Haşir Risalesi RNK 8x14 cm Cep boy

Fiyat:
40,00 TL
İndirimli Fiyat (%40) :
24,00 TL
Kazancınız 16,00 TL
Havale / EFT:
23,28 TL
Aynı Gün Kargo

Kitap             Haşir Risalesi, Cep Boy  
Yazar            Bediüzzaman Said Nursi
Yayınevi        RNK Neşriyat
Kağıt  Cilt      2.Hamur -  Karton  Cilt
Sayfa  Ebat   150 sayfa - 8x14 cm - Cep boy


 
Bediüzzaman Said Nursi RNK Neşriyat, Haşir Risalesi kitabı nı incelemektesiniz.
Üstad Bediüzzaman Haşir Risalesi kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
 
Yaratan Rabbinin adıyla  oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2


 
Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inayet ve rahmet ve adalet var. Elbette dünyanın vücudu gibi kat'î olarak ahiret de var. Madem dünyada her şey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayı inkâr etmek demektir. Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.


Onuncu  Söz
Haşir Bahsi
İHTAR
Şu risalelerde teşbih ve temsil­leri, hikayeler suretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem hakâik-i İslâmiye ne kadar mâkul, mütenâ-sib, muhkem, mütesânid olduğunu göstermektir. Hikayelerin manala­rı, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâ-iyat kâbilinden yalnız onlara delâ­let ederler. Demek hayalî hikayeler, doğyu. Hakikatlerdir.

 


Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını ister isen, öyle ise şu temsilî hikayeciğe nef­simle beraber bak, dinle.
Bir zaman iki adam, cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidi­yorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dük­kan kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydan­da sahipsiz kalır.
O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasbediyor. He­vesine tebâiyet edip her nevi zulmü, sefâ-heti irtikâb ediyor. Ahâli de ona çok iliş­miyorlar.

Diğer arkadaşı ona dedi ki: "Ne yapı­yorsun? Ceza çekeceksin, beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahâ­li çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar. Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padi­şahın her yerde telefonu var ve memur­ları bulunur. Çabuk git, dehâlet et." dedi.

Fakat, o sersem inat edip dedi: "Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahip­sizdir. Herkes istediği gibi tasarruf ede­bilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi mene-decek hiçbir sebep görmüyorum. Gö­zümle görmezsem inanmayacağım." dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. İkisi arasında ciddi bir münâzara başladı.

Evvelâ o sersem dedi: "Padişah kim­dir? Tanımam.."
Sonra arkadaşı ona cevaben: "Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf katipsiz ola­maz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket Hâ-kimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (Hâşiye) gâib-den gelir gibi kıymettâr, musannâ mallar­la dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilannâmeler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, dam­galar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl maliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki, bir parça Frengi okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilen­den sormuyorsun. İşte gel, en büyük fer­manı sana okuyacağım."

Hâşiye: Seneye işarettir. Evet bahar, mah-zen-i erzak bir vagondur, gaibden gelir.

O sersem döndü, dedi: "Haydi Padişah var; fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor."
Arkadaşı ona cevaben dedi: "Yahu, şu görünen memleket bir manevra mey­danıdır. Hem sanâyi-i garîbe-i sultâniye-nin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybo­lur. Daima dolar boşanır. Bir zaman son­ra şu memleket tebdil edilecek. Bu ahâli başka ve daimî bir memlekete nakledile­cek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek." dedi.
Yine o hâin sersem, temerrüd edip: "inanmam. Hiç mümkün müdür ki, bu memleket harab edilsin, başka bir mem­lekete göç etsin." dedi.
Bunun üzerine emin arkadaşı dedi: "Madem bu derece inat ve temerrüd edersin. Gel, had ve hesabı olmayan de-lâil içinde 'On İki Suret' ilesana göstere­ceğim ki: Bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mü-câzat ve zindan var ve bu memleket her gün bir nderece boşandığı gibi, bir gün ge­lir ki, bütün bütün boşanıp harab edilecek.

BİRİNCİ SURET

Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutîlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı bulunmasın. Burada yok hükmündedir.
Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır...

İKİNCİ SURET
Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fa­kir, en zayıftan tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastala­ra çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymet­tar ve şahane taamlar, kaplar, murassâ ni­şanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem zi­yafetler vardır. Bak! Senin gibi sersemler­den başka, herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaat­le mütevâziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.

 
Demek şu saltanat sahibinin pek bü­yük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celalli bir haysiyeti, namusu vardır. Halbuki kerem ise, in'âm etmek ister. Merhamet ise, ih-sansız olamaz. İzzet ise, gayret ister. Hay­siyet ve namus ise, edebsizlerin te'dibini ister.
Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa layık binden biri yapılmıyor. Zâ­lim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp bu­radan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bıra­kılıyor...

ÜÇÜNCÜ SURET
Bak! Ne kadar âlî bir hikmet, bir inti­zamla işler dönüyor. Hem ne kadar ha­kikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Halbuki hikmet-i hükümet ise, saltanatın cenâh-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise, raiy-yetin hukukunun muhafazasını ister, tâ hükümetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.
Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete layık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görme­den buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bıra­kılıyor...

DÖRDÜNCÜ SURET
Bak! Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat'ûmat gös­teriyorlar ki, bu yerlerin padişahının had­siz bir sehâveti, hesapsız, dolu hazineleri vardır. Halbuki böyle bir sehâvet ve tü­kenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler, tâ zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem, lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.
Bu sergilere bak! Ve şu ilanlara dikkat et! Ve bu dellallara kulak ver ki, mu'ciz-nümâ bir padişahın antika sanatlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gös­teriyorlar. Misilsiz cemâl-i mânevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâi-finden bahsediyorlar. Demek onun pek mühim hayret verici kemâlat ve cemâl-i mânevisi vardır.

Gizli kusursuz kemâl ise takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip, müşâhe-de edicilerin başlarında teşhir ister. Mah-fî, nazirsiz cemâl ise görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vecihle 
görmek... biri, muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek; diğeri, müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahe­desi ile müşahede etmek ister. Hem gör­mek, hem görünmek, hem daimî müşa­hede, hem ebedî işhâd ister. Hem o dai­mî cemâl, müştâk seyirci ve istihsan edici­lerin devâm-ı vücudlarını ister. Çünkü: Daimî bir cemâl, zâil müştâka razı ola­maz. Zîra dönmemek üzere zevale mah­kûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır.
Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor. O kemâl ve o cemâlin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesi­ni, bir anda bakıp doymadan gidiyor.
Demek, bir seyrangâh-ı dâimîye gidi­liyor...

BEŞİNCİ SURET

Bak! Bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü, her musîbetzedenin imdadına koş­turuyor. Her suale ve matluba cevap ve­riyor. Hatta bak! En ednâ bir hâcet, en ed-nâ bir raiyyetten görse, şefkatle kaza edi­yor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı in-cinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Gel gidelim, şu adada büyük bir içti­ma var. Bütün memleket eşrâfı orada top­lanmışlar. Bak! Pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk oku­yor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahâli: "Evet, evet biz de is­tiyoruz." diyorlar. Onu tasdik ve te'yid ediyorlar. Şimdi dinle, bu padişahın sev­gilisi diyor ki:

"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numune­lerin ve gölgelerin asıllarını, menbâları-nı göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına cel­be t. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bi­ze tattırdığın leziz nimetlerini orada ye­dir. Bizi zeval ve teb'îd ile tâzib etme. Sa­na müştâk ve müteşekkir şu mutî raiyye-tini başı boş bırakıp idam etme." diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehem­miyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâ­ver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezâsıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki 
muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gel­mez. Madem, numunelerini göstermek için beş altı gün seyrangâhlara bu kadar mas­raf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerleri­ni makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydân-ı imtihanda olan­lar, başıboş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar...

ALTINCI SURET

İşte gel bak! Bu muhteşem şimendi­ferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, ser­giler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde ar­kasında pek muhteşem bir saltanat var­dır, (Hâşiye) hükmediyor. Böyle bir sal­tanat, kendisine layık bir raiyyet ister. Halbuki görüyorsun, bütün raiyyet bu Hâşiye: Meselâ: Nasıl şu zamanda manevra meydanında harp usûlünde, "Silah al! Süngü tak!" emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; herbir bayram gününde resm-i geçit için: "Formalarınızı takıp nişanlarınızı asınız!" emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillû; öyle derûy-i zemin meydanında, Sultân-ı Ezelî'nin nihayetsiz envâ-ı cünûdundan melek ve cin ve ins ve hayvanlar gibi şuursuz nebâtât misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise her gün dolar, boşanır. Hem bütün raiyyet manevra için bu meydân-ı imti­handa bulunuyorlar. Meydan ise, her sa­at tebdil ediliyor. Hem bütün raiyyet, Padi-şah'ın kıymettar ihsânatının numunelerini taifesi dahi hıfz-ı hayat cihadında "Emr-i kün feyekûn" ile "Müdâfaa için silahlarınızı ve ci-hâzatınızı takınız!" emr-i İlâhî'yi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar, süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.

Hem, baharın herbir günü, herbir haftası, birer taife-i nebâtâtın birer bayramı hükmün­de olduğu için, herbir taifesi dahi kendi Sultan'ının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassâ nişanları birer resm-i geçit tarzında o Sultân-ı Ezelî'nin na-zar-ı şuhud ve işhâdına arzettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden; bütün nebâtât ve eşcar güya: "Sanat-ı Rabbâniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlâhiye'nin nişanlarını takınız, çiçekler açınız!" emr-i Rab-bâniye'yi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resm-i geçitte, sırmalı formaları ve murassâ nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor.
İşte şu derece hikmetli ve intizamlı teçhizat ve tezyinat, elbette nihayetsiz kadîr bir Sul-tan'ın, nihayet derecede hakîm bir Hâkim'in emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir.
ve hârika sanatlarının antikalarını sergi­lerde temâşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meş­her ise, her dakika tahavvül ediyor. Gi­den gelmez, gelen gider.
İşte bu hal, şu vaziyet kat'î gösteriyor ki: Şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu numunelerin ve suretlerin hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır.
Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret ve­rir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var...

YEDİNCİ SURET
Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahâli içinde ne var, ne yok görelim.
İşte bak! Her yerde, her köşede, mü­teaddit fotoğraflar kurulmuş, suret alıyor­lar. Bak, her yerde müteaddit katipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hiz­meti, en âdi bir vukuâtı zaptediyorlar. Hâl Şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki, (Hâşiye)

Hâşiye: Şu Suret'in işaret ettiği manaların bir kısmı Yedinci Hakikat'te beyan bütün bu yerlerde ne cereyan eder, sure­tini alıyorlar. Demek o zât emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zât-ı muazzam bütün hâdisatı kaydet­tirir, suretini alır. İşte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir.

Şimdi, en âdi raiyyetin en âdi mua­melelerini ihmal etmeyen bir hâkim-i ha-fîz, hiç mümkün müdür ki, raiyyetin en büyüklerinden, en büyük amellerini mu­hafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücâzat vermesin. Halbuki, o edilmiş. Yalnız, burada padişaha mahsus bir büyük fotoğraf işareti ve hakikati "Levh-i Mahfûz" demektir. Levh-i Mahfûz'un tahak-kuk-u vücudu Yirmialtıncı Söz'de şöyle isbat edilmiş ki: Nasıl küçük küçük cüzdanlar, bü­yük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senedler, bir defter-i kebîrin bulunduğu­nu iş'ar eder ve küçük kesretli tereşşuhatlar, büyük bir su menbâını işmâm eder.

Aynen öyle de, küçük küçük cüzdanlar hük­münde; hem birer küçük Levh-i Mahfûz ma­nasında; hem büyük Levh-i Mahfûz'u yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan benî-beşerin kuvve-i hafızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir hafıza-i kübrâyı, bir defter-i ekberi, bir Levh-i Mahfûz-u Âzam'ı ih­sas eder, iş'ar eder ve isbat eder. Belki, keskin akıllara gösterir.
Zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe'n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudûr ediyor, burada cezaya çarpmıyor.

Demek, bir mahkeme-i kübrâya bıra­kılıyor...

SEKİZİNCİ SURET

Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak! Mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki: "Sizleri ora­dan alıp, makarr-ı saltanatıma getirece­ğim ve mutîleri mes'ûd, âsîleri mahbus edeceğim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed sarayları, zindanları hâvî di­ğer bir memleket kuracağım."

Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet ra­hattır. Raiyyetine, gayet mühimdir, vaadin­de hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır.

 
Diğer Özellikler
Stok Kodu9786059846851
MarkaRNK Neşriyat
Stok DurumuVar
9786059846851
En yeni ürünler
Güvenli teslimat
Kampanyalı ürünler
Piyasadaki en iyi fiyat

PlatinMarket® E-Ticaret Sistemi İle Hazırlanmıştır.