, kavlinin doğru olduğuna inandığı imamı taklit ederek onun kavliyle amel eder (hüküm verir). Fakat ashabımızın kavillerini muhafaza edememiş ise yaşadığı şehirdeki Hanefî Fakihhlerin sözü ile amel eder. Eğer şehirde tek bir Hanefî Fakîh varsa, onun sözü ile amel edebilir. Yine el-Kâsânî, Sıfat'u l-Kadâ bahsinde şöyle der, "Kadâ (mahkemede hüküm vermek) halis Allah için olmalıdır. Zira kadâ ibadettir. İbadet demek amelin bütünüyle Allah rızası için olması demektir."
Burhanu' l-Eimme es-Sadru' s-Şehîd, Hassafa (Ö.536) ait "Edebu' l-Kadâ" isimli esere yapmış olduğu şerhinde şöyle der: Kadı hükmedeceği zaman iki noktaya dikkat etmesi gerekir.
1-Hüküm Ashabımız arasında ittifakı olur. Bu durumda, onunla hükmeder (başka mezhebin görüşü ile hükmetmez). Çünkü (Mukallit), doğru görüş ashabımızın kavlinden başkası değildir (diye inanmalıdır).
2-Hüküm ashabımız arasında ihtilaflı olur. Bu durumda Abdullah b. El-Mübarek şöyle der; "Ebu Hanife'nin kavlini alması gerekir, çünkü onun görüşü sahabenin görüşüdür, hem de o, tabiin zamanında fetva vermiştir. Şu halde ihtilaf asrın ve zamanın değişmesinden kaynaklanan bir ihtilaf olmadıkça, onun sözü daha doğru ve daha sağlamdır." Müteahhir Âlimler ise, bu durumdaki kadının (Müctehid kadıya) sorması gerekir, demişlerdir.
El-Hidâye şerhi Fethu'l-Kadîr isimli eserde İbnu' l-Hümam [861) müçtehidin kendi görüşüne aykırı olarak hüküm vermesindeki ihtilafı naklettikten sonra netice olarak şöyle der; "kendi görüşünü unutarak veya kasıtlı terk ederek hilafına hüküm verecek olsa, her iki vecihte de hükmünün geçerli olmayacağı ile fetva verilir. Devamla şöyle der: Bu görüş [hükmünün geçerli olmayacağı), imameynin kavli olup zamanımızda doğru olan da bu kavil ile fetva verilmesidir. Zira (bu zamanda) kendi [içtihadıyla vardığı) görüşünü, kasıtlı olarak terk etmesi geçerli bir maksada dayanmaz. Olsa olsa şer'an geçerli sayılmayacak olan nevasından dolayıdır. Kendi görüşünü unutarak başkasının görüşüyle hüküm veren kâdı'ya gelince, mukallit olan kişi onu başkasının görüşüyle hüküm vermesi için değil, kendi görüşü ile hüküm versin diye taklit etmek istemiştir. Bu anlatılanların tamamı (mazhebde) Müçtehit olan kadı hakkındadır.
• Mukallid olan Kâdı'ya gelince, mesela [Henefî mezhebiyle amil olan devlet idaresi) onu Hanefi mezhebiyle hüküm vermesi için yetkilendirmiş ise mezhebe muhalefet etme yetkisi yoktur. Dolayısı ile mezhebe muhalif hüküm verecek olsa, bu hüküm hakkında yetkisiz addedilir (ve hükmü geçersiz olur).
El-Kunye isimli eserde, el-Muhît ve diğer kitaplardan şöyle menkuldür; "kendi görüşünün hilafına hüküm verdiğinde, hükmünün geçerli olup olmayacağı hakkındaki muhalif rivayetler, Müçtehit olan Kadı hakkındadır. Mukallit olan Kadı, mezhebine muhalif hüküm verecek olsa, hükmü geçersiz olur.
Ebu'l-Abbas Ahmet b. İdris el-Karâfî (Ö.684) şöyle der: "Müftînin racih kabul ettiği görüşle fetva vermesi vacip olduğu gibi, Hâkimin de kendisine racih olan görüşle hüküm vermesi vacip midir? Yoksa iki kavilden birini tercih etmediği halde her hangi birisiyle hüküm verebilir mi" sualinin cevabı şudur "Hâkim Müçtehit ise racih bulduğu görüşün dışında bir kavil ile fetva ve hüküm vermesi caiz değildir. Eğer mukallit ise, mezhepte meşhur olan görüşü racih bulsun bulmasın, sadece o görüşle fetva vermesi caizdir. Zira taklit etmiş olduğu imamını fetva hususunda taklit ettiği gibi, hüküm olarak verdiği kavli tercih etme hususunda da taklit etmesi gerekir. Hevasına tabi olarak arzu ettiği kaville fetva vermesi ittifakla haramdır. Mercuh kavil ile fetva ve hüküm vermek ise icma'a muhaliftir." El-Karâfi'nin sözü burada son buldu.
"(Şimdi hangi kaville amel edeceğiz) Müçtehit ve fakih kalmadı" diyerek Ulemanın muradını anlamayan birisinin sözüne karşılık şöyle dedim: "Hakkında muhtelif rivayetler bulunan meselelerde Abdullah b. El-Mübarek in dediği gibi yaparız. Üstelik müçtehidiler yok olmadı ki, hatta ihtilaflı meseleleri inceleyip tashih ve tercih ettiler. Bu zatların tasnif ettikleri kitaplar, Ebu Hanîfe'nin kavlinin alınması gerektiğine şahitlik etmişlerdir. Ancak bazı meseleler müstesna, onlarda İmam Muhammed ve İmam Ebu Yûsuf un kavli veya ikisinden biri Ebu Hanîfe ile aynı görüşte olsa dahi diğerinin kavli ile fetva vermeyi tercih etmişlerdir.
Nasıl ki, Kadıhân'ın işaret ettiği bir takım gerekçelerden dolayı İmam Ebu Hanîfe'den rivayet bulunmayan yerlerde, iki imamdan birinin kavlini hatta bunun gibi bazı meselelerde bütün imamların kavlinin mukabilindeki İmam Züfer'in kavlini tercih etmişlerdir. Öyleyse onların tercihleri ve tashihleri bakîdir. Bize de racihe uymak ve onunla amel etmek düşer, aynen onların hayatta olup ta tercih ettikleri görüşle bize fetva vermeleri gibi.
Şayet denilse ki: imamlardan gelen rivayetlerin dışında tercih yapılmamış bir takım kaviller hikâye ediyorlar ve tashihlerinde de ihtilafa düşüyorlar. (Bu durumda ne yapmamız gerekir?)
Derim ki: onlar, insanların halleri ve örfün değişmesini dikkate almak, insanların haline en uygun düşeni gözetmek, teamül haline geldiği zahir olanları ve delili kavi olanları itibar etmek gibi birtakım gerekçelerle amel (tercih) etmişlerdir. Bizde onların yaptığı gibi yaparız. Ancak bu işi öyle yaparım diye kendini ehil görenler değil, gerçekten bu işi yapabilecek, zayıf ile kavinin arasını ayırabilecek olanlar yapmalıdır. Böyle insanlar İslam âleminde mutlaka bulunur. Bu işi yapamayanlar sorumluluktan kurtulmak için, yapabilenlere sormalıdır.
Fıkıh İlminin Mevzuu ve Sahihtir Sözü İle Caizdir Sözü Arasında Fark
Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler'e bağlı olarak vücut bulan İslami ilimlerin tümü kuşkusuz büyük öneme haizdirler. Her biri farklı bir alanı doldurduğundan İslam'ı anlayabilmede her birinin özel yeri vardır.
Bu ilimler arasında hayatın hemen her alanına; fert, aile, toplum ve idareye hitap eden fıkıh ilminin alanı oldukça geniştir.
Fıkıh; Kur'an, Hadis, İcma ve Kıyası esas alarak çoğu ilimden istifade eder. Fakihin fıkıh yapmada riayet ettiği/etmesi gerektiği kurallar mecmuası da diyebileceğimiz Usul-i Fıkıh ışığında fıkıh; temelde mükellef olan kişilerin fiillerini konu alır. Yani namaz, oruç, ibadet, vekâlet, nikâh ve ceza hukukları gibi birçok fiili mevzu eder. Yani fıkıh; sorumlu olduğumuz veya yapmak veya yapmama arasında serbest olduğumuz fiillerin sıfatlarını/hükümlerini beyan eden ilim dalıdır. Ebu Hanife'nin (Allah ona rahmet etsin) "mâ lehâ ve mâ aleyhâ" şeklinde yapmış olduğu fıkıh tarifini, "amelen" kaydını ilave ettikten sonra bu manada anlayabiliriz.
Farz, vacip, müstehab, mubah, mekruh, haram, sahih, fasit gibi hükümler, bu fiillerin sıfatlarıdır. Bunların tümüne birden ahkâm-ı teklifiye'de denir. Yani mükellef olan kişilerin fiillerine verilecek sıfat ve hükümlerdir. Bu sıfatlarda iki ayrı itibar söz konusudur.
Dünyevi maksatların önde olduğu itibardır. Yani ilk ve esas olarak dünyevi maksatları dikkate alarak hüküm vermektir. Bu itibarda uhrevi maksat ancak ikinci planda dikkate alınmıştır.
Uhrevi maksatların önde olduğu itibar. Burada ise öncekinin aksine, uhrevi maksatlar esas olarak dikkate alınmıştır. Dünyevi maksatlar ise ikinci planda dikkate alınmıştır.
Demek oluyor ki mükelleflerin fiillerine verilecek sıfatın yani teklifi hükümlerin mefhumunda ya; öncelikli olarak, doğrudan dünyevî maksatlar muteberdir veya öncelikli olarak itibara alınan uhrevî maksatlar yani ahiret boyutuyla maksatlardır. Şu halde mükellefin fiillerine dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki merkezli bakabiliriz.
Bunu anlatmamızdaki gaye; fıkıh kitaplarının mevzuu ile ilgili malumatımızı biraz daha iyi anlamak ve bir takım meselelerde ayak kaymalarından emin olmaya yardımcı olacağını düşünmemizdendir.
Fakihler fıkıh kitaplarında; Fıkhın mevzuu olan, mükellef kişilerin fiillerine hüküm verirlerken bazen birinci, bazen de ikinci maksatları dikkate alarak açıklama yapmışlardır.
Buna göre fıkhın kısımlarına bakacak olursak, birinci yön itibarıyla; İbadetlerde dünyevi maksat; tefrii zimmet/sorumluluktan kurtulmaktır.
Şöyle ki; sahih ibadetin mefhumunda öncelikli olan dünyevi maksat, zimmetin boşaltılmasıdır. Buna halk arasında borcun ödenmesi de denir. Mesela "namazımı kıldım borcumu ödedim" derler. Bu ise, o ibadetin tefrii zimmeti gerektirecek şekilde sahih olma şartlarını haiz olarak eda edilmesiyle hâsıl olur. Yani ibadet öyle bir surette eda olunmalı ki onunla tefrii zimmet hâsıl olmalı. İade ve kazanın tekrarı lazım gelmemeli. Sonra sahih olan bir ibadet üzerine sevab da gelebileceğinden burada uhrevî maksat da vardır. Fakat bu öncelikli olarak itibara alınmamıştır. Bilakis tâbi ve ikinci olarak dikkate alınmıştır.
Şartlarını yerine getirerek eda olunmuş bir ibadete sahih denilip denilemeyeceğinde Usul-i Fıkıh kitaplarında ihtilaftan bahsediliyorsa da çoğunluğun tercih ettiği görüş sahih denilebileceğidir. Yani böyle eda olunan bir ibadetin tekrarına gerek yoktur. Yapılan ibadete "o ibadetin borcundan kurtuldu" manasında sahihtir, denilebilir. Böyle bir namazı eda eden âbidin, sevabkâr olup olamaması ise bir bahs-i diğerdir. Yani uhrevî yönüyle olan durumudur. Sahihtir sözü ise, dünyevî maksadın dikkate alınarak; sorumluluktan kurtulduğu ve tekrar kılmasının lazım olmadığı manasını ifade eder.
Mesela, fıkıh kitaplarında şöyle denir: Kişi namazın son oturuşunda tahiyyatı okuduktan sonra selam verecek yerde selam kastıyla kahkahada bulunsa, namazı tam ve sahihtir. Fakat bu şekilde eda edilen bir ibadetin failinin sevabkâr olduğunu söylememiz doğru olmadığı gibi, "bu şekilde kılabilir miyim" diye fetva isteyene "evet kılabilirsin, fakihler bu namaza sahih demişlerdir" şeklinde cevap vermemiz de doğru değildir. Hatta günahkâr olacağına binaen "yapmamalısın, caiz değildir" demeliyiz. Bu ve bu emsal birçok fıkıh ibaresinden bahsetmemiz mümkündür. Verdiğimiz misalde mesele çok açıktır. Zannetmem ki, birisi buna "madem sahihtir, öyleyse yapabilirsin" diyerek cevaz verir. Fakat biraz daha basiret isteyen diğer meselelerde bu tür hatalara düşülmesi her an ihtimal dairesindedir.
Meraku'l-Felah haşiyesinde et-Tahtâvî der ki; tam dirhem miktarı necaset af kapsamında olsa da bu miktar necasetin üzerinde var olduğunu hatırlayan kişi, namazını keser ve necaseti izale ettikten sonra namazını kılar. Zira kastedilen dirhem miktarı necasetle namaz kılmakta bir beis olmadığı değildir. Bilakis dirhem miktarı necasetle kılınan namazın fasit olmayacağı ve sahih olacağıdır. Zira bu miktar necasetin izalesi mümkün olmasına rağmen bununla namaz kılmak mekruhtur. Âlimlerin çoğuna göre İzale edilmesi gerekir. Bu misali vermemizdeki gaye; bu konudaki ihtilaflardan sarf-ı nazar ederek buradaki sahihtir hükmünün, "caizdir yapabilirsin, bir beis yoktur" anlamına gelmediğinin altını çizmeye çalışmaktır.
Sahihtir sözü bazen caizdir manasını ifade ediyorsa da, gördüğümüz her sahih kelimesinin altında "yapılabilir, bir beis yoktur" manası da vardır, diyemeyiz. Birde şu var; fıkıh kitaplarında bazen sahih, caiz manasında bazen de caiz, sahih manasında kullanılır. Bunu anlamak için biraz fıkıhla ünsiyet kurmak ve meleke kazanmak gerekir.
İbadetlerde kullanılan batıl ve fasit sözü, ibadetten dünyevi maksatların hâsıl olmadığını bildirmekle birlikte uhrevi maksatlarında hâsıl olmayacağını bildirir. Yani sorumluluktan kurtulmanın hâsıl olamayacağını bildirmesiyle birlikte yapılamayacağını da ifade eder.
Muamelatta ise dünyevi maksat; şer'i ihtisas/şer'an bir şeye malik olmaktır. Bu, yapılan akitlerden meydana gelen neticelerden ibarettir. Mesela alış veriş akdinden meydana gelen Şer'i ihtisas; müşterinin satın aldığı mala, satıcının da aldığı paraya malik olmasıdır. Nikâh akdinden meydana gelen Şer'i ihtisas eşlerin birbirlerine helal olmalarıdır.
Muamelatta da sahih, batıl ve fasit kavilleri dünyevi maksatları esas alarak verilmiş hükümleri ifade eder. Yapılan bir akdin sahih şeklinde nitelenmesi o akitten meydana gelen şer'i ihtisas'ın sübutunu ifade eder. Bununla birlikte sahih olan bir akit, rızayı Bâri'ye uygun olabileceği gibi, olmadığı da olur. Mesela nikâh dünyevi maksatları açısından eşlerin birbirlerine helal olmasını sağlayan bir akittir. İki erkek şahit huzurunda eşlerin biri diğerini kastederek "seninle evlendim" demeleriyle sahih olur.
Fakat unutulmamalıdır ki nikâh aynı zamanda Efendimiz sellellahu aleyhi ve sellem'in sünnetidir. Ve ulvî bir ibadettir. Sahih diye vasıflanan her bir nikâhın bu ibadeti sağladığı ve tarafların sünnet sevabı kazandıklarını söylemek işin başka bir yönüdür. Farz-ı mahal, nikahlanan koca adayının "bir zaman sonra boşarım, bir başkasıyla evlenirim" şeklinde bir niyeti olsa, bu şekildeki niyeti nikâhın sahih olmasına mani değildir. Yani nikâh sahihtir. Ve taraflar karı-koca ilan olunur. Fakat bu şekilde sahih olması böyle bir nikâhın caiz olduğunu ve tarafların sevapkâr olduğunu gerektirmez. Bu durumda koca adayının günahkâr olduğu ise izahtan varestedir.
Meskenlerin, işyerlerinin banka ve emsali gayrı meşru yerlere kiraya verilmesi de bu kabilden bir sıhhat manasını taşıması gerekir. Yani milk-i menfaa'nın hâsıl olacağı şekilde sıhhat şartlarını haiz olduğunu ifade ettiği anlaşılmalıdır. Yoksa bu işlemde hiçbir beis olmadığı manasında anlaşılmamalıdır. Ebu Hanife (Allah ona rahmet etsin)'den rivayet olunan şarap yapacak olana üzüm satma meselesini bu fetvaya mahreç yapanların, bu hususa dikkat etmeleri gerekir.
Hulâsa: Fıkıh kitaplarının sadece dünyevi maksatları dikkate alarak hüküm verdiği meseleler oldukça fazladır. Fetva verecek olanların bu meselelerde müteyakkız davranmaları gerekir. Bunun yanında bu mesele ile sıkı-fıkı ilişkisi olan fetva-kada yani diyanet ve kada ayırımı da vardır. Meselemiz fıkıh kitaplarının mevzuu olduğu için bu konuyu ilgili yerlerden okumanızı tavsiye ederiz. Muhammed Taki el-Osmânî'nin ders takrirlerinin kaleme alındığı usul-i itfası ve şerhi el-Misbah namındaki kitap, bu meseleyi güzel anlatan kitaplardan biridir. Oraya bakılabilir.
Mükelleflerin fiillerinde uhrevî maksatların esas alınması yönüyle azimet ve ruhsat, azimet de; Farz, vacip, müstehab, mubah, mekruh, haram gibi kısımlara ayrılır.
Mesela farz makasıd-ı uhreviyedendir. Farzın mefhumunda öncelikli olarak itibara alınan şey, yapıldığında sevap terk edildiğinde günahın hâsıl olmasıdır. Sevap ve günah Ahirette olacağından farzın mefhumunda öncelikli olarak itibara alınan maksud-i uhrevi olacaktır.
Uhrevî maksatların muteber olmasıyla birlikte dünyevî maksatlar da husule gelir. Yani bununla tefrii zimmet veya Şer'i ihtisas da hâsıl olabilir. Zira failinin sevabkâr olduğu bir ibadet, aynı zamanda sahih de olur. Bazen bu da olmayabilir. Mesela gece kaza namazı için kalkan kişi abdestinde yanılarak bir uzvunu yıkamasa ve saatlerce kaza namazı kıldıktan sonra abdestinin nakıs olduğunun farkına varsa "kıldığı namazlardan sevap almadı" demek doğru olmadığı gibi, kıldığı kaza namazlarının sahih olduğunu ve tekrar kılınmalarının gerekmediğini söylemek de doğru değildir.
Sonuç: Fakih, müftü veya kendisine dini meselelerin cevapları için müracaat edilen ilim adamları, toplumu nereye taşıdıklarına dikkat etmelidir; verdiği fetvalarında ferd, aile ve toplumun içine düştüğü zor durumları dikkate alması gerektiği gibi, fetva soranın yapacağı işin Allah rızasına uygunluğunu da göz önünde bulundurarak fetva vermelidir. Fıkıh kitaplarında gördüğü "sahih" kelimesiyle yetinmeyip işin rızay-ı İlahiye uygunluğunu da dikkate almak mecburiyetindedir. Özellikle fıkıhta olağanüstü halin ilan edildiği bu günlerde, fıkıh anlayışını bir hukukçu gibi yüzeye bakarak, kurallar mecmuası zannederek, her meselede cevazı aramaya çalışmak, durumu daha da bir çıkmaz hale sokacaktır. Hatta belki bu yönleri tedarik edebilmek için zahiri amelleri esas alan fıkıh kitaplarının yanı sıra amellerin batini tarafını işleyen, ihlâs ve Allah rızası yönünden ele alan Gazzalî'nin "ihya"sı gibi eserlerde elden bırakılmamalıdır.
Kâinatın Efendisinin (sallallâhu 'aleyhi ve seiiem) "... Âlim kalmayacak, insanlar cahilleri önder edinecek, soracaklar, onlarda bilmedikleri halde fetva verecekler. Fakat netice sapma ve saptırmadan başka bir şey olmayacak" manasına gelen sözleri, daimi olarak hatırımızda olmalıdır.
Muallim Neşriyat İmam Mevsili 4 cilt El İhtiyar tercümesi kitabını incele diniz.
Diğer Özellikler |
Stok Kodu | 9786054709304 |
Marka | Muallim Neşriyat |
Stok Durumu | Var |
9786054709304