Kitap Haşir Risalesi, Cep Boy
Yazar Bediüzzaman Said Nursi
Yayınevi RNK Neşriyat
Kağıt Cilt 2.Hamur - Karton Cilt
Sayfa Ebat 150 sayfa - 8x14 cm - Cep boy
Bediüzzaman Said Nursi RNK Neşriyat, Haşir Risalesi kitabı nı incelemektesiniz.
Üstad Bediüzzaman Haşir Risalesi kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inayet ve rahmet ve adalet var. Elbette dünyanın vücudu gibi kat'î olarak ahiret de var. Madem dünyada her şey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayı inkâr etmek demektir. Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.
Onuncu Söz
Haşir Bahsi
İHTAR
Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikayeler suretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem hakâik-i İslâmiye ne kadar mâkul, mütenâ-sib, muhkem, mütesânid olduğunu göstermektir. Hikayelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâ-iyat kâbilinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek hayalî hikayeler, doğyu. Hakikatlerdir.
Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını ister isen, öyle ise şu temsilî hikayeciğe nefsimle beraber bak, dinle.
Bir zaman iki adam, cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkan kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahipsiz kalır.
O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebâiyet edip her nevi zulmü, sefâ-heti irtikâb ediyor. Ahâli de ona çok ilişmiyorlar.
Diğer arkadaşı ona dedi ki: "Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin, beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahâli çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar. Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehâlet et." dedi.
Fakat, o sersem inat edip dedi: "Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi mene-decek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım." dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. İkisi arasında ciddi bir münâzara başladı.
Evvelâ o sersem dedi: "Padişah kimdir? Tanımam.."
Sonra arkadaşı ona cevaben: "Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf katipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket Hâ-kimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (Hâşiye) gâib-den gelir gibi kıymettâr, musannâ mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilannâmeler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl maliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki, bir parça Frengi okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım."
Hâşiye: Seneye işarettir. Evet bahar, mah-zen-i erzak bir vagondur, gaibden gelir.
O sersem döndü, dedi: "Haydi Padişah var; fakat benim cüz'î istifadem ona ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor."
Arkadaşı ona cevaben dedi: "Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanâyi-i garîbe-i sultâniye-nin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek. Bu ahâli başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek." dedi.
Yine o hâin sersem, temerrüd edip: "inanmam. Hiç mümkün müdür ki, bu memleket harab edilsin, başka bir memlekete göç etsin." dedi.
Bunun üzerine emin arkadaşı dedi: "Madem bu derece inat ve temerrüd edersin. Gel, had ve hesabı olmayan de-lâil içinde 'On İki Suret' ilesana göstereceğim ki: Bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mü-câzat ve zindan var ve bu memleket her gün bir nderece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harab edilecek.
BİRİNCİ SURET
Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutîlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı bulunmasın. Burada yok hükmündedir.
Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır...
İKİNCİ SURET
Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zayıftan tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassâ nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak! Senin gibi sersemlerden başka, herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevâziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.
Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celalli bir haysiyeti, namusu vardır. Halbuki kerem ise, in'âm etmek ister. Merhamet ise, ih-sansız olamaz. İzzet ise, gayret ister. Haysiyet ve namus ise, edebsizlerin te'dibini ister.
Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa layık binden biri yapılmıyor. Zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor...
ÜÇÜNCÜ SURET
Bak! Ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Halbuki hikmet-i hükümet ise, saltanatın cenâh-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise, raiy-yetin hukukunun muhafazasını ister, tâ hükümetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.
Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete layık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor...
DÖRDÜNCÜ SURET
Bak! Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat'ûmat gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, hesapsız, dolu hazineleri vardır. Halbuki böyle bir sehâvet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler, tâ zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem, lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.
Bu sergilere bak! Ve şu ilanlara dikkat et! Ve bu dellallara kulak ver ki, mu'ciz-nümâ bir padişahın antika sanatlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i mânevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâi-finden bahsediyorlar. Demek onun pek mühim hayret verici kemâlat ve cemâl-i mânevisi vardır.
Gizli kusursuz kemâl ise takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip, müşâhe-de edicilerin başlarında teşhir ister. Mah-fî, nazirsiz cemâl ise görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vecihle görmek... biri, muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek; diğeri, müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesi ile müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhâd ister. Hem o daimî cemâl, müştâk seyirci ve istihsan edicilerin devâm-ı vücudlarını ister. Çünkü: Daimî bir cemâl, zâil müştâka razı olamaz. Zîra dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır.
Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor. O kemâl ve o cemâlin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor.
Demek, bir seyrangâh-ı dâimîye gidiliyor...
BEŞİNCİ SURET
Bak! Bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü, her musîbetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hatta bak! En ednâ bir hâcet, en ed-nâ bir raiyyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı in-cinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrâfı orada toplanmışlar. Bak! Pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahâli: "Evet, evet biz de istiyoruz." diyorlar. Onu tasdik ve te'yid ediyorlar. Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:
"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbâları-nı göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbe t. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tâzib etme. Sana müştâk ve müteşekkir şu mutî raiyye-tini başı boş bırakıp idam etme." diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezâsıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem, numunelerini göstermek için beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydân-ı imtihanda olanlar, başıboş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar...
ALTINCI SURET
İşte gel bak! Bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, (Hâşiye) hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine layık bir raiyyet ister. Halbuki görüyorsun, bütün raiyyet bu Hâşiye: Meselâ: Nasıl şu zamanda manevra meydanında harp usûlünde, "Silah al! Süngü tak!" emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; herbir bayram gününde resm-i geçit için: "Formalarınızı takıp nişanlarınızı asınız!" emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillû; öyle derûy-i zemin meydanında, Sultân-ı Ezelî'nin nihayetsiz envâ-ı cünûdundan melek ve cin ve ins ve hayvanlar gibi şuursuz nebâtât misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise her gün dolar, boşanır. Hem bütün raiyyet manevra için bu meydân-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebdil ediliyor. Hem bütün raiyyet, Padi-şah'ın kıymettar ihsânatının numunelerini taifesi dahi hıfz-ı hayat cihadında "Emr-i kün feyekûn" ile "Müdâfaa için silahlarınızı ve ci-hâzatınızı takınız!" emr-i İlâhî'yi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar, süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.
Hem, baharın herbir günü, herbir haftası, birer taife-i nebâtâtın birer bayramı hükmünde olduğu için, herbir taifesi dahi kendi Sultan'ının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassâ nişanları birer resm-i geçit tarzında o Sultân-ı Ezelî'nin na-zar-ı şuhud ve işhâdına arzettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden; bütün nebâtât ve eşcar güya: "Sanat-ı Rabbâniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlâhiye'nin nişanlarını takınız, çiçekler açınız!" emr-i Rab-bâniye'yi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resm-i geçitte, sırmalı formaları ve murassâ nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor.
İşte şu derece hikmetli ve intizamlı teçhizat ve tezyinat, elbette nihayetsiz kadîr bir Sul-tan'ın, nihayet derecede hakîm bir Hâkim'in emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir.
ve hârika sanatlarının antikalarını sergilerde temâşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.
İşte bu hal, şu vaziyet kat'î gösteriyor ki: Şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu numunelerin ve suretlerin hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır.
Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var...
YEDİNCİ SURET
Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahâli içinde ne var, ne yok görelim.
İşte bak! Her yerde, her köşede, müteaddit fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit katipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuâtı zaptediyorlar. Hâl Şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki, (Hâşiye)
Hâşiye: Şu Suret'in işaret ettiği manaların bir kısmı Yedinci Hakikat'te beyan bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek o zât emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zât-ı muazzam bütün hâdisatı kaydettirir, suretini alır. İşte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir.
Şimdi, en âdi raiyyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir hâkim-i ha-fîz, hiç mümkün müdür ki, raiyyetin en büyüklerinden, en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücâzat vermesin. Halbuki, o edilmiş. Yalnız, burada padişaha mahsus bir büyük fotoğraf işareti ve hakikati "Levh-i Mahfûz" demektir. Levh-i Mahfûz'un tahak-kuk-u vücudu Yirmialtıncı Söz'de şöyle isbat edilmiş ki: Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senedler, bir defter-i kebîrin bulunduğunu iş'ar eder ve küçük kesretli tereşşuhatlar, büyük bir su menbâını işmâm eder.
Aynen öyle de, küçük küçük cüzdanlar hükmünde; hem birer küçük Levh-i Mahfûz manasında; hem büyük Levh-i Mahfûz'u yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan benî-beşerin kuvve-i hafızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir hafıza-i kübrâyı, bir defter-i ekberi, bir Levh-i Mahfûz-u Âzam'ı ihsas eder, iş'ar eder ve isbat eder. Belki, keskin akıllara gösterir.
Zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe'n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudûr ediyor, burada cezaya çarpmıyor.
Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor...
SEKİZİNCİ SURET
Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak! Mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki: "Sizleri oradan alıp, makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutîleri mes'ûd, âsîleri mahbus edeceğim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed sarayları, zindanları hâvî diğer bir memleket kuracağım."
Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır. Raiyyetine, gayet mühimdir, vaadinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır.