Kitap Hayat Kaynağı Kuran Tefsiri, Sempatik Boy
Yazar Prof. Dr. Sait Şimşek
Yayınevi Beyan Yayınları
Kağıt Cilt Şamua Ivory kağıt , İnce İntegral Cilt, Sempatik 5 Cilt, Özel Kutulu
Sayfa Ebat 2.900 sayfa, 11,5x17 Cep Boy
Yayın Yılı 2016 Yeni Baskı
Sait Şimşek Hayat Kaynağı Kuran Tefsiri kitabı nı incelemektesiniz.
Beyan yayınları Cep Boy 5 cilt Hayat Kaynağı Kuran Tefsiri kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
M. Sait Şimşek
Hayat Kaynağı Kuran Tefsiri
Önsöz
Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir hocalarından Prof. Dr. M. Sait Şimşek tarafından hazırlanmış olan Hayat Kaynağı Kuran Tefsiri yeni bir boyutla okuyucuların hizmetine sunuldu.
"Sempatik Boy" adıyla tanımlanan bu yeni boyut, 11,5x17 ebatında ve integral cilt olarak hazırlandı.
Son yıllarda yayımlanan en önemli kitaplardan biri olan bu çalışma, şimdi taşıması daha kolay ve daha uygun bir fiyatla raflardaki yerini aldı.
Bu çalışma hakkında bilgi veren M. Sait Şimşek, hayat kaynağı kuran tefsirini okuyuculara şöyle sunuyor:
Kur'ân, hayat kitabıdır; hayatı düzenlemek, yeniden rayına oturtmak için indirilmiştir. İndirilen önceki kitapların amacı da budur.
Peygamberler aynı dini tebliğ etmiş, aynı inanç ilkelerini getirmişlerdir. Bu inançlar donuk ve hayatı ilgilendirmeyen inançlar olmayıp, her birinin hayan düzenlemekle birebir irtibatı vardır. O halde indirilen kitaplar ve gönderilen peygamberler, bozulmuş ve rayından çıkmış hayatı yeniden düzenleyerek rayına oturtmayı hedef edinmiştir. Bu sebeple Kurân, hidayet kitabı olarak nitelendirilmiştir.
Tefsirin amacı, Kur'ân'ın indiriliş amacına uygun olmalıdır. Tefsirimin de bu özelliğe sahip olduğunu düşünüyorum.
Tefsirimi hazırlarken, çağımızda ve önceki dönemlerde yazılmış tefsirlere müracaat ettim. Okuyucuyu yorup meşgul etmemek için çoğu zaman müracaat ettiğim kaynakları isim olarak zikretmedim. Okuyucu tarafından ihtiyaç duyulacağını düşündüğüm yerlerde ise müracaat ettiğim kaynakları ismen zikrettim.
Ekol ve şahıs olarak kimsenin etkisinde kalmadığımı düşünüyorum. Bugüne kadar okuduklarımı ve hayattan edindiğim birikimimi Kur'ân metniyle test ederek, vüs'atım nisbetinde yazdım ve yansıttım.
Günümüz insanının meşgalelerini göz önünde bulundurduğumdan, sözü uzatmamaya gayret ettim. Bu nedenle birçok meselede genel okuyucuyu ilgilendirmeyen akademik tartışmalardan uzak durmaya çalıştım. Genel okuyucunun anlayabileceği bir dil kullanmaya özen gösterdim.
Esasen tefsir yazmayı çok önceleri düşünmüştüm. Ama niyetimi fiiliya
ta her geçirmek istediğimde 'daha çok birikime ihtiyacım var' diyerek erteledim. Zamanla bunun sonunun gelmeyeceğini yaşayarak anladım. Daha da ertelersem belki de düşüncemi asla gerçekleştiremeyecektim.
On bir yıl önce başladığım tefsir yazma işini noktalıyorum. Benim için çok yararlı oldu. Okuyucularıma da yararlı olmasını diliyorum.
Mehmet Sait Şimşek
2010 - Konya
Fatiha Sûresi
Mekke'de indirilmiş olup 7 âyettir. Başka isimlerle de bilinen sûre, indirilen ilk sûrelerdendir. Mushafın tertibine göre ilk sûre olduğundan, "açış yapan" anlamına gelen "Fatiha" ismiyle meşhur olmuştur.
Kur'ân'ın muhtevasını özet olarak içerdiği kabul edilmektedir. Bu yüzden isimlerinden biri de "Ummu'l-Kitap"tır. Zira Arap dilinde "ana" anlamına gelen "umm" kelimesi, "kaynaklık eden, kuşatan" anlamında kullanılmaktadır. Buna göre Fatiha sûresi, Kur 'ân 'a kaynaklık etmektedir. Gerek bu yönüyle ve gerek namazın her rekâtında tekrarlanması sebebiyle sûrenin ayrı bir önemi vardır.
Kaynağı itibarıyla bir sûrenin diğerlerinden üstünlüğünden söz edilemez. Çünkü Kur'ân'ın tamamı Allah kelamıdır. Belki bir sûrenin öneminden söz edilebilir ki o da insanların ona duydukları ihtiyaçtan kaynaklanır. İnsanlar, bazı sebeplerle belli bir dönemde veya bütün zamanlarda bir sûreye diğerlerinden daha fazla ihtiyaç duyabilirler. Bu anlamda Fâtiha sûresi Kur'ân'ın en önemli sûrelerindendir.

Hem Rahmân hem Rahim olan Allah'ın adıyla.
Hamd âlemlerin Rabbi Allah'adır.
O hem Rahmindir hem Rahimdir.
O din/hesap gününün sahibidir.
(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz.
Bizi doğru yola ilet.
Nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil.
Nahl sûresinde "Kur'ân okuduğun zaman kovulmuş olan şeytandan Allah 'a sığın " (Nahl 16/98) denildiğinden Kur'ân okumaya başlarken besmeleden önce istiâze diye bilinen ve "kovulmuş şeytandan Allah 'a sığınırım" anlamına gelen " " sözü söylenir. Onun ardından da besmele çekilir.
"Hem Rahmân hem Rahim olan Allah'ın adıyla"
Sûre başlarındaki besmelelerin Kur'ân'dan olup olmadığı tartışma konusudur. Bazı âlimler Kur'ân'dan olmadıklarını söylerken, bazıları Kur'ân'dan olduklarını fakat her sûre başında müstakil olarak indirilmediklerini ve dolayısıyla o sûrenin bir âyeti olmadıklarını söylerler. Bazıları ise başında bulundukları sûrenin ilk âyeti olduklarını söylemektedir.
Sahabe döneminde Müslümanların, Kur'ân'dan olmayan bir şeyin, ondan olduğu sanılmasın diye herhangi bir şekil veya işaretin bile Kur'ân'a yazılmaması konusundaki hassasiyetleri bilinmektedir. Onların döneminde sûre başlarında besmelenin yazıldığı da bilinen bir husustur. Bu yüzden sûre başlarında bulunan besmelelerin Kur'ân'dan olduğu kanaatindeyiz.
Nahl sûresinin yukarıya aldığımız âyetinde Kur'ân okumaya istiâze ile başlanması istenildiği halde sahabe, istiâzeyi ne Kur'ân'ın girişi mahiyetinde olan Fâtiha sûresinin ve ne de başka bir sûrenin başına yazmışlardır. Buna karşılık Tevbe sûresi hariç bütün sûrelerin başına besmeleyi yazmışlardır. Peygamberin, her önemli işe başlarken besmeleyle başlanmasını tavsiye etmesinin bu yazmaya gerekçe olduğu da söylenemez. Çünkü Kur'ân okumaya isüâze ile başlanması bizzat Allah tarafından istenmiştir.
Süre başlarındaki besmelelerin o sûrenin ilk âyeti mi olduğu yoksa müstakil olarak mı indirildiği tartışması Fâtiha sûresi için de geçerlidir. Biz burada çoğunluğa uyarak besmeleyi Fâtiha'nın birinci âyetiymiş gibi numaraladık.
Besmelede ardı ardına zikredilen Rahmân ve Rahîm isimlerinin Allah'ın engin merhametini dile getirdiği müfessirlerce kabul edilmekle birlikte bunların kimlerle ilgili olarak kullanıldıkları konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler ikincisinin, birincisinin anlamını pekiştirmek için kullanıldığını söylemektedir. Bazıları da Rahmân kelimesinin Allah'ın dünyadaki rahmetini ifade ettiğini ve bu nedenle inanan inanmayan herkes için söz konusu olan Allah'ın merhametini içerdiğini, Rahîm kelimesinin ise ahirete yönelik olduğunu ve sadece iman edenleri kapsadığını söylerler.
Bir işe başlarken kişinin, anlamını bilerek ve inanarak besmele okuması Allah'ın bol ve tükenmez merhametinin kendisiyle birlikte olduğunu hissetmesi anlamına gelir ki bu, hayata dair hem olumlu ve umut dolu bir bakış sağlar hem de en zor işleri insanın gözünde kolaylaştırır. Büyük işler başarabilmenin ilk ve en etkili adımı kuşkusuz o işin başarılabileceğine inanmaktır.
"Hamd âlemlerin Rabbi Allah'adır."
Allah'a hamdetmek, fazilet ve üstünlüğünden dolayı O'nu en mükemmel şekliyle övmektir ve dolayısıyla şükretmekten daha geneldir. Çünkü şükretmek, belli bir iyiliğe karşı takdir duygularını dile getirmektir. Allah'ın üzerimizdeki nimetleri öylesine sınırsız öylesine daimidir ki bunu ifade etmek, ancak hamd ile mümkün olabilir. Bizi yaratan ve yaşatan O'dur. Hatta başkaları vasıtasıyla bize ulaşan nimet ve iyiliklerin temelinde de O vardır. O dilemediği takdirde hiç kimse bize bir iyilikte bulunamaz. Evreni var eden de O'dur. Öyleyse O'na hamd ederken bize ulaşan bütün nimet ve iyiliklerin kaynağının O olduğunu ifade etmiş oluyoruz. Üzerimizdeki nimetleri sürekli olduğuna göre O'na hamdimiz de sürekli olmalıdır. Hamdimiz, bize verdiği nimetlere denk olmasa da, yaptığımız hamdden dolayı Yüce Allah bize ayn mükâfatlar vermektedir.
Allah'a hamdeden kişi bununla tevhid inancını da dile getirmiş olur. Çünkü Allah'a hamdeden kişi, bütün nimetlerin Allah'tan olduğunu ve Allah'ın her şeyin sahibi ve hâkimi olduğunu kabul etmiş demektir. Nitekim hamdde-ki tevhid inancı, âlemlerin Rabbi ifadesiyle de pekişmektedir. O halde bu âyet aynı zamanda tevhidin de bir ifadesidir.
Rab kelimesi sahip, yönetici, terbiye eden, ıslah eden gibi anlamlarda kullanılır. Kelime, yalnız başına ve el takısı ile er-Rab şeklinde sadece Allah hakkında kul anılmaktadır. Başkası hakkında ise ancak isim tamlaması şekliyle kullanılabilir. Bu da mutlak rablığın Allah'a ait olduğunu gösterir.
Âlemin kelimesi ise kimi dilcilere göre Allah dışındaki bütün varlıklar için kullanılırken, bazı dilcilere göre de sadece akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılmaktadır. Bu ikincilerin görüşüne göre insanlar, melekler ve cinler bu kelimenin kapsamı içerisine girmektedir.
Hamdeden mü'min, gönlünde bir ferahlık duyar. Çünkü o, yaratıcısının kendisine verdiği nimetlerin bilincindedir ve bu nimetler karşısında övgüsünü dile getirmektedir.
Hamd kelimesinin başındaki el takısı ise istiğrak/kapsamlılık ifade eder. Buna göre, en güzel övgülerin tamamı hamd kapsamına girmektedir.
Sözünü ettiğimiz sebeplerden dolayı hamd sadece Allah'a yapılır ve sadece O'na mahsustur.
"O hem Rahmandır hem Rahimdir.''
Şayet besmele Fâtiha sûresinden ise, Allah'ın Rahmân ve Rahîm oluşu bu âyetle sûrede ikinci kez tekrarlanmış olmaktadır. Böylece Allah'ın rahmetinin kapsamlılığı tekrar dile getirilmiş olmaktadır.
Burada siyak içerisinde "Rahmân ve Rahîm "in kazandığı bir anlama dikkat çekmek isteriz. Rab kelimesinin anlamlarından birinin "terbiye edici, eğitici" olduğunu belirtmiştik. Kuşkusuz Yüce Allah'ın insanları eğitmesinde de O'nun Rahmân ve Rahîm oluşunun önemli bir etkisi vardır. Kullarının dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmaları için peygamberler göndermesi, onlara olan merhametinin bir sonucudur. Genelde dinin âhiret mutluluğunu sağladığından söz edilir ama dünya mutluluğunu sağladığından pek bahsedilmez. Oysa din, âhirette olduğu gibi dünya hayatında da muduluk getirir. Peygamberimizden bahisle Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya 21/107). Görüldüğü üzere âyette herhangi bir kayıt getirilmeden Peygamberin âlemlerin tamamına rahmet olduğu ifade edilmektedir.
"O din/hesap gününün sahibidir."
Din günü ile insanların âhirette hesap verecekleri gün kastedilmektedir. İnsanlar o gün bu dünya hayatında işlediklerinin karşılığını göreceklerdir. Âhirete ve orada hesap vermeye iman etmek, dünya hayatına da derin etkileri olan bir inançtır. Kişinin, bu dünya hayatında yaptıklarının âhirette hesabını vereceğine iman etmesi kadar davranışları üzerinde etkisi olan başka bir şey düşünülemez. Kişi ancak bu inançla süflî arzuların baskısından kurtulabilir.
Burada bir noktaya değinmek gerekir: Allah'a hesap verme anlayışı, korkutan ve cezalandıran bir Allah'a iman etmek şeklinde algılanmamalıdır. Çünkü hesap sonucunda ceza görmek söz konusu olduğu gibi, büyük mükâfatlara kavuşmak da söz konusudur. Dünya hayatı bir imtihandır ve kişi bu dünya hayatında ne ekmişse âhirette onu biçecektir.
Sahih din anlayışında Allah sevgisi ile Allah korkusu dengelenmiştir. Allah korkusu, vahşi hayvanlardan korkma şeklinde bir korku değil, Allah'ın azameü karşısında O'na duyulan saygıdan kaynaklanan bir korkudur. Bu korkuya sevgi ve saygı da eşlik etmektedir. Mü'min, Allah'ı büyük bir sevgi ile sever, ancak azabından da son derece korkar ve bu azaptan korunmaya çalışır. Bu dengeyi yakalayamayanlar sahih bir inanca kavuşamazlar.
Cennete girmek de Cehenneme girmek de kişinin kendi elindedir. Çünkü Cennet de Cehennem de kişinin işlediklerinin bir sonucudur.
"(Rabbimiz!) Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz."
Buraya kadar Allah'ın yüceliği anlatıldı. O'nun yüceliği, yarattığı ve akıl verdiği insana birtakım sorumluklar yüklemektedir. İnsan, yaratıcısına karşı nasıl bir tavır takınacaktır?
Yukarıda anlatılanların insana yüklediği sorumluluk, sadece Allah'a kulluk etmesi ve sadece O'ndan yardım dilemesidir.
İbadet, yani kulluk, olağanüstü bir sevgiyi ve bir o kadar boyun eğip itaat
etmeyi ifade eder. Bu öyle bir itaattir ki kişi, kime ibadet ediyorsa onun emir ve yasaklarına tam olarak teslim olur; asla karşı gelmez ve onun buyruklarını her türlü emir ve yasağın üstünde tutar.
Arap dilinde köle anlamına gelen "abd" kelimesi de aynı köktendir. Buna göre Allah'a ibadet, zahir ve bâtın amellerin tamamını kapsamaktadır. Bu sebeple müfessirler "ibadet ederiz" anlamına gelen "na'budu" kelimesini açıklarken buna, "Emir ve yasaklarım hâkim kılar; kabul ederek ve isteyerek onlara itaat ederiz" anlamını vermişlerdir. (İbnuAtiyye, I, 118).
"Sana " anlamına gelen " " kelimesinin, "ibadet ederiz " anlamına gelen "4iı" kelimesinden önce getirilmesi, ibadetin sadece Allah'a yapıldığını ifade etmek içindir. Yüce Allah başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır: "Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi buyurmuştur." (İsrâ 17/23) Buna göre "yalnız sana ibadet ederiz" diyen kişi, Allah sevgisi ile başka herhangi bir şeyin sevgisi çatıştığında Allah sevgisini; başka herhangi birinden korkmak ile Allah'tan korkmak çatıştığında Allah'tan korkmayı tercih edeceğini; yine Allah'a itaat ile başkasına itaat durumları çatıştığında da Allah'a itaat etmeyi yeğleyip üstün tutacağını söylemektedir.
"Yalnız Allah'tan yardım dilemeye" gelince, burada da " " kelimesinin, "yardım dileriz" anlamına gelen IS" kelimesinden önce zikredilmesi, yardımın sadece Allah'tan olduğunu ve sadece O'ndan isteneceğini ifade etmek içindir. "Allah sana sıkıntı verirse, O'ndan başkası o sıkıntıyı gideremez. Sana bir iyilik verirse, başkası onu engelleyemez. O, kullarının üstünde yegâne tasarruf sahibidir." (En'âm 6/189).
Allah'tan yardım istemek, diğer bir ifade ile dua etmek, kulluğun ifadesidir. Nitekim Peygamber'den, "Dua ibadetin özüdür" şeklinde bir hadis rivayet edilmiştir (Tirmizi, Kitabu'd-daavât). İbadet edilirken kul ile Allah arasına bir üçüncü kişinin girmesi nasıl doğru değilse ve ibadet sadece Allah'a yapılıyorsa, dua ederken de araya aracı konulmaz.
"Bizi doğru yola ilet."
Kulların sadece O'na kulluk edecekleri ve sadece O'ndan yardım isteyecekleri zikredildikten sonra onların, Rablerinden ilk istekleri, kendilerini doğru yola iletmesi olmuştur. Onların bu isteğine cevap verilmişür. Bakara sûresinden başlayarak son sûreye kadar Kur'ân'ın tamamı bu isteğe verilen cevapür. Zira Kur'ân doğru yolun ta kendisidir. O halde kul, bu isteğinde samimi ise inanç ve hayatını Kur'ân'a göre düzenleyecektir.
"Nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil."
Nimet, insanın benimsediği ve hoşlandığı her güzel şeye denir. Ancak bu âyette, ister şu anda olsun ve ister gelecekte olsun; ister dünyaya ait olsun ister âhirete ait olsun, ayrıca ister maddî olsun ister manevî olsun, devam eden ve kalbin de hoş karşılayıp içine sindirdiği her türlü yararlar anlamında kullanılmıştır. (Ebu Zehra, I, 69).
Fâtiha'nın, bir bütün olarak sûre halinde indirilen ilk sûreler arasında olduğuna dikkat çekmiştik. Yani Fâtiha sûresi indirildiğinde henüz Kur'ân-ı Kerim'in büyük çoğunluğu indirilmemişti. Bu nedenle bazı müfessirler, "Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimseler" ifadesiyle önceki peygamberlerin kastedildiğini söylerler. Dolayısıyla Allah'tan bu yola hidayet ettirilmeyi isteyenler Müslümanlar olduğuna göre, bu yolun, kendilerinden önceki peygamberlerin yolu olduğu anlaşılmaktadır. Akla ilk gelen de budur. Bu vesileyle şu hususa dikkat çekmemiz gerekir: Bütün peygamberlerin yolu birdir ve Peygamberimizin yolu da aynı yoldur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Peygamberimize şöyle hitap edilmektedir. "İşte o peygamberler Allah'ın hidayet ett