Kitap Hak Dini Kuran Dili Meali, Arapça Metinsiz
Yazar Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
Yayınevi Akçağ Yayınları
Tercüme Lütfullah CEBECİ, Sadık KILIÇ, Orhan ATALAY
Kağıt - Cilt Sarı Şamua Kağıt, Karton İnce Cilt, Tek Cilt
Sayfa - Ebat 744 sayfa - 14x20 cm, Hafız Boy, Sadece Türkçe
Bu kitabı kredi kartı, banka havalesi, posta çeki veya kapıda nakit ödeme ile satın alabilirsiniz. Tüm banka kredi kartları geçerlidir.
Akçağ Yayınları Tek Cilt Hafız Boy Hak Dini Kuran Dili Meali kitabı nı incelemektesiniz.
Elmalılı Hamdi Yazır Arapça Metinsiz Hak Dini Kuran Dili Meali kitabı hakkında
yorumları oku yup
kitabın konusu,
özeti,
fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, çok sayıda kuruluş ve
yayınevi tarafından
Kur’an’ın anlamını açıklayan
mealler yayınlanmıştır. Ancak, Cumhuriyetten sonra yayımlanan
Kur’an tefsirleri ve mealleri içinde, ülkemizde en çok tutulan ve kabul gören tefsir hiç şüphesiz
Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsir ile aynı adı taşıyan bu mealdir.
Eserin yazarı
Elmalılı Hamdi YAZIR’ın ilmi otoritesi, günümüz ilahiyatçıları arasında da çok önemli bir yere sahiptir.
Akçağ Yayınevi, bu önemli kaynak eseri, İlahiyat Fakültesi Tefsir Kürsüsü hocaları
Prof. Dr. Lütfullah CEBECİ ve Prof. Dr. Sadık KILIÇ ve Prof. Dr. Orhan ATALAY’a, günümüz Türkçesine sadeleştirmesini yaptırarak, “açık, anlaşılır ve olabildiğince doğru” olarak İslamın ana kaynağına okuyucularımızın ulaşmasını ve onu doğru anlamayı daha da bir kolaylaştırmış bulunmaktadır.
ÖN SÖZ
Elmalı Merhumun tefsirinde yer alan
meal kısmının tek başına basıma hazırlanması düşünülünce tereddüt ettik. Çünkü,
tefsiri ile birlikte hazırlanmış bir
mealin, o tefsirden koparılarak basılmasının çok sağlıklı olmayacağına inanıyorduk. Fakat böylesine ciddî bir
Kur'an çevirisinin, ufak-tefek ilavelerle bu piyasada yer almasının gerekli olduğu kanaatine vardık. Zira böylesi zor bir işi öylesi alimler yapabilirdi. Nitekim
Elmalılı merhumun kendisi
de tefsirinin girişinde,
mealinde izlediği yolu anlatırken, bunun zorluğuna ve tefsir ile olan bağlantısına dikkat çekmiş, ayrıca şunları yazmıştır:
"
Mealin mümkün olduğu kadar sade ve özlü olmasına gayret ettim. Bununla beraber, şimdiye kadar oturmuş, edebiyatımızda kullanıla kullanıla dilimizin öz malı olmuş kelimeleri, klişe haline gelmiş isim tamlamalarını veya çoğul kelimeleri, gerekmesi halinde kullanmakta aşırılığa sapmadım. Mesela hamde "hamd", rahmete "rahmet", hidayete "hidayet" dedim. "Zulmet'e "karanlık" dedimse, "nur" ve "ziya" yerine, "aydınlık ve ışık" demek için ısrar etmedim. Gök yerine "sema"yı tercih ettiğim yer oldu. Çoğu kere, "gökler ve yer" dedimse, bazan da "semavât-ü arz" demekten daha çok hoşlandım. "Güneş ve Ay" dedim, fakat bazan "Güneşi ve Ayı" diyemediğim için, "Şems-ü Kameri" demeyi tercih ettim. Herkes "Rabbülâlemîn" kelimesini bilirken, ben "Alemlerin Rabbi" demekte faydadan çok zarar gördüm. "Sırat-ı müstakim" yerine, "müstakim sırat" diyemedim. "Doğru yol" dediğim zaman da, "sırat" kelimesinin ince manasıyla "istikamet" sözcüğünün hissettirdiği zevkten bazı şeylerin kaybolduğunu hissettim. Kısaca, ayetin lafzının asıl anlamından mümkün olduğunca uzaklaşmamak için, aslı Arapça ve Farsça'dan alınmış olan kelimeler kullandım. Ve fakat bunları, Arapların ve Farslıların kullanımına göre değil,
Türkçemizin malı olarak ve bizim kullandığımız anlam ve üslup içinde kullandım. Dilimizde karşılığını bulamadığım veya başka anlam ifade ettiğini gördüğüm kelimeleri, tefsirine başvurulmak üzere, aynen alıntıladım.
Türkçe söylenen bir sözün tefsir edilmeye değer olmadığı gibi bir iddiada bulunmadım.
Uygun düştü, "kurultay" dedim, yine uygun düştü "ültimatom" demekten çekinmedim. Yazı dilimizde çok yaygın olmayan bir takdim tehir yapıp, önceye-sonraya aldımsa, muhakkak ki, konuşma dilimizde bulunduğu için yapmışımdır. Biz zaman olur, "Şu kuşa bak!" deriz; başka bir zamanda da, "Bak şu kuşa!" deriz. Sırası gelir, "Bahar geldi"deriz; bir başka kere de, "Geldi bahar!" deriz. Fakat düz yazılarımızda çoğunlukla devrik olmayan öncekileri yazarız diye, gerekmesi halinde, şiirde yaptığımız gibi, ikinci tarzı, yani devrik ifade tarzını tercih ettiğimizden dolayı, dilin söyleyiş biçimine aykırı davranılmış sanılmamak da, bunun hikmeti ve inceliği aranmalıdır. "Çamlıca'nın manzarasına bayıldım*." demeyip de, "Bayıldım manzarasına şu Çamlıca'nın" dediğimiz zaman hata etmiş değil, ince bir manayı kastetmiş oluruz. Bu bazı yerde belki iyi olmamıştır, fakat ayetleri altüst ederek karıştırmayıp, her
ayetin mealini kendi yerinde göstermek için birçok yerde zorunlu olmuştur. Bazı ayetlerin şiir şeklinde çevirisinin denk geldiği yerler vardır ki, iyi okunursa, her halde hoşa gider. Bütün bunlardan maksat, Kur'an'ı birazcık olsun duyurmaya ve hissettirmeye çalışmaktır. Bir iki ayetin manasına dair bir fikir edindikten sonra, Kur'an'ı tekrar okuyan şuurlu bir kimsenin, Allah sözü ile insan sözü arasındaki farkı görmemesi mümkün değildir. Ümit ederim ki, yanlış bir anlam yazmamışımdır, fakat eksiği çoktur; bir kelimedeki bir veya iki anlamı anlatabildimse, buna karşılık hissettiğim veya hissedemediğim bir takım anlamlar da anlatılamadan kalmıştır. Bu nedenle, okuyuculardan tekrar tekrar rica ederim ki, Kur'an'ı bu yazdıklarımızdan yola çıkarak değerlendirmeye kalkmasınlar."
Yine Merhum
Elmalılı, Kur'an'ın kelimelerinin anlamlarını belirlemede son derece titiz davranılması gereğinden söz ederken, metod bakımından çok önemli olan şu ilkelere dikkatimizi çekmektedir:
"Kur'an hakîm, yani sonsuz hikmetlerle dolu bir
kitaptır: "Bu kitabın indirilişi, o azîz, hakîm Allah'tandır" (Zümer, 1). Bunun için, önce kelimelerin manalarını iyice belirlemek; ikinci olarak bulundukları yerde, lafız veya anlam bakımından ilgili olabileceği kelimeler ve onların anlamlarıyla kıyaslamalar yapmak; üçüncü olarak, cümle biçimlerini, öncesi ve sonrasıyla bağlamını değerlendirmek; dördüncü olarak da, bunlardan kastedilen asıl anlam ile bu anlamı süsleyici ikinci derecedeki unsurları birbirinden ayırmak gerekir. Kastedilen anlamın belirlenmesinde de iki durum söz konusudur. Birisi, kelimenin aslına veya kendi konumuna göre taşıdığı zihni anlamı, diğeri de, onların realitede delalet ettiği, kendileri hakkında kullanılmaları doğru olan anlamlardır ki, genelleştirme ve hususileştirme (tamim tahsis), kayıtsız-şartsız kullanma yahut kayda-şarta bağlayıp hususileştirme (itlak, tahsis) gibi özellikler, bu iki anlam düzeyi arasında cereyan eder ve hüküm çıkarmada bunların önemi büyüktür..."
Kelimelere verilecek anlamların belirlenmesinde metin ve dil açısından söz konusu bu zorlukların yanı sıra, orijinal metnin dili ile okuyucu arasındaki uzun zaman da bir başka güçlük meydana getirmektedir. Çünkü
Elmalılının bu tefsiri ve
meali yazdığı yıllarda insanlar, onun sözünü ettiği bu tür kelimeleri rahat anlarken, aradan geçen bunca yıldan ve dilde yaşanan onca değişimden sonra durum çok farklılaşmış, mevcut okur kitlelerinin büyük çoğunluğu bakımından, neredeyse en basit kelimeler bile anlaşılmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla biz üstadın bir çok kelimesini
sadeleştirmeye ve yeni nesillerce daha iyi anlaşılabilecek hale getirmeye çaba gösterdik. Bu yüzden de, onun bazan öyle bazan böyle ifade etme çeşnisini, maalesef çoğu zaman kullanamadık, böylece de eserin orijinalindeki bazı özellikler kayboldu. Çünkü, bilindiği gibi, gerek
tercüme gerek
sadeleştirme zor bir iştir. Bu zorluğu
Elmalılı Merhum, tefsirinin girişinde çok güzel anlatmıştır. Eğer
sadeleştireceğiniz eser, normalden hızlı bir değişim geçirmiş ve geçirmekte olan Türkçe ile yazılmış ise, bu zorluk daha da artmaktadır. Yapacağınız sadeleştirmenin, zengin Osmanlıca'dan henüz yeterince işlenmemiş ve gelişme sürecinde olan yeni Türkçe'ye olduğunu düşünürseniz, işin sanıldığından zor olacağı daha iyi anlaşılır.
Biz bütün zorlukları ve belki de bize karşı yöneltilecek tenkitleri göze alarak bu işe girerken, "Osmanlı'nın son döneminde, gerek din alanında gerekse düşünce alanında yetişmiş çok az sayıdaki değerlerimizden bir ilim adamımızın, Cumhuriyet'in ilk yıllarında ortaya koyduğu bu kıymetli eserin yeni nesle tanıtılmasında, bir nebze olsun biz de bir katkıda bulunabilir ve neslimizin bu eserden yararlanmasını sağlayabilir miyiz?" gibi bir amacı esas aldık.
Çünkü, böylesi değerli bir alimin yeni nesle tanıtılmasının yollarından biri, eserlerinin onlar tarafından anlaşılır hale getirilmesidir. Elbette ideal olan, yeni nesillerin de, onu kendi
orijinal ifadeleri ile anlayabilmesiydi. Ama bilinen birçok sebepten dolayı, bu herkes için mümkün olmadığına göre, eserin orijinalliğinden bazı şeyleri kaybetme riskini göze alarak, yeni nesillerimizin anlayacağı dile aktarmak zorunlu bir ihtiyaç olarak kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Çalışmamız boyunca, yine de orta bir yol ve makul bir dili temel almak istedik. Bunun için de, aşağıda zikredilen prensiplere mümkün olduğunca bağlı kalmaya çalıştık:
1.Müfessirimizin ve eserinin tanıtılması iyi olur düşüncesi ile, tefsirin önceki baskılarında ve
sadeleştirmelerinde Elmalılı ve tefsiri ile ilgili olarak kısaca yer alan bilgileri daha uzun bir girişte ele aldık. Bunu yaparken de, merhum için 4-6 Eylül 1991'de yapılan sempozyumdaki tebliğlerden çokça yararlandık.
1
- Genelde insanımızın anlayabileceği bir dil kullanmaya çalışırken, özellikle gençleri düşünerek, çoğu zaman oldukça yeni kelimeleri de tercih ettik ve günlük hayatta, artık yaygın halde kullanılan kelimelerden kaçınmadık. Başka dillerden Türkçeye geçmiş, ama artık hemen hemen herkes tarafından anlaşılan kelimelere fazla dokunmamaya çalıştık. Ne var ki, bu dilin yetersiz kaldığı, bizim de çaresiz dokunamadığımız yerler de oldu.
- Cümledeki yerine göre bir kelimeyi bazan bugünkü kullanımı ile, bazan, anlaşılabileceğini düşünüyorsak, eski şekli ile aldık, Örneğin "zalimler" yerine bazan "haksızlık yapanlar"; "iman getirmek" yerine "iman etmek"; "omuz dönmek" yerine" sırt dönmek" dedik. Aynı. şekilde "kavim" yerine "toplum", "topluluk" ve "millet" dedik; çeşitlilik olsun diye bazan "ehl-i kitap", bazan "kitab ehli" bazan da "kendilerine kitap verilenler" dedik... Bazan bir kelimeye, birden çok kelime ile karşılık verdik.
- Merhum Elmalılı, Tefsirinin meal kısmında ayetlerin söz dizisine, fiil yapısına ve zamanına, Türkçenin elverdiği oranda uymaya özen göstermiş; şiirimsi bir hava vermek ve adeta Kur'an'da fasılalar arasındaki iç ahengi yansıtmaya-hissettirmeye çalışmış. Bu yüzde devrik ve kesik cümleleri çokça kullanmış. Biz de bu özelliği genelde korumaya çalıştık. Fakat, mealin yeni okuyucu tarafından daha net anlaşılması tarafı ağır bastığı için, çok sık olmasa da, devrik cümleleri, düz cümle haline dönderdiğimiz, böylece cümle sıralarını değiştirdiğimiz de oldu.
- Çoğu zaman ifadelerini sadeleştirirken, fiillerin zamanlarına olabildiğince uyduk. Fakat onun, aslına uygun olarak fiil kalıbında çevirdiği bazı kelimeleri, bugünkü Türkçe açısından daha anlaşılır ve doğru olur diye, sıfat veya isim kalıbına sokarak sadeleştirdik; örneğin, "haber verir" yerine "haber veren" veya "haber verici"... dedik. Yine aynı düşünce ile, mealde bazen "bulunuyor.." şeklinde çevirdiği "kâne" fiilini, "..dir/dır." şeklinde aldık.
1-Elmalılı M. Hamdi Yazır Sempozyumu, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara- 1993.
- Bazan da cümleye, yine daha kolay anlaşılabilsin diye, parantezli veya parantezsiz ilaveler yaptık; bazen, aynı düşünce ile, orijinal meal metnindeki cümle ve ifade yerine, tefsir kısmındaki açıklayıcı ifadeleri yerleştirdik; gerekli gördüğümüz yerlerde, hem bilgi sunmak, hem de kelime ve ayetlerin daha iyi anlaşılması açısından, dipnotlara açıklamalar indirdik. Fakat hem bu ilavelerin hem de dipnotların hemen hemen hepsi, müfessirimizin tefsirinden aynen veya mealen alınmıştır. Anlamı netleştirmek için, yine parentez içinde tarafımızdan eklenen kelimeler de oldu. Fakat bunlar yok denecek kadar azdır.
- Ayrıca daha önceki Elmalılı meal sadeleştirmelerinde pek görülmeyen bir şey yaptık: müfessirimizin belli sureler ve ayet grupları arasında geçiş yaparken kurduğu bağlantıları (tenasüb), bazan bir paragraf, bazan bir cümle, bazan bir kelimeyle korumaya ve böylece mealde bir akıcılık ve bütünlük sağlamaya çalıştık.
- Genel yazım kurallarına uyduk, uzatma işaretlerini ancak gerekli gördüğümüz yerlerde kullandık; noktalama işaretlerine, manaya destek olacak ve özellikle vurguları gösterecek şekilde, çokça yer verdik. Bazen anlamı netleştirmek için, (/) bölme işaretini kullanarak, bir kelimenin veya bir ifadenin alternatifini sunduk. Çoğunlukla devrik cümlelerde vurguyu yansıtabilmek için, sık sık üç nokta, soru işareti+ ünlem+nokta kullandık...
- Merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın bakış açısını yansıtmak ve okuyucunun Kur'an Meali'/çevirisi" konusunda bilgilendirilmesini sağlamak amacıyla, Tefsirin "Mukaddime"sindeki ilgili kısımları bir "Giriş" olarak mealin baş tarafına koymayı uygun gördük.
Şunun bilincindeyiz ki, çeviri veya sadeleştirme, bir eseri adetâ yeniden yazmak demektir. Çünkü, bir esere çok yönlü olarak müdahale etmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla ortaya çıkan yeni eser,
orijinalini yüzde yüz temsil edemeyecektir. Ama ne kadar yüksek bir oranda onu yansıtabilirse o kadar başarılı demektir. Bu yüzden Merhum
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır üstadımızın manevî huzurunda, olabilecek eksikliklerden ötürü özür beyan ediyor, dile getirdiğimiz iyi niyetimizin hüsnü kabul göreceğini umuyoruz.
Başarı ve hidayet Allah'tandır. Erzurum / 2006
Prof. Dr. Lütfullah CEBECİ
Prof. Dr. Sadık KILIÇ
GİRİŞ19
Tercüme, yani
çeviri, bir sözün anlamını diğer bir dilde, dengi bir lâfızla ifade etmektir. Çevirinin, asıl metnin anlamına tamamen uygun ve denk olması için, açık ve net olma bakımından; detaylı ve detaysız olma bakımından; genel olma yahut özel olma bakımından; kayıtsız-şartsız olma yahut kayıtlı-şartlı olma bakımından; ifadenin gücü ve demek istediğini tam anlatabilmesi bakımından; anlatım güzelliği, açıklama üslubu ve şekli bakımından, kısaca ilim ve sanat açısından asıl metinde bulunan ifade gücüne eşit olması gerekir. Halbuki, çeşitli diller arasında ortak olan noktalar her ne kadar çok olursa olsun, yine de bunlardan her birini diğerinden ayıran pek çok özellikler vardır.
Bundan dolayı, edebî özelliği olmayıp, sırf akıl ve mantığa hitap e-den kuru ve bilimsel eserlerin, bilimsel ifade gücü gelişmiş olan başka dillere hakkıyla çevrilebileceği konusunda bir şey denilemezse de, hem akla, hem kalbe, yahut yalnız ruhî, kalbî zevk ve duyarlılığa hitap eden ve dil bakımından edebi kıymeti ve sanat zevki bulunan canlı ve yaratıcılık dolu eserlerin çevirilerinde başarılı olunduğu çok az görülür. Bunların benzerlerini yazmak, tercüme etmekten daha kolaydır.
Fakat edebi özelliği olan belagatli bir eser, sadece şiirden ibaret olmayıp, aynı zamanda ilmi, hukuki ve diğer herhangi bir özelliğe de sahip olursa, o zaman bu şekildeki bir çeviri, çeviri değil, değiştirme olur. Bundan ötürü, hukuki bir sözleşme veya anlaşmanın hükmü hususunda ancak, onun resmi metni geçerli olur. Çevirisiyse, olsa olsa, onu daha iyi anlamak için bir araç olabilir, hukuki bir belge oluşturmaz.
Bir de, hangi dilde olursa olsun bir söz, meydana gelmiş en basit bir gerçeği haber verirken, yerine göre farklı farklı şekillerde anlatır. Bu farkları açıklayıp yorumlamadan, olduğu gibi her dilde göstermek mümkün olmaz. Asıl olay ifade edilirse de, sözün en azından inceliği kaybolur ve bundan da bir takım ters sonuçlar ortaya çıkabilir. Örneğin, çeviriyi okuyan bir kişi, beğeneceği bir yerde, tam tersine ürker; ürkeceği bir yerden de, aksine hoşlanır. Bansın olacağı yerde savaş ilan etmeye, savaş edeceği yerde de barış yapmaya kalkışır. Halbuki Kur'an'ın, pek çok ilim, bilgi, hüküm ve hikmetle ilgili asıl maksadı olan anlamlarından başka, bir de ayet ve sure sıralanışının edebî, estetik özelliği vardır.
19 Giriş, Tefsir'in "Mukaddime'sinden, ilgili kısımlar özetlenerek alınmıştır.
Hem Kur'an'a "Kur'an" isminin verilmesi, özellikle kelimelerinin bu sıralanışı bakımındandır. Çünkü okunan, öncelikle anlamın kendisi değil, anlamını en etkili bir biçimde ifade eden lafızlar/kelimelerdir. Ve bu kelimelerinden dolayıdır ki Kur'an, Arapça'dır. Nitekim, "Biz onu Arapça bir
Kur'an olarak indirdik" (Yusuf, 2.) buyurulmuştur. Bir şey için, "Şu Arapçadır.", "Bu
Türkçedir." denilirse, kastedilen lafızlardır. Çünkü anlam bir dile has kılınmaz. Anlamı bakımından Kur'an, daha çok, "Furkan, Hûda, Nur, Ruh" gibi diğer isimlerle adlandırılmıştır. El-
Kitab ve Kitab-ı Mübin isimleri de, hem lafız hem anlam bakımından ona verilen isimlerdir. Nitekim, "O, öz Arapça bir Kur'an olmak üzere, ayetleri ayırdedilmiş bir
kitaptır." (Fussilet, 3.) buyurulmuştur.
Kur'an'ın bir ismi de, "Hüküm"dür; bu da hem lafız, hem de anlam bakımından ona verilen bir isimdir; bu nedenle de Rad Suresinde "O, Arapça bir hüküm olmak üzere indirildi.." (Ra'd, 37.) buyurulmuştur. Çünkü Kur'an'dan hükümlerin çıkarılmasında, lafzının da, anlamı gibi özel bir önemi bulunmaktadır. Özellikle "Kur'an", "Hüküm" ve "
Kitab" isimlerinde "Arapça" sıfatının açık olarak anılması, bu üç isimde de lafzın önemini gösterir.
Bütün bu isimler içinde ise en seçkin özel isim, "Kur'an"dır ki, "kıraat" ve "tilâvet", yani "
okuma" bu ismin özel bir anlamıdır ve burada okunan da lafızlar/kelimelerdir. İşte Kur'an'ın bu Arapça lafzının (söz dizisinin) diğer bir dilde tam dengini yapmak mümkün olsaydı, o zaman
Kur'an tercüme edilmiş olurdu. Ne var ki o
çeviri ile elde edilen şey, "Arapça" olmayacağı için, Kur'an olmaz, ama
Kur'an'ın çevirisi olurdu.
Fakat Kur'an'ın
Arapça "nazm"ı, nasıl bir söz dizisidir? Herkesin bildiği harflerin, seslerin en güzellerinden, yerine göre güzel nağmelerinden, bütün Arapların bildiği ve dolayısıyla bütün insanların anlayabileceği kelimelerin en güzellerinden seçilerek, Allah'dan başka kimsenin yapamayacağı canlı bir örgü ile dizilip dokunmuş; lafız mananın mana da lafzın aynası halinde sonsuz anlam ışımaları ve yankılarıyla parlatılmış; "Haydi, bunun Allah'dan indirildiğinde şüpheniz varsa, Allah'dan başka bütün güvendiklerinizi çağırarak ve hatta tüm insanlar cinler bir araya gelerek, bu Kur'an'ın tek bir suresinin benzerini yapın! Fakat imkanı yok, yapamazsınız!" (Bakara, 23-24.) diye bütün dünyaya meydan okuyan gayet açık bir teklif ve gaybden kesin bir haber verişle varlık alanına çıkmış; her ayeti bir "sehl-i mümteni", yani kolay gibi görünen, fakat imkansız olan öyle aciz bırakıcı bir söz dizisi ki, hiç Arapça bilmeyen bir kimseye bile, okunduğu zaman, tatlı ve güzel bir söz olduğunu hissettirir... Biraz Arapça bilen bir kimse de bir ayeti işittiği zaman, hemen bir mana anlar ve gerçekten anladım sanır, "Bunu ben de söyleyiveririm!" gibi bir kuruntuya kapılır, ama bir de bakar ki, anlayamamıştır.
Çünkü Kur'an'ın söz dizisinin ve kelimelerinin her noktasından birçok anlamlar fışkırmaya başlar. Onu taklide özendikçe, Kur'an yükselir, derinleşir, ölçüsü ve derecesi bulunamaz. Ayetten ayete cümle yapısına ve içeriğine geçildikçe zevki fazlalaşır, artar.. Hayat sırrı gibi sonsuza giden sırlarını kuşatmak, insan gücünü aşar. Eğer öyle olmasaydı, bu basit meydan okumaya karşı paralar harcayarak, silahlar çekerek ve ordular toplayarak, çağlardan beri Kur'an'ı kaldırmak için savaşıp duran inkarcı insanlık, bu zahmetleri çekecek yerde, onun bir benzerini yapmaz mıydı?! Fakat yapamamıştır ve yapamaz, Kur'an'ın verdiği haberleri kimse yalancı çıkaramaz.
Kur'an'ın inmeye başladığı andan beri Arapların bütün edebiyatçıları ve etkili söz ustaları, Kur'an'ın ifade gücünü kendi dilleri için örnek edinmiş ve bu sayede Araplar dil ve edebiyat bakımından yükselmişlerken, Kur'an ifadesini taklit edip ona benzer şeyler yazmaya yaklaşabilmiş herhangi bir kimse ortaya çıkmamıştır. O halde kendi dilinde bile taklit edilip benzerinin getirilmesi mümkün olmamış olan Kur'an'ın söz dizisini ve üslubunu diğer bir dilde taklit etmek veya onun benzerini getirmek elbette mümkün olmaz! Mümkün olamayınca da anlaşılır ki, Kur'an aynen çevrilemeyeceği gibi, kendisine "nazire" getirmek suretiyle de hiç çevrilemez.
Kur'an'da anlamı bulunmayacak hiçbir kelime yok ise de, ne var ki, anlamı çok derin olan kelimeler bulunduğu gibi, bir kelime etrafında birçok anlamın bir araya geldiği ve bazı ifadelerin, hepsi de doğru olmak üzere, pek çok yönlerin ve olası anlamların bir araya yığıldığı yerler de çoktur. Bunların anlaşılması "tefsir" ve "tevil" edilmelerine, yani açıklanıp yorumlanmalarına bağlıdır. Ve bazılarını doğrudan doğruya çevirmek mümkün olsa bile, hepsini bütün anlayış yönleriyle çeviriye sığdırmak mümkün olmaz. Bunları, ya aynen almak veya, edebi anlamı gözden çıkarılarak, tevil ve tefsir tarzında anlatmak gerekir. Ve bu bakımdan Kur'an'ı anlama konusunda sadece dili çok iyi bilmek yeterli değildir. Bu, ya Kur'an'ın yetkilisi olan Hz. Peygamberden gelen açıklamalara veya olayların gelişmesine bağlı olur.
Bazen bir olay karşısında, Kur'an'ın ayetlerinden o zamana kadar hissetmediğiniz bir anlam çıkarırsınız. Ve o anda, o ayetin o olay için inmiş olduğunu sanırsınız ki, bu da, Kur'an'ın hayret içinde bırakan özelliklerindendir. Çeviride bunları bütünüyle ifade etmek mümkün olamayacağından, kaybolup gider. Yine bu anlamda olmak üzere, ayetlerinin bir kısmı "muhkem", bir kısmı da "müteşabih'tir. Bir ayette, hem "muhkem" hem de "müteşabih" yön bir arada bulunabilir. Müteşabih ayetlerin ise, "te'vilini ancak Allah bildiği" (Al-i İmran, 7.) için, bunda tam çeviri yapılamayacağı gibi, tam bir tefsir ve tevil de yapılamaz. Ve buna dayanarak, bu türden ayetler için kusursuz bir meal, yani "ifade edilmek istenen anlam" da gösterilemez. Olsa olsa, bu tür kelimelerin aynen korunabilmesi oranında algılanabilecek olan biraz kapalı bir anlama işaret edilebilir ki, bu nokta çok tehlikelidir.
Şimdi insaf ederek düşünelim: Bu şartlar altında "Kur'anı tercüme ettim veya ederim." diyenler yalan söylemiş olmaz da ne olur?!. Doğrusu şudur ki, Kur'an'ı gerçekten anlamak ve incelemek isteyenlerin onu, usulüne uygun olarak Arapça aslından ve rivayet edilmiş tefsirlerinden anlamaya çalışmaları zorunludur. "Kur'an'ın falan çevirisinde şöyle demiş" diyerek, kişi, hükümler çıkarmaya ve konuların tartışmasına kalkışmamalıdır. Bunu, imanı olanlar yapmaz, kendini bilen insaflı kimseler de yapmaz. Kur'an'dan söz etmek isteyenler, onun Arapçasını hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir.
Bazı kimseleri de duyuyoruz ki, Kur'an çevirisi demekle yetinmiyor da, "
Türkçe Kur'an" demeye kadar gidiyor!
Türkçe Kur'an mı var, behey şaşkın?!. Kur'an Arapçadır; çünkü bu konuda "Biz onu bir Kur'an olmak üzere Arapça indirdik.." (Yusuf, 2.) ayeti, açık bir ifadedir. Böyle bir kimse düşünmelidir ki, Kur'an'ı tefsir etmek üzere Hz. Peygamberin söylemiş olduğu "hadis"lere bile "Kur'an" denemez, denilirse inkâr olur. Kısaca,
çeviri Kur'an'dan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri anlatabilirse de, her şeyi hakkıyla anlatamaz. Anlattığı şeyler de, Kur'an hükmünü ve değerini taşımaz.
Bütün bunlarla birlikte, şu da unutulmamalıdır ki, Kur'an anlaşılmaz bir kitab değildir. Hatta, "Yüceliğime yemin olsun ki, Kur'an'ı kolaylaştırdık, düşünmek için, fakat düşünen mi var?!." (Kamer, 17.) buyurulduğu üzere,
Kur'an-ı Kerim, en kolay ve açık bir şekilde anlatan, zorlamasız ve yapmacıksız, su gibi akan, nur gibi parlayan apaçık bir kitaptır. O kendisini bütün insanlığa duyurmak ve anlatmak için inmiş ve de duyurmuştur. Ancak, onun anlamlarının hepsi kuşatılıp tüketilemez. Bir anlamı ortaya çıkarken, arkasından bir anlam daha, arkasından bir anlam daha, bir anlam daha ortaya çıkar. Nurunun parlayan açıklığı içinde, bir gizlilik meydana gelir. Mümine seslenirken inançsıza bir uyarı fırlatır, inançsızı uyarır ve korkuturken mümine gizli bir müjde sunar, halka seslenirken seçkinleri düşündürür, alime söylerken cahili dinletir, cahile söylerken alime dokundurur; geçmişten söz ederken geleceği gösterir, bu günü betimlerken yarını anlatır. En
sade gözlemlerden en yüksek gerçeklere ulaştırır. Müminlere gaybı anlatırken, inançsızları hallerinden bıktırır. Ve bütün bunları da, duruma, makam ve mekana, zamana ve konuya göre en uygun ve en parlak kelimelerle ifade eder. Dar anlamlı, geniş anlamlı, eşanlamlı kelimeleri, açık anlamlısı, net ifadesi, bir diğerini açıklayan kelimeleri, anlamı hemen anlaşılanı, yahut anlamı gizli olanı, ilk bakışta çelişkili gibi görünen ifadeleri, özet anlatımlı olanı, anlamı çok belirgin olmayanı, direkt anlaşılanı, işaret yoluyla yahut dolaylı olarak anlaşılanı, bir başka ifadeden gerektirme yoluyla anlaşılanı, birbirini tamamlayan zıt anlamlı ifadeleri, birbirini içeren ifadeleri gibi, bir çok açıdan ayrı ayrı anlamları bir yere toplayıp anlatıverir.
Sonra o, bunları anlayanların anlamayanlara açıklamasını da bir görev kılmıştır. Bu tefsir görevi, onu başkalarına ulaştırıp yorumlama görevini meydana getirir. Güzel
Arapça bilenler bile bu tefsire ihtiyaç duymaktan uzak kalamazlar. Ve bu mesajı ulaştırma ve açıklama görevini önce, bütün kurallarıyla ihtiyaca göre Hz. Peygamber yerine getirmiş ve çeşitli dillere göre onun yayılıp herkese ulaştırılmasını ümmetine emretmiştir.
Akçağ Yayınları Tek Cilt Arapça Metinsiz Çanta Boy Hak Dini Kuran Dili Meali kitabı nı incele diniz.