Kitap Fıkhus Siyre
Yazar İbn Kayyim el Cevziyye
Tercüme Hanifi Akın
Yayınevi Polen Yayınları
Kağıt Cilt Sarı Şamua- Ciltli
Sayfa Ebat 720 sayfa - 17x24
Polen yayınları, İbn Kayyim el Cevziyye tarafından yazılan Fıkhus Siyre adlı kitabı incelemektesiniz.
Fıkhus Siyre kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
MÜTERCİMİN ÖNSÖZÜ
İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkaran, Rabbimizin övülmüş yoluna iletmesi maksadıyla peygamberini kesin delillerle gönderen, verdiği nimetlerden dolayı ve yaptığı ikramlardan ötürü hamd Allah'a mahsustur. Çünkü Yüce Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'i hak dinle göndermekle, dini kemale erdirmiş ve ilahi risaleti tamamlamıştır. Bunu da, İslam'ı diğer şeriatlara üstün kılmak için yapmıştır.
Salat ve Selam; peygamberlerin efendisi, davetçilerin en şereflisi, peygamberlik halkasını Yüce Allah'ın kendisiyle tamamladığı, hayatını mümin kimsenin her türlü yaşantısına rehber kıldığı, getirdiği dinle diğer şeriatlara son verdiği Muhammed (s.a.)'in üzerine olsun. Böylelikle Muhammed (s.a.) hidayeti tamamlamış, risaleti sonuca ulaştırmış, delilleri açıklamış, hakikat yolunu ortaya çıkarmış, güçlü ve yüksek İslam sancağını semalarda dalgalandırmıştır.
Yine Salat ve Selam; İslam'ı yeryüzündeki insanlara sunma şerefine sahip, bu yolda kanlarını akıtıp öz diyarlarını terk eden sahabilerinin üzerine olsun. Çünkü Muhammed (s.a.)'in sahabileri, Allah'ın kendilerine yüklediği sorumlulukları hakkıyla taşımışlardır. Çağrı görevini yerine getirip omuzlarındaki emaneti korumuşlar ve İslam'ın nurundan birer kıvılcım olmuşlardır. Muhammedî risaletin anlamından taşıdıkları kıvılcımlar sebebiyle Allah onlardan razı olmuştur ve insanlığa rahmet etmiştir.
Çağımızda Müslüman araştırmacıların, tarihi, İslâmî düşünceye göre yeniden yorumlamaları, ciddi ve hassas bir meseledir. Müslüman araştırmacı, takip edeceği metotta, olayları yorumlama ve yönlendirmede başıboş değildir? dinin koyduğu kurallara bağlı olmak durumundadır. O ancak İslâm tarihi ile ilgili bir konuda hadisçilerin takip ettiği metodu uygulayabilirse, tarihi yorumlamada İslâmî bir yol izlemiş olur. Özellikle de İslâm'ın ilk döneminin yeniden ele alınması... Çünkü bu dönem, İslâmî eğitim ve örnek uygulama dönemidir. Araştırmacının, genel çizgileriyle İslâmî bir metot takip edip konulan kurallara uyması, metodun sağlam temellere oturması, hareket noktasının düzgünlüğü ile daha ince ve hassas neticelere varmasına yardımcı olur.
A. TARİHİN TANIMI VE MAHİYETİ
Tarih, insanoğlunun hayat faaliyetlerini en kapsamlı bir şekilde ele alan sosyal ilimlerin başında gelmektedir. Çünkü tarih, geçmişin bilgisini bize getirmektedir. Özellikle bu, belirli bir toplumun bilgisidir. Ama bazen aynı kaderi taşıyan birkaç toplumun geçmişi ve birbirleri ile olan ilişkisi de tarihin belirli bir alanı içerisinde incelenir.
Tarihe içinden bakmak, yani ele alınan devrin şahıslarıyla haşır-neşir olmak, devrin toplumunun bütün problemlerini, dünyanın o çağdaki bütün akım ve eğilimlerini bilmek, tarihçi için kâfi değildir. Ele alınan konuya, objektif olarak yaklaşmak lazımdır.
Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek için, sağlam ve doğru bir tarih bilgisi şarttır. Başarılı ve büyük devlet adamları iyi tarih bilen adamlardır. Hareket edilen nokta bilinmeksizin, yönelecek hedefi bulmanın imkânı yoktur.
Bugün "gelişmiş ülke" diye anılan ve sayıları 172 dünya devleti arasında tarih ilmi, son derece ilerlemiştir. Bu milletler, tarihlerini en ince teferruatına kadar incelemişler, bütün tarih kaynaklarını yayınlamışlar, ilmi eserlerin bile halka mahsus baskılarını yapmışlardır. Netice olarak bu milletlerde, çok canlı bir tarih şuuru teşekkül etmiştir.
Tarih, geçmişler hakkında bilgi alma ve haberden ibaret değildir. Tarih, yalnızca önceden olmuş hadiseler değildir. Tarih, bir asırdaki bağımsız kültürlerin, bağımsız medeniyetlerin, bağımsız toplumların, belirli kavimlerin ve ırkların incelenmesi değildir. Tarih, şimdiki zamanı ortaya çıkarmış olan bir geçmiştir. Tarih, geleceğe dönük bir harekettir. Tarih, insan türünün ömrüdür. Gerçek bir insan gibidir. Doğumundan şimdiye kadar ki ömür sürecinin üzerinden seneler geçmiş, şahsiyet bulmuştur. İnsan çeşidi de ömrü boyunca tarihte hayat sürmüş ve şimdiki şekle ulaşmıştır.
Bugün, toplumun veya kültürün sadece belli kesimini veya sadece bunların faaliyet alanını konu edinen kısıtlı ve dar bir tarih anlayışına ortak yer verilmemektedir. Tarih, bütün kültür sahasını içine almaktadır. Burada ortaya çıkan tarih anlayışı İngilizlerin "kültür tarihi" ve Fransızların "ekonomik ve sosyal tarih" kavramlarıyla ifade etmek istedikleri tarih anlayışına tekabül etmektedir. Bu, üretim, mübadeleler ve sosyal münasebetler seviyesinde kavranan, düşünceyi ve duyguyu, ahlak ve estetiği içine alan toptan bir medeniyet tarihidir. Gerçekten dini tarihi, sosyal tarihten; hukuki müesseseler tarihini bu müesseseleri değişikliğe uğratan ve yok eden siyasi kargaşalıklar tarihinden ayırmak mümkün değildir.
Bu ilişkileri 16. asırda dünyada ilk defa gören ve sosyal ilimlerin temeli olarak tarih ilmini kuran İbn Haldun olmuştur. Onun anladığı tarih "ümran ilmidir" ki, bu sosyal tarihi yani, kültürlerin ve medeniyetlerin tarihinden başka bir şey değildir.
îbn Haldun, ilk defa tarih ilminin, olayların sadece görünen yönü ile yetinilmemesini, bu arada onların arkasında yatan gerçek sebeplere eğilinmesini dile getirmiştir. Bu konudaki görüşü şöyledir: "Tarih, zahiri itibariyle devletlerin ve çağların haberlerine bir şey eklemez. Oysa iç yapısında, bir görüşü, bir araştırmayı, var olanlar ve onların var oluş ilkeleri konusunda sağlam bir tümevarım gerektirir. Tarihi bu batınî yönüyle bilmek demek, olayların niteliğini ve derinden akan sebeplerini bilmek demektir. Bu yüzden bu ilim hikmetle soydaş, kökü derin bir ilimdir ve hikmet ilimlerinden sayılmaya yeterince layık ve uygundur" (Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Gelişmenin Yasaları, 1987).
İslam Tarihi
İslâm'ın tevhide daveti ve peygamber (a.s)'nin asrı; hurafelerle dolu, karışık bir ilme ve tarihi malumata sahip, aklı gönlüne, nefsi ahlakına, zulüm ve gazabı insafına galip bir toplum yapısına sahip bir milletle mücahede asrıdır. İslâm, cahiliyyenin her müessesesine, fikir ve şahsiyetine karşı gerçekleştirilen tam bir inkılâpdır.
Kur'an, aynı zamanda beşer tarihinden misallerle, hilkatten, peygamberlerin tevhid mücadelesinden, tarih boyunca geçmiş milletlerin ve ümmetlerin mücadelelerinden bahisle, Resulullah (a.s) ile başlayıp, bütün insanlığı kuşatan bir "ıslah hareketi" niteliğinde olan, İslâm ta'lim ve tebliğini bildirir. Bu mesaj evrenseldir. Yine Kur'an; kainatın yaratılış hikmetlerini, insanların var oluş sebeplerini, arzın gezilip görülmesi, insanların farklı yaratılışındaki hikmetleri, canlı türlerinin ve ekolojik dengedeki fıtratın yerini ve bunların Allah'ın ayetleri olduğunu; insanların dil, din, ırk gibi farklı yaratılmasındaki hikmeti, tanışıp görüşmelerinin inceliklerini, mahlukatı nutfeden, eşyayı ise zerreden halk ettiğinin hikmetlerini, insanın ise bu makro ve mikro âlemin merkezinde, Allah'ın halifesi olarak yüklendiği ve mesuliyetli olduğu kadar şerefli vazifenin hikmetlerini, Allah'a isyan eden milletlere, eski ve harap şehirleri dolaşmalarını, evvelkilerin akıbetlerini düşünüp, akıbetlerini tasavvur ederek, gerçek tarih yorum ve diyalektiğini bize haber vermektedir.
İlk müslüman tarihçiler, tarih ilminin gelişmesine kendilerinden önceki toplumların bilmediği iki esas noktada katkıda bulunmuşlardır.
1. Yaşadıkları asrın tarihini (hayatlarının her yönüyle) tespit ettiler.
2. islâm'dan önce, şahitleri sadece yargısal konularda tatbik ettiler. Hakim, hak isteyenlerden, bizzat olayı görenden şahitlik istiyordu. İlk Müslümanlar, şahitlik.sınırlarını genişletip, bunu tarihi olaylara da tatbik ettiler. Öyle ki, herhangi bir haberi veya sözü duyan, olayı bizzat görenden alır ve silsile halinde nakledilen, "rivayet usulü"nü tespit ve kabul ediyordu.
Eski milletlerde, özellikle eski Yunan ve Roma'da mitos, kıssa, hurafe esatir ve masallarla karışık bir halde verilen tarih metinleri, İslâm'ın rivayet metodu ile ilk defa ilmi ve güvenilir bir metot haline geldiğini, Alman oryantalist ve tarihçi Henry Springer de itiraf etmektedir. Zira onların Rabbi sadece Kabe'nin Rabbi değil, âlemlerin, âlemin (=akl ve temyiz sahiplerinin) hayrı şerden ayırabilenlerin Rabbi olarak kabul edilir.
Müslümanların Kur'an'ın emirleri ve Peygamber (s.a.)'in sünneti sebebiyle ilme verdikleri yüksek değer sebebiyle, "Tarih" ilmi de hızlıca gelişmiş ve dünya tarih ve ilim anlayışına metodoloji açısından büyük katkılarda bulunmuştur (M. Hüseyin Tabatabai, İnsan'ın Tarihte Tekâmülü, 1989).
Sahabe-i kiram, Peygamber (s.a.)'in hayat ve tevhid mücadelesini kendinden sonra gelen insanlara "tabiin" e nakil ve rivayetleriyle tarih ilmi faaliyetleri başladı. Bunu takip eden asırlarda, ortaya çıkan farklı rivayet ve nakiller, ilmi metotlarla elenip doğruları tespit edildi.
İslâm tarihinin ruhu, temeli "ibret" kelimesi üzerine oturur. Tarih, ibret kaynağıdır: "Peygamberlerin haberlerinden onunla kalbini (tatmin ve) tespit edeceğiniz her çeşidini sana kıssa (tarih) olarak anlatıyoruz. Bunda (bu sure ile) de sana hak ve müminlere bir öğüt ve bir muhtıra gelmiştir" (Hud: 11/120), "Andolsun, onların kıssalarını (tarihlerini) açıklamada salim akıl sahipleri için birer ibret vardır" (Yusuf: 12/26).
Tarih, müslümanlar için bilhassa tercüme-i hal (=biyografi) ile yakın münasebeti bakımından kendini müşahhas olarak ifade etmek, gündelik hayatın bütün cephelerine eğilmek, insanı ve onun temayüllerini tahlil etmek imkanını veren biricik alandır. Bunun kökleri, Kur'an'ın tarih yorumuna dayanmaktadır. Kur'an'da kabul edilen siyasi yol, daha ziyade tarihi metoddur. Onun için ön hükümler, Arabistan'ın ve civar memleketlerin tarihinden misallere müracaat suretiyle açıklanmıştır.
Görüldüğü üzere tarihi bakış açısı ile Kur'an, toplumların gelişme ve değişme durumlarına dikkati çekmekte ve buna ait bazı kanunların varlığına temas etmektedir. Bazı araştırmacılar, Kur'an'ın o zamana kadar rivayet ve hikayelerden ibaret olan tarihe bir metod getirmek suretiyle, tarihi ilmî bir çehreye soktuğunu söylemektedirler. Böylece olaylar arasında bir ilişki kurulmakta ve geçmişten birtakım dersler alınması gerektiği anlaşılmaktadır. "Yeryüzünü gezin ve geçmiş kavimlerin eserlerini inceleyin, yoldan sapanların acıklı hallerinden ibret alın" teması çok sayıda Kur'an ayetiyle dile getirilen bir konudur (Sami Şener, Tarih-Sosyoloji Münasebeti, 1992).
İslâm Peygamberinin Hayatını Niçin Tetkik Ediyoruz?
1-"Allah'ın Elçisi" mefhumu, ülkelere, muhitlere ve asırlara göre değişik znazarında insan, bütün yaratıklar arasında en şerefli olanı ve Allah'ın bir elçisi ise, ondan daha da şerefli ve insanların en kâmilidir. Bu kemâl hiç şüphesiz, ancak insanlığın en güzel ve mütekâmil görünüşleri olarak anlaşılmalıdır.
2. İnsan hayatı, iki büyük ayırım taşımaktadır: maddî ve manevi. Bu iki alan arasında ayarlı bir denge meydana getirmek, böylesine muvazeneli bir hayatın yaşanan bir örneğini diğer insanlara vermek, şu fânî insanlara hidâyet yolunu göstermeye çalışan biri için herhalde ideal bir şey olacaktır.
3. Tarihte, hayatları taklîd ve takip edilmeye değer iyi birer örnek teşkil eden çok sayıda hükümdar, âlim, velî ve diğer birçok büyük şahsiyetler görülmektedir. Vefatının üzerinden on dört asır kadar bir zaman geçmiş ve bu arada, ilim inanılmaz gelişmeler kaydetmiş ve hayatımızın şart ve durumları, mefhumları bile derin değişikliklere uğramış olduğu günümüzde, acaba niçin Muhammed (s.a.)'in hayatını tetkik ediyoruz?
4. Bir Müslüman için sorunun cevabı basittir. Hayatta, o rehberin
(Resulullah'ın) gösterdiği yol takip edilmezse Müslüman olunamaz. Henüz
Peygamber'in hayat hikâyesinin teferruatını (Sîre) bilmeyen bir kimse için evvelâ
şu gerçekleri göstermek faydalı olacaktır:
a. Onun öğrettiği şeyler, bizzat kendisinin nezareti altında kaleme alınmış ve daha sonraki nesiller için tamamen itimada şayan bir şekilde muhafaza edilmiştir. Çeşitli büyük dinleri insanlara tebliğ edip anlatan diğer peygamberler arasında Muhammed (s.a.), Allah'tan zaman zaman almış olduğu vahiyleri ve diğer ilâhi emirleri sadece etrafındaki insanlara tebliğ etmek ve anlatmakla değil ve fakat aynı zamanda bunları kâtiplerine yazıyla tesbit ettirmek ve kendisine iman edip bağlanan Sahâbîleri arasında dağıtılabilmesi için bunları çoğaltmak şeklinde tedbirler almakla temayüz eder. Bu öğretilip anlatılanların muhafazası, aynı vahiy metinlerinin ibâdet esnasında okunması şeklinde, Müslümanların dînî bir vazifesi haline getirilerek sağlanmıştır. Bu durumda ilâhî menşeli âyetlerin ezberlenmesi mecburiyeti doğuyordu. Bu vahiylerin, yani Kur'ânı Kerîm'in yazılı nüshalarını meydana getirecek şeklindeki bu tatbikat kesilmeksizin sürdürüldü; Yazıyla tesbit ve ezber, bu iki usul, ilâhi tebliğin vahyedildiği asıl dilde ve dosdoğru bir biçimde, diğer nesillere aktarılabilmesi için birbirlerini tamamlayacak bir biçimde devam ettirildi. Kur'ân-ı Kerîm'in bu metni, Tevrat ve İncil'in ikisi bir arada teşkil ettiğin den daha hacimlidir. O halde, insan hayatının her alanı için bunun çok sayıda emirler ve talimat ihtiva etmesine şaşmamalıyız.
b.Muhammed (s.a.), Allah'ın Elçisi olma şerefini inhisarında bulundurduğuna dair hiç bir beyanda bulunmamış, aksine, kendisinden evvel Allah'ın bütün milletlere benzer Resûl'ler gönderdiğini ifâde etmiştir. Âdem, İdrîs, Nûh, İbrâhîm, Musa, Davud, İsa gibi bunlardan bazılarının adlarını vermiş ve isimlerini zikretmediği daha bir çoklarının gelip geçmiş bulunduğunu ifâde etmiştir. Onun söylediği şey, bunların yegâne fonksiyonunun, ezelî ve ebedî gerçeğin yeniden inşâsı ile daha eski peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilip öğretilmiş ve fakat Âdem ile Havva'nın soyundan gelenlerin üzücü tarihlerinde yer alan harpler ve inkılaplar sonucu bozulup kaybolmuş bütün şeylerin yeniden ihya edilip canlandırılması olduğudur. Muhammed (s.a.), bizzat onun getirdiği ilâhi tebliğin, kendisinden sonra Allah'ın yeni bir peygamber göndermesine ihtiyaç duymayacağı bir şekilde el değmemiş ve bozulmamış olarak kalacağına dair inanış üzerinde ısrarla durmuştur. Gerçekten de bugün Kur'ân-ı Kerîm ile onun sahih Hadîslerini içine alan kitaplar, kendi aslî dili ile aynen elimiz altında bulunmaktadır.
c. İlâhî tebliğe başlamasının ilk gününden itibaren Muhammed (s.a.), bütün dünyaya hitap ediyordu; kendisini hiç bir şekilde sadece bir milletle yahut her hangi bir belli asırla sınırlandırmıyordu; ırk ve sınıf farklarını tanımıyordu. İslâm açısından, insanların mutlak eşitliği ve ancak gönülden gelerek yaptığı işler dolayısıyla (takva bakımından) bazı fertlerin üstün olabileceği, köklü bir kaidedir.
d. "Mutlak kötü insan" gibi "mutlak iyi insan", beşer topluluğunda ancak nâdir istisnalardır ve ekseriyet, "vasat insan" tabakasında toplanmıştır. Muhammed (s.a.), kendisini, insanlar arasındaki "melek" tabiatlılarla sınırlandırmamıştır: Onun tebliği esas itibariyle insanların büyük ekseriyetini teşkil eden vasat, ortalama insana hitap etmektedir. Kur'an'daki bir âyette yer alan ifâdeye göre (Bakara: 2/201) insanın peşinde koşacağı asıl şey: "... Bu Dünyada ve Ahirette iyilik, güzellik..." olmalıdır.
e. İnsanlık tarihinde, büyük hükümdarlar, büyük fâtihler, büyük reformcular, büyük velîler v.s. eksik olmamıştır; fakat ekseriya bunların her biri, kendilerine has alanlarda bir değer sahibi olmuşlardır. Bütün bu çeşitli vasıfların bir arada, tek bir insanda toplanması — işte bu Muhammed (s.a)'da görülür — sadece pek nâdir bir olay değil fakat aynı zamanda onun öğrettiklerine inanmış kimseler tarafından kendi hayatlarında da yaşanabilme imkânına sahip bir öğretim olayı teşkil eder: Bunun yön'ü ise, hayat olayları içinde muvâzenelenmiştir.
f. Reformculuk vasfını belirtmek bakımından Muhammed (s.a.)'in, her zaman için güçlü kuvvetli bir din olan ve kayıpları ise, gün başına düşen ortalama kazançlarıyla mukayese edildiğinde hemen hemen bir hiç tutan günümüz dünyasının ileri gelen büyük dinlerinden İslâm dininin muallimi ve mübelliği olduğunu söylemek yeterlidir. Allah'ın sevgili bir kulu ve sahip kılındığı doktrinleri
yaşayan, gerçekleştiren bir kimse olması vasfı bakımından görüyoruz ki onun hayatı kusursuzluk ve tam bir masumiyet içindedir. Sosyal bir teşkilâtçı olarak bellum omnium contra omnes (=tam bir karışıklık ve vuruşma) hali yaşayan bir ülkede o, bir hiç ile işe başlamış ve on sene içinde, Irak ve Filistin'in güney bölgeleri de dahil bütün Arap Yarımadası'nın tamamını kapsayan, mesahası üç milyon kilometrekareden fazla bir devlet kurma sonucuna ulaşmıştı. Bu devleti o, kendisinden sonra on beş yıl gibi kısa bir müddet içinde Avrupa, Asya ve Afrika gibi üç kıtaya olmak üzere aynı ülkeyi genişleten haleflerine emânet edip çekildi. Bir fâtih sıfatıyla giriştiği savaşlarda, her iki taraftan da verilen kayıplar bir kaç yüz kişiyi aşmaz; bununla beraber bütün bu fetholunmuş topraklarda yaşayan insanlar tam bir itaat altına alınmışlardır. Gerçekte o, bedenler üzerinde olmaktan çok, kalplere hükmediyordu. Kendi hayatında iken din tebliğinde elde ettiği başarı, Veda Haccı esnasında Arafat'ta 150.000 kişilik bir mü'min topluluğuna hitap edecek kadar büyük olmuştur ki bu tarihî olayın cereyan ettiği esnada, çok daha büyük sayıda Müslümanın o yıl Hacc'a iştirak edemeyip kendi bölgelerinde kalmış olduklarını düşünebiliriz; zîra bir Müslüman için her yıl Hacc'a gitmek mecburiyeti yoktur.
g. Muhammed (s.a.), kendisini, mü'minlere tatbikini emrettiği kaidelerin üstünde asla görmemiştir. Tamamen aksine o, namaz kılmış, oruç tutmuş ve etrafındaki sahâbîlerine verilmesini emrettği zekât miktarını çok aşan nispetlerde tasaddukta bulunmuştur. O, ister harp zamanında olsun, ister sulh, düşmanlarına karşı dosdoğru ve hattâ merhametli, yumuşak davranmıştır.
h. Onun öğrettiği şeylere gelince, o, insan hayatının bütün görünüşleriyle ilgilenmiştir: inanışlar, ruhî-manevî alan, ahlâk, iktisat, siyâset, hülâsa ister ferdi veya toplumsal, ister ruhî veya dünyevî olsun, her alanda kaideler getirmiştir. Bütün bunların da ötesinde, ayrıca kendi şahsında en güzel örneği de bize bırakmıştır.
5. Bütün bu durumlar karşısında, hüküm vermeden evvel onun hayatını tetkik etmemiz gerekmektedir.
B. SİYERİN MAHİYETİ
"Siyer", Arapça "sîre" sözcüğünün çoğulu olup Peygamber (s.a.)'in hayatını (=hal tercümesini) anlatmak için kullanılır. Zaman içinde: Soy dizini, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları, peygamberliği, Mekke ve Medine'de meydana gelen olaylar ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde, doğumundan ölümüne kadar Hz. Peygamber (s.a.)'in hayatından sözeden kitaplara "Siyer-i Nebî", "es-Siretü'n-Nebeviyye" veya kısaca "Siyer" adı verilmiştir.
Siyer ile sıkça beraber kullanılan ve savaş, savaş yeri, savaş menkıbesi anlamlarını ihtiva eden "Meğâzi" kelimesi vardır. Hz. Muhammed (s.a.)'in savaşlarının anlatıldığı kitaplara da aynı ad verilmiştir.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere siyer, daha genel, meğâzî ise daha dar anlamı ifade eder. Ancak bu iki isim sık sık karıştırılmış ve birbirini ifade edecek tarzda kullanılmıştır. Bazı meğâzi türü eserler, siyer kaynaklan gibi, Hz. Peygamber (s.a.)'in hayatından bütünüyle bahseder ve bu tür meğâzi kitapları, Siyer-i Nebî türü eserleri andırırlar. Ancak çoğunlukla meğâzî türü eserler, Peygamberimizin savaşlarını asıl olarak ele almışlardır.
Siyer, bir yönüyle Hadis'e bir yönüyle de İslâm tarihinin içine girmiştir. Gerçekten siyer, Hz. Peygamber (s.a.)'in söz ve davranışlarından bahseden Hadis ilminin bilinmesini gerekli kıldığı gibi; O'nun hayatının her safhasından bilgi vermesi itibariyle de İslam tarihinin bir bölümünü oluşturur.
Nitekim İslâm âlimlerinin çoğu, siyerden itibaren İslâm tarihini bir bütün halinde ele almışlar ve eserlerinde, Hz. Peygamber (s.a.)'in hayatından -hattâ öncesinden- başlayarak İslâm tarihi ile ilgili olayları, yaşadıkları döneme kadar anlatmışlardır.
Siyerin Özellikleri
Siyerin incelenmesi ruhî, aklî ve tarihî bir zevkin oluşmasına sebep olur. Yolların çeşitliliği ve fikrî fırtınaların şiddetlendiği bir sırada İslam âlimleri Yüce Allah'a çağıranlar ve sosyal reform üzerinde titizlik gösterenler için bu incelemeler zaruret kespeder. Ancak o zaman insanların kalbi ve gönlü davetçilere karşı açılır; maslahatçıların arzuladığı ıslahat daha büyük başarı ve doğruluk kazanır. Aşağıda görüleceği gibi, Siyerin belli başlı özelliklerini bir araya getirmeğe çalıştık.
1-Gönderilmiş olan bir Peygamberin, büyük önder veya ıslahatçının hayatını tarihte yansıtması bakımından en sağlamıdır. Peygamber (s.a.)'in hayatı en sağlam ve kuvvetli ilmî yollarla bize ulaşmıştır. Büyük olayları ve bariz yönleri şüpheye yer bırakmamıştır. Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber'ine ihsan ettiği yüce makamın, peygamberlik şerefinin ve her halkasıyla muazzam hayatının da ötesinde cahil kafalarca dehşet verici ve hayranlık kazandırıcı bazı özellikleri O'na yakıştırmaya çalışmak boşunadır. Hayatında attığı her adım bizce apaçık olan Allah (c.c.)'ın Resulüne yakıştırılmak istenen bu lüzumsuz sıfatları gerçek olanlarından ayırt etmemiz kolaydır.
İşte bu özellik, geçmiş hiçbir peygamberin hayatında tesadüf edilemeyen bir sağlamlığı ortaya koyarak şüpheleri ortadan kaldırır. Yahudilerin birçok uydurma ve tahrifatı sağlam olaylara bulaştırmaları yüzünden Musa (a.s.)'ın eldeki mevcut hayatına kesinlik gözüyle bakılamamaktadır. Hele hele günümüzde mevcut bulunan Tevrat'a başvurup onun gerçek hayatını tespit etmemiz mümkün değildir. Batılı birçok araştırmacı, Tevrat'ın çoğu bölümlerinin Hz. Musa zamanında, hatta ondan uzun bir müddet sonrasına kadar yazılmadığını ve mevcut bölümlerin kimler tarafından yazıldığının da bilinmediğini ileri sürmektedir. Sadece bu iddia Onun Tevrat'ta anlatılan hayatının şüpheliliğine kâfi delildir. Bu yüzden Müslüman'ın Kur'an-ı Kerim ve sahih hadislerin bildirdikleri dışında herhangi bir haberin sağlamlığına inanmaları imkansızdır, lüzumsuzdur.
Hz. İsa için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Hristiyan kiliselerce resmen kabul edilen İncilerin ondan yüzlerce sene sonra meydana getirildiği ve -hiçbir ilmî analize tabi tutulmadan- Hristiyanların elinde mevcut olan yüzlerce İncil arasından seçildiği herkesçe bilinmektedir. Ayrıca bu İncilleri yazarlarına dayandırma gayretleri ruhu tatmin edecek ilmî yollara da bağlı bulunmamaktadır. Yazarları olduğu söylenen kişilerle münasebetleri kesintisiz ve sağlam bir senede bağlı değildir. Kaldı ki, batılı araştırmacılar, bu İncil yazarlarının isimleri ve yaşadıkları asırlar konusunda da ihtilaf halindeler.
Dünyada en yaygın dinlerin öncülerinin hayat biyografisi günümüzde bu minval üzere olunca, Buda ve Konfüçyüs gibi yüz milyonlarca bağlısı bulunan din ve felsefe sahiplerinin hayatı daha çok şüphe ve uydurmalarla doludur. Bağlılarının, hayatla ilgili iddiaları ilmî araştırmalarca kabul edilecek köke dayanmamakta; ancak aralarında yaşayan kâhin ve düzenbazlar tarafından tespit edilmektedir. İşte bu haberler, sağlam ve hür bir aklın kabul edemeyeceği daha başka uydurma ve hurafeleri abartılarak nesilden nesile devredilmektedir.
O halde tespit ve tevatürlük bakımından en kuvvetli Siyer'in Hz. Muhammed (s.a.)'e ait bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
2. Babası Abdullah'ın annesi Âmine ile evlenmesinden vefatına kadar Peygamber efendimizin hayatının her merhalesi apaçıktır. Biz, O'nun doğumu, çocukluğu, gençliği, peygamberlikten önceki geçimi, Mekke dışına yaptığı seferleri ve Allah (c.c.) tarafından şerefli bir Peygamber olarak gönderilişi hakkında birçok bilgiye sahibiz. O'nun bundan sonraki güneş gibi parlak hayatını ise senesi senesine günü gününe bilmekteyiz. Bu gerçeği batılı araştırıcılar bile inkâr edememiş ve şu hakikati ifade etmekten kendilerini kurtaramamışlardır: "Şüphesiz ki, Muhammed (s.a.) güneş ışığı altında doğan şahsiyettir". Bu haslet ve benzerleri, geçmiş hiçbir peygamber'e nasip olmamıştır. (Yahudi kaynakları dikkate alındığında;) Musa (a.s.)'ın çocukluk, gençlik ve nübüvvetten önceki yaşantısı hakkında detaylı herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Peygamberlikten sonraki hayatı hakkında da bize mükemmel bir şekil çizecek malumat yoktur. (Yine Hristiyan kaynakları dikkate alındığında;) İsa (a.s.)'ın çocukluğu hakkında mevcut İncillerin bildirdiğinden başka bir şey bilmiyoruz. Bu İnciller, Hz. İsa'nın küçük yaşta ne yaptığı ile ilgili olarak, sadece Yahudilerin Havralarına girip orada Yahudi din adamlarıyla tartışma yaptığını söylerler. Nübüvvetten sonraki hayatı hakkında da, ancak dine daveti ve kısaca yaşayışını içine alan haberleri görmekteyiz. Bunların dışında kalanı ise bizce meçhuldür.
Peygamber efendimizin şahsiyeti, yemesi-içmesi, oturup kalkması, giyinişi, şekli, yapısı, konuşması, ailesine karşı muamelesi, ibadeti, namazı, sahabelerine karşı muaşeretine kadarki hayatın en ince noktasına dek sağlam bir şekilde tafsilatıyla anlatan Siyer kaynaklarının benzerini başka yerde aramak boşunadır. O'nun (s.a.) hayatını nakledenler saç ve sakalındaki beyaz kılların sayısı üzerinde duracak derecede titizlik göstermişlerdir.
3. Resulullah (s.a.)'in Siyeri, Allah (c.c.)'ın peygamberlikle şereflendirdiği bir insanın hayatını konu almıştır. Bu metodu uygularken O'nu (insanüstü bir varlık şeklinde) insanlığından tecrit etmemiş; Hristiyanların İsa (a.s.)'a, Budistlerin Buda'ya ve putperestlerin putlarına yakıştırdıkları gibi az veya çok olsun, ulûhiyetle vasıflandırmamıştır. O'nun (s.a.) hayatı ile bunların hayatı arasındaki farklılık gayet belirgindir. Bu özellik, bağlıların sosyal hayatı üzerinde büyük bir özelliğe sahiptir. Hz. İsa'ya ve Buda'ya ulûhiyet yakıştırmak insanın kişisel ve sosyal yaşayışında onları örnek edinmekten alıkoyar. Halbuki fert, aile ve toplum halindeki yaşayışında mesut ve bahtiyar olarak hayat sürmek isteyen insan için Hz. Muhammed (s.a.), tarih boyunca rehber olmuştur ve olmaya devam edecektir. Allah'u Zül-celâl, kitabında şöyle buyurur: "Andolsun ki Resulullah'ta sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örneklik vardır" (Ahzâb: 33/20).
4.Peygamber (s.a.)'in Siyeri, insanın insanlıkla ilgili her türlü yönünü içine alır. Siyer bize, güvenilir, dosdoğru olan genç Muhammed (s.a.)'in peygamberlikle taltif edilmeden önceki hayatından bahseder. Davet ve isteklerinin kabulü için her türlü çareyi deneyen ve vesilelere başvuran; peygamberliğini hakkıyla ifa edebilmek gayesiyle bütün gücünü harcayan bir peygamberin hayatını anlatır.
Devletinin idare ve devamı için en kuvvetli kanunlar ortaya koyan ve onu uyanıklığı, ihlâsı ve doğruluğu ile koruyup yücelten devlet başkanını konu edinir. Bağlılık, güzel muameleyi; karı-koca ve çocukların haklarını en mükemmel şekliyle tayin eden koca ve baba peygamberi anlatır.
Sahabesinin örnek terbiyesine önem veren, kendi ruhundan onlarınkine İslâm aşkını aşılayan ve hayatlarını O'nun davranışlarına uydurmada hassas kılan yüce terbiyeci, büyük mürşit Resulullah (s.a.)'in hayatını anlatır. Sahabesinin kendisini canlarından, mallarından, yakın ve akrabalarından daha çok sevmeye götüren büyük ilgi, bağlılık ve sadakatini anlatır. Ve O'nun (s.a.) Siyeri bize cesur savaşçıyı, galip kumandanı, başarılı siyasetçiyi, güvenilir komşuyu ve anlaşmasına riayetkar şahsiyeti anlatır.
Özetle; Peygamber (s.a.)'in Siyeri, her davetçi, kumandan, baba, koca, dost terbiyecisi, siyasetçi, devlet başkanı ve buna benzer kişilerde bulunması gereken toplumsal özelliklerle doludur.
Bu kadar özelliği şahsında toplayan başka bir Peygamber, gelmiş-geçmiş hiçbir din ve felsefe kurucusu mevcut değildir. Musa (a.s.) milletini ezilmişlikten kurtaran ve onun yararına kanun ve esaslar getiren lider görünümündedir. Fakat savaşçılara, eğitimcilere, siyasetçilere, devlet başkanlarına, babalara ve kocalara yol gösterecek prensipleri onun (a.s.) malı, evi ve geçim kaynağı olmayan ve dünyaya sırt çeviren takvaya sarılı davetçi olarak anlatılmıştır.
Hristiyanların elindeki hayat kaynaklarına göre ise İsa (a.s.) ne bir savaşçı, ne bir devlet başkanı, ne bir baba, -evlenmediğinden dolayı- ne bir koca, ne bir kanun getiricidir ve ne de Hz. Muhammed (s.a.)'in diğer hasletlerinden bazılarına sahiptir.
Bunları Buda, Konfüçyüs, Aristo, Eflatun ve Napolyon gibi tarihin büyük adamlarında da bir arada göremeyiz. Onlar -şayet faydalı olmuşlarsa- hayatın sadece bir noktasına eğilmiş, kabiliyetlerini ispat etmeye çalışarak bunun sayesinde şöhrete kavuşmuşlardır. Beşerin her toplumuna, her çeşit kabiliyetteki insanına ve her insana rehberlik eden tarihin biricik insanı Muhammed (s.a.) dir.
5. Peygamberlik ve nübüvvetinin doğruluğunda şüphe bulunmayan mutlak kişi Hz. Muhammed (s.a.)'tir. Siyeri, sadece olağanüstü şekiller ve mucize yoluyla değil, bilakis tabiî ve aklî yollarla başarıdan başarıya ulaşan kâmil bir insanın hayatıdır. Davetine kulak kabartanlar oldu. Yaptığı tebliğde etrafını yardımcılar sardı.
Savaşa mecbur kaldığında bizzat savaştı. O, aynı zamanda hikmet sahibiydi. Kumandanlığında başarılıydı. Vefat anı geldiğinde davetini yaptığı dava zor ve kaba kuvvetle değil, tam bir sadakati ve imanı sağlayacak serbestlikle bütün Arap yarımadasını kaplamıştı. Arapların bağlı bulundukları gelenek ve inançları, yaptığı davete karşılık O'nu ortadan kaldırma faaliyetlerine kadar varan mücadelelerini, muvaffak olduğu bütün çarpışmalarda hasmına oranla sayıca zayıf bulunduğunu ve vefatına kadarki yirmi üç senelik peygamberlik süresinin kısalığına rağmen büyük başarısını anlayan kimse, Muhammed (s.a.)'in gerçekten Allah (c.c.)'ın peygamberi olduğuna; Allah'ın kendisine bahşettiği sebat, güç kuvvet ve başarının hakiki Peygamber oluşundan ileri geldiğine inanır. Yoksa Allah'u Teala kendisini yalanlayana tarihte eşine rastlanmayan bu yardımı yapar mı?
Peygamber (s.a.)'in Siyeri, nübüvvetinin doğruluğunu aklıselim yoluyla bize ispat etmiştir. Kendisinden vaki olan mucizeler, Arapları imana çağırışında asıl temeli teşkil etmez, inatçı kâfirlerin iman etmesine vesile olan herhangi bir mucize görmemekteyiz. Kaldı ki, müşahhas mucizeler ancak ona şâhid olana bir delil teşkil eder. Resulullah (s.a.)'i görmedikleri ve mucizelerine şâhid olmadıkları halde sonradan gelen Müslümanların iman etmesi bu fikrimizi te'yid etmektedir. Onlar, Peygamberlik davasının doğruluğunu kesin aklî deliller sayesinde kabul etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim bu aklî delillerden bir tanesidir, insaflı her akıl sahibi, Kur'an-ı Kerim sayesinde Muhammed (s.a.)'in Peygamberlik davasında doğru olduğunu kabul eder. Yoksa iman için ayrı bir mucize mutlak surette şart değildir.
Bu gerçek, geçmiş peygamberlerin tâbilerince ileri sürülen hayatlarına muhaliftir. Onlara göre insanlar, bu Peygamberlerin ortaya koydukları esasları aklî muhakemeleriyle incelemeden olağanüstü hal ve mucizeler görmedikçe iman etmemişlerdir. Buna en iyi örnek İsa (a.s.)'dır.
Kur'an'dan öğrendiğimize göre İsa (a.s.), peygamberliğinin doğruluğunu ispat etmek için Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve abraşı iyi ediyor, hastaları iyileştiriyor, ölüleri diriltiyor, evlerinde yiyip biriktirdiklerini haber veriyordu.
Bugünkü İnciller, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğinin aksine, toplulukların birden imanına ancak onun (İsa'nın) ilâh ve Allah'ın oğlu olması dolayısıyla gösterdiği bu mucizelerin etki gösterdiğini söylerler. Hristiyanlık, İsa (a.s.)'dan sonra mucize ve harikalarla yayıldı. ("Resullerin İşleri"nde açıkça görüldüğü üzere) Hristiyanlık, aklî delillerin çok ötesinde mucize ve harika şeylerin üzerinde temel kurmuştur.
Peygamberimiz (s.a.)'in Siyerine baktığımız zaman hiçbir kimsenin, gösterilen mucizenin etkisiyle iman etmediğini; Müslüman olanların sadece akıl ve vicdanın baskısıyla bu yolu benimsediklerini müşahede ederiz. Allah (c.c.)'ın Peygamberine mucizeyi vermesi, O'nu değerli kılmasından ve kibirli inatçıları susturmaktan başka bir gaye taşımıyordu. Kur'an-ı Kerim'i inceleyen kimse, onun ikna metodunda muhakemeye, akla ve Cenâb-ı Hakk'ın yaratıklardaki yüce sanatından dolayı duyu vasıtalarında var olan müşahedeye dayandığını görür.
Resulullah (s.a.)'in tamamen ümmî olmasındaki (=okur-yazar olmamasındaki) hakikatle birlikte getirdiği Kur'an-ı Kerim O'nun Peygamberliğini doğrulayan en kuvvetli delildir. Cenâb-ı Hak, Ankebut suresinde şöyle buyurur: "Ona Rabbinden ayetler de indirilmeli değil miydi? dediler. De ki: O ayetler ancak Allah'ın katındandır. Ben sadece apaçık haber verenim. Sana indirdiğimiz o kitap -ki (sürekli) karşılarında okunup duruyor- onlara kâfi gelmedi mi? Onda iman edecek bir kavim için elbette (büyük) bir rahmet (ve nimet) ve bir öğüt vardır. (Ankebut: 29/50-51).
Kureyşliler, daha önceki ümmetler gibi Resulullah (s.a.)'den mucize istemede ısrar edince Allah (c.c.) O'na şu cevabı vermesini emretmiştir: "Rabbimin şanı yücedir. Ben (Allah'ın) resulü bir beşerden başkası mıyım?" (İsra': 17/93).
Ayet-i kerimelerin tamamını okuyalım: "Dediler ki: Biz, sana asla inanmayız. Ta ki bizim için şu yerden bir pınar akıtasın. Yahut senin, hurmalıklardan, üzümlüklerden bir bahçen olsun da aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşüresin veya Allah'ı ve melekleri kefil getiresin. Yahut altından bir evin olsun yahut semaya çıkasın. Ona çıktığına da asla inanmayız ya. Ta ki üstümüze okuyacağımız bir kitap indiresin. Onlara de ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben (Allah'ın) resulü bir beşerden başkası mıyım?" (İsra': 17/90-93).
Kur'an-ı Kerim, Muhammed (s.a.)'ın insan olan bir peygamber olduğunu, Peygamberlik davasında harika ve mucizelere dayanmadığını, o'nun ancak akıl ve kalplere hitap ettiğini bu şekilde apaçık ve net bir biçimde ifade etmektedir.
İlk Dönem İslam Tarihinin Yazılmasında Metot
Bu asrın altmışlı yıllarından itibaren Müslüman düşünürler, İslâm tarihinin; yorumda İslâmî düşünce ve metotta ise hadisçilerin kurallarından istifadeyle yeniden yazılması gereğini işlemeye başladılar. Şüphesiz on dört asrı bulan İslâm tarihinin yeniden yazılması yolundaki teklif ve öneriler, oldukça zor bir iş koyuyordu ortaya. Bir taraftan zamanın bir hayli uzun oluşu, bir taraftan da, kaynakların çokluğu, tertip, takdim ve üzerinde durulması gereken konulardaki farklılıklar birer engeldi. Siyasî hayatta erken başlayan, son dönemlerde de, toplum, ekonomi ve eğitim alanlarında görülen sapmalar oldu. Yirminci asırda da, inançta İslâm tarihinin akışını değiştiren, tehlikeli bir sapma belirdi.
Bunun için biz sadece, Resulullah (s.a.)'ın hayatı ve ilk dört halife dönemini içeren İslâm'ın ilk dönem tarihini inceleyeceğiz. Bu dönemde inanç, Müslümanları harekete geçiren güç olmuş ve kaynaklar da, rivayetleri çok kere hadisçilerin metoduyla nakletmiştir. Ayrıca bu dönemin diğer bir önemi; İslâmî prensiplerin en güzel uygulandığı bir dönem olmasıdır. Bu, çağdaş İslâm toplumuna kazandırmak istediğimiz örnek bir tablodur. Tarihin yorumunda İslâmî düşüncenin bazı özelliklerini, hadis terimlerine uygun bir yolun izlenmesini ve tarihimizi Müslüman kalemlerin yazmasının gerekliliğini açıklayacağız.
Diğer milletlerin tarihini -istisnalar hariç- kendileri yazmıştır. Biz Müslümanların da, tarihimizin yazılmasındaki mesuliyeti yüklenmemiz, medeniyetimizi, değer ve ölçülerimizi, bize özgü anlayışımızla öğrenmemiz gerekir. Başkalarının da bizim tarihimizi yazıyor olmaları, sadece sınırlı bir katkıdır; bizim tarih anlayışımız ve insanlara takdimimiz için asıl olmamalıdır bu.
Fakat yaşanan, gerekenin tam aksidir. İslâm âleminin geri kalmışlığı, tarihinin ortaya konmasını da etkiledi. İslâm'dan uzak, tarihini sevmez bir grup tarihçi, İslâm dünyasındaki geri kalmışlığı, Yahudilerin önündeki mağlubiyete varıncaya kadar, tarihe yüklerler. Bu tipler, geçmişle yaşanan zaman arasındaki bağların koparılması, yeni nesillerin İslâm'dan ve onun kültüründen koparılması gereğine inanırlar. Tarihin yanlış kavranmasına neden olanlardan biri de, beyaz sayfaları doğubilimcilerin kitaplarındakini tercüme ederek dolduran, araştırma ve telif zahmetinden kurtulduğu için, Müslüman topluma ektiği zehire aldırış etmeyen tembellerdir.
Bir başka neden de, İslâm dünyasının fikrî bakımdan gerilemesi ve dünyadaki ilerlemeye ayak uyduramayışıdır. Bu da, Avrupa'daki kalkınma hareketiyle beraber, Batı ile doğu arasında gitgide büyüyen uçurumdan kaynaklanmaktadır. Artık 19. yy'da ve 20. yy'in ilk çeyreğinde Müslümanlar tarafından yapılmış ciddi bir tarih araştırması bulmak zordur. Ortaya konanların pek çoğu da, doğubilimcilerin eserlerinin çevirileridir. ( Fıkhus Siyre, İbn Kayyim el Cevziyye, Hanifi Akın, Polen Yayınları , fıkhussiyre, karınca yayınları , peygamberimizin hayatından dersler )
len yayınları, İbn Kayyim el Cevziyye tarafından yazılan Fıkhus Siyre adlı kitabı incele diniz.