HAYRAT RAHLE Boy YALDIZLI KUTULU Muhtasar KURAN ve Meal Mühürlü

Fiyat:
750,00 TL
İndirimli Fiyat (%33,3) :
500,00 TL
Kazancınız 250,00 TL
Havale / EFT:
485,00 TL
141,25 TL'den başlayan taksit seçenekleri için tıklayın.
Aynı Gün Kargo Sınırlı Sayıda

Kitap              KUTULU Kuranı Kerim ve Muhtasar Meali, Rahle Boy
Hattat             Ahmet Husrev Altınbaşak
Hazırlayan     Hayrat Neşriyat İlmi Araştırma Merkezi Meal Heyeti
Yayınevi         Hayrat Neşriyat
Kağıt - Cilt      Sarı Şamua  - KUTULU Yaldızlı , Lüks Bez Cilt
Sayfa - Ebat   696 sayfa  -  19x28 cm, Rahle Boy
Yayın              2005 Baskı - Diyanet Mühürlü Onaylı baskı

 
 
Not: Eserin Kur'ân-ı Kerim metni ve meal fontu büyütülmüş cildi de yenilenmiştir. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından onaylanmıştır.
 
Hayrat Neşriyat Muhtasar Mealli Kuranı Kerim kitabı nı incelemektesiniz.
Rahle Boy Mühürlü Mealli Kuranı Kerim kitabı hakkında yorumları okuyup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
 
Yaratan Rabbinin adıyla  oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2



Rahle Boy Kuranı Kerim ve Muhtasar Meali
 
Ahmed Husrev hattı Tevâfuklu Kur’ân’ın meâli hâli olan Muhtasar Meâl, eserin son kısımlarında, her sayfa için ayrı ayrı olmak üzere, asrımızın imamı Bedîüzzamân Hazretlerinin te’lîf ettiği Risâle-i Nûr Külliyâtındaki îzahlarını ilgili âyetlere hâşiyeler halinde vermesinden dolayı sahasında ilk ve tek.

Muhtasar Meâl, 1930’larda Rumûzât-ı Semâniye isimli eserinde ‘tevâfuklu ve hâşiyeli’ bir Kur’ân’dan bahseden Bedîüzzamân Hazretleri’nin aynı zamanda tarihî bir vasiyetidir.

Bu hâliyle Muhtasar Meâl, okuyanlarla Kur’ân arasında ma’nevî ve sarsılmaz bağlar kurmakta, hem Kur’ân’ın göze hitab eden i’câzı olan ‘tevâfuk’ ile kalp âlemini nûrlandırmakta, hem de Kur’ân’ın sonsuz hakîkatlerinden latîf katreler takdîm ederek fikir dünyâmıza zenginlik kazandırmaktadır.
 

                         
            TAKDİM

 
Hakîkatler ve hikmetler menbaı olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân ni'metini, bizlere ihsan eden ve bizi Kur'ân hizmeti ile şerefyâb eden Mütekellim-i Ezelî, Rabbimiz, Halikımız, Cenâb-ı Vâhibü'l-Atâyâ Hazretlerine, nazil oluşundan kıyamete kadar okunacak ve yazılacak olan Kur'ân keli­melerinden ve harflerinden hâsıl olan sevablar adedince hamd ü senalar olsun.

Bütün hâlleri, sözleri ve tavırları ile Kur'ân-ı Hakîm'in en büyük mu'cizesi ve o hutbe-i ezeliyenin en parlak maz-harı olan, peygamberler reîsi, evliyalar seyyidi Hazret-i Fahr-ı Âlem Muhammed Mustafâ (asm)'a, hem şâir enbiyâ ve mürselîn ihvanına, hem âl ü ashabına ve umum sâlih kullara salât ü selâmlar olsun.

Peygamberimizin da'vâ-yı nübüvvetinin en büyük delîli olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân, bütün mevcudatın İlâhı unvanıyla Allah'ın kelâmı olmakla, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Hem o semavî kitab, belagat, i'câz ve îcâzıyla, herbir âyeti arasında kuvvetli irtibatlar bulunan ve âyetleri birbirini tefsîr eden, böylece bölünmesi müm­kün olmayan bir "kelime-i vahide" hükmünde mukaddes bir kütübhânedir.

Bu hususiyeti i'tibâriyledir ki, Kur'ân-ı Kerîm'in en iyi müfessiri, yine Kur'ân'dır. Onun gaye ve maksadlarını, ondan sonra bize en iyi öğretecek olan, pek çok âyâtın sarâhatiyle ifâde edildiği gibi, teblîğ ile birlikte tebyîn vazîfesiyle de muvazzaf olan ve vahyi bizzat telakkî eden Resûl-i Ekrem (asm)'dır. O zat (asm)'ın beyânı, bütün tef­sirlerin aslı ve esâsıdır ki Kur'ân'ın ma'nâ ve hakîkatlerini, ümmetine hâl ve kal lisanıyla teblîğ etmiştir.
 
Fahr-ı Âlem (asm)'ın dâr-ı bekaya irtihâllerinden son­ra, gerek sahâbe-i kiram ve selef-i sâlihîn (radıyallâhu anhüm ecmaîn), gerekse arkalarından gelen nice güzîde insanlar, Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'ın ve sünnet-i seniye-nin ruhuna muvafık bir hassasiyetle Allah kelâmındaki marzıyât-ı İlâhiyeyi anlamak ve başkalarına da anlatmak gayesiyle, tefsir faaliyetlerinde bulundular.

Bütün bu nûrânî ve samîmî gayretler, Kur'ân hakîkatlerinin daha kolay anlaşılmasına hizmet etti. İslâmiyet'in cihanşümul hüviyetiyle, Arab olmayan ve Arabca da bilmeyen insanların fevc fevc bu Hak Dîne dehaletleri netîcesinde, onların da Kur'ân'dan istifâde etmeleri ihtiyâcı ve böylece bu tefsirlerin şâir dillere çevrilmesi zarureti hâsıl oldu. Binlerce cildlik eserler, bu maslahatla muhtelif lisanlara tercüme edildi ve istifâde umûmîleşti.

Bu tercüme zaruretine ve bu hizmetin güzelliğine rağ­men, üzerinde hemfikir olunan hakîkat şudur: Bir eserin başka bir dile çevrilmesi esnasında, o kelâmın, o metnin ma'nâsını diğer bir lisanda aynı hacimde kalarak dengi bir ta'bir ile aynen ifâde etmek zordur. Bu hâl bilhassa, ilmî ve edebî metinlerde iyice müşkillik arz eder.

Hattâ öyle metinler vardır ki, onun ifâdesindeki ince­liğin, nüktelerin, vurguların kendi lisânındaki zenginliğiyle tercüme edilmesi pek mümkün değildir. O metin o haliyle, sanki sâdece o lisâna has gibidir. Böyle ibarelerin diğer lisanlara çevrilmesi, artık birebir kelimelerle değil, daha uzun ve geniş veya daha farklı ifâdelerle tahlîl edilerek ancak yapılabilir ki, buna da uzunluğuna ve mâhiyetine göre artık tercüme değil, tefsir veya meal denilmektedir.
 
Bilhassa îcâz ta'bîr edilen, az sözle çok ma'nâları ifâde eden; ve i'câz denilen, beyânı ile dinleyenleri mest ederek taklidinde âciz bırakan; ve herbir âyetinde, her-bir kelimesinde, hattâ herbir harfinde ve sükûnunda nihayetsiz hikmetler bulunan; ve mübarek müdakkik na­zarların ictihadlarına hüccet olacak incelikler taşıyan; ve en mükemmel dînin esâsâtını vaz' eden Kur'ân'ın birebir hakîkî tercümesinin yapılmasının mümkün olmadığı ve olamayacağı ise aşikârdır.

Bununla beraber, dînî hükümlerin mukaddes mahfa­zaları olan lâfızlarının yerine hiçbir şey ikâme edilemez, yerlerini tutamaz, vazifelerini göremez. Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'ın cihandeğer üslûb-ı âlîsinin yerini, kâinattaki hiçbir ta'bîrât dolduramaz.

Hakîkatte tercüme denilen şeyler ise, her ne kadar tercüme hassasiyetiyle, olabildiğince metne bağlı kalarak yapılmaya çalışılsa da, bu noktada artık gayet "muhtasar, nakıs birerç meâl" hükmündedir. Çünki, âyetlerin ma'nâlarını biraz noksanı ile ifâde etmek ve tefsirlerde beyân olunan nice hârika nazarların serd edildiği ihtimâllerden zarûreten sâdece bir ihtimâli tercîh etmek, o metnin aynen tercüme­si demek değildir.
Zîrâ Kelâmullah'ın ma'nâsını ifâde ederken, be­şer sun'unun ve dahlinin olduğu her yerde, velev ki bu ifâde, yüzlerce cildlik bir tefsîr ile olsun, netîcede orada 'bize göre' kaydıyla bir hasr, bir tahsis ve o âyetin pek çok vücûhundan tek bir vechini tercih var demektir.

Bu böyle olduğu hâlde, nisbî bir istifâdenin ötesin­de, mealin Kur'ân ile denk olduğu fikrine kapılarak, o hakikatleri geniş olarak açıklayan tefsirleri ihmâl etmek, hem münhasıran meal ta'lîm etmenin, "Kur'ân'ı ve dola­yısıyla murâd-ı İlâhîyi gerçek veçhiyle anlamak ve ondan şer'î hüküm çıkarmak için kâfî olduğu" iddiasında bulun­mak, doğru bir düşünce değildir.

Hem ecdadımızdan böyle bir hizmeti, hakkını vererek yapabilecek olan dirayet sahibi nice ehl-i ilim, bu mevzu'da asırlardır sırf bu endişe ile hassasiyet göstermişlerdir.

İşte mezkûr fâsid telakkî netîcesindedir ki Kur'ân, lâfzı ve ma'nâsı ile mu'cize olduğu hâlde, "Türkçe Kur'ân" veya "Kur'ân'ın Türkçesi" gibi yanlış ta'bîrâtı ehl-i îman bilmeyerek kullanıyorlar.

Hâlbuki meal metni, sû'-i niyet ve menfî bir kasıd ile yahut gaflet ile mütâlâa edildiği vakit mahzurlu iken, Kur'ân metninin aslını ve onun tefsirlerinin yerini tutama­yacağı bilindiği ve böyle kabul edildiği takdirde, faydasının pek ziyâde olacağı ise muhakkaktır. Zîrâ o ezelî kelâmın mukaddes ma'nâlarını insanların anlayışına bir derece yaklaştırmak, ulvî hakikatlerinin anlaşılmasını kolaylaş­tırmak, hergün okunan ve dinlenen Kur'ân âyetlerinin ma'nâlarını, çok muhtasar, çok kısa da olsa anlamaya çalışmak elbette güzeldir.

İnsanlık, Kur'ân'ın feyiz ve bereketine her asırda muhtaçtır. Ancak, Kur'ân'ın etrafındaki surların yıkılıp ar­tık i'câzının kendisine çelik bir zırh olarak kaldığı ve âhir zaman fitnelerinin sağanak hâlinde ehl-i îmâna hücum et­tiği, hem îmânı muhafaza etmenin kor ateşi elde tutmak gibi zor ve müşkil bir hâle geldiği, bid'a ve dalâletlerin şahsî ve içtimaî hayâtı istîlâ ettiği felâket ve helâket asrı­nın bîçâre ve mütehayyir insanları, onun sönmez nuruna daha ziyâde muhtaçtırlar.

İşte böyle bir zamanda, her cihetten ve görülmemiş müfsid vâsıtalarla Kur'ân'a ve îmâna hücum edildiği bir hengâmede; "Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez ma'nevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya isbât edeceğim!" deyip Kur'ân'ı müdâfaa nâmına cihâna meydan okuyan, maddî ma'nevî her türlü zorluklara göğüs gererek, Kur'ân ve îman hakîkatlerinin muhafazası ve gönüllere nakşolunması, hem sünnet-i seniyenin ihyâsı için cansiperane nûrânî bir hizmet­le küfrün temel taşlarını zîr ü zeber eden, en mütemerrid ve muannid Kur'ân düşmanlarını ilzam edip susturan ve Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu kat'î bir surette isbât edip hak Kelâmullah olduğunu kör gözlere dahi gösteren, çilekeş Kur'ân dellâlı Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Haz­retlerinin beyân ettiği şekilde; asır marîzdir, ümmet ma'nen hastadır ve millet de dehşetli rahnelerden mutazarrır ve illet­lidir; reçete ise, İttibâ-ı Kur'ân'dan başka bir şey değildir.

İşte bu hâlis ve nûrânî gayeye ma'tuf olmak üze­re, Bedîüzzaman Hazretleri, hem Kur'ân hattının muhafazasına hizmet etmek; hem Kur'ân-ı Hakîm'in ma'nâlarında, hakikatlerinde ve işaretlerinde olduğu gibi, lâfızlarında ve harflerinde dahi çok sırlar ve meziyetler bulunduğuna bir zemin ihzar etmek ve nazar-ı dikka­ti Kur'ân'ın hattına çevirip, hakîkatlaerine ehemmiyetle baktırmak; hem de, Kur'ân-ı Hakîm'in dersiyle, irşâdıyla, ilhâmıyla, feyziyle ve yalnız onun ta'lîmiyle ve imlâsıyla yazılan Risâle-i Nûr'u, asıl menbaı olan Kur'ân'a rabtedip; ve onlar kimin malı olduğunu ve neye hizmet ettiklerini, ve neyin burhanları olduklarını, onların meziyetleri nere­den geldiklerini göstermek için yeni bir tarz ile Mushaf-ı Şerîfi yazdırıp haşiyelerinde, âyetlerin hakîkatlerinin han­gi risalelerde beyân edildiğini şifre nev'inden rakamlarla işaret etmek, adetâ haşiyesinde dilsiz bir tefsir, şifreli bir şerh, rakamlı bir haşiye, sükût ile bir beyânı yazmak ve o Sözler katrelerini (Risâle-i Nûr'u) o denize dökmek azmin­de ve niyetinde olduğunu yaklaşık yetmiş sene önce ifâde ediyor. (Rumuzât-ı Semâniye, 8)

Selef-i Sâlihîn'in, âyetlerin asıllarına herhangi bir şey karışmasın diye Kur'ân sahîfelerine haşiyelerle îzahlar düşülmesindeki içtinâbından korktuğunu, fakat daha sonra gelen müteahhirîn ulemâsının buna fetva verdi­ğini yine Rumûzât-ı Semâniye adındaki eserinde beyân eden Bedîüzzaman Hazretleri bu niyetlerini: "Eğer reyiniz inzimam ederse, Kur'ân'ın i'câz-ı zahir ve ma'nevîsine medar bazı işaretlerle, haşiyesinde hangi risalede îzah ve isbât edildiğine işaret olunacaktır" diyerek, bu hizmeti bir nevi' zımnî muvafakatle, içlerinde mühim âlimler de bulu­nan talebelerinin meşveretine havale etmiştir.

İşte, "Kur'ân-ı Kerîm ve Muhtasar Meali" nâmıyla takdîm ettiğimiz bu çalışma, milletimizin îmânının selâmeti için yegâne yol olan Kur'ân'la merbûtiyetin te'sîsi gayesiyle, yirminci asırda her cihettşn Kur'ân'a hizme­ti müsellem, nâdire-i zaman bir şahsiyetin, yetmiş sene önce niyet ettiği, fakat ömrü vefa etmediği bu hizmeti, onun vasiyeti telakkî edip, îfâsını kendilerine gaye edi­nen ve onun bu asra damgasını vuran rahle-i tedrîsinde yetişen talebelerinin, üstadları gibi sırf Allah rızâsını esas tutmaya çalışarak, yine ondan aldıkları ders ile, feyiz ile yapmaya himmet ettikleri mütevâzi' bir gayrettir.

Neşriyatımızın bünyesinde bulunan İlmî Araştırma Merkezi nezâretinde on yıla yakın süren bu çalışma, ge­rek yurt içindeki muhtelif İlahiyat Fakültelerinden ve şark medreselerinden, gerekse yurt dışındaki Câmi'ü'l-Ezher gibi dînî eğitim veren üniversitelerden ve medreselerden me'zun olan on kişilik bir hey'et tarafından yapıldı.
 
İstişare esas tutularak, hey'et hâlinde hazırlanan bu nihâî metin, son olarak ilahiyat, edebiyat, târih, psikoloji, pedagoji, eğitim, mühendislik, teknik eğitim, tıb, iktisad, hukuk, siyasal, güzel san'atlar gibi çok farklı meslek ve ihtisaslara sâhib, ricâlen nisâen oldukça kalabalık bir hey'etin baştan sona ciddî tedkik ve iştirakiyle, görüşlerin­den istifâde edilerek bir yıla yakın bir süre içinde redakte edildi.

Bu samîmî çalışmamızın her safhasında her ne ka­dar Kur'ân-ı Azîmü'şşân'ın izzetine ve kudsiyetine yakı­şır bir tavr-ı hürmet ile a'zamî bir ihtimam ve hassasiyet gösterilmişse de, taksîrâttan ve noksanlıklardan hâlî ol­madığımızdan, sehivlerimiz olmuşsa, bunların hüsn-i ni­yetimize hamledilerek tashih ve ikmâl edilmesine vesîle olmak üzere tarafımıza bildirilmesini bütün mü'min kar­deşlerimizden rica ederken; tevbeleri kabul eden, hatâları affeden, hem hîbe ve atiyyesi vâsi' olan, dilediği kullarının seyyiâtlarını dahi hasenata çeviren Rabbimizden, tazarru' ve niyazımız odur ki; hatâlarımızı affedip bizleri rızâsına mazhar eylesin! Hem kendisine sonsuz hürmet ve me-veddetle bağlandığımız Habîb-i Rabbü'l-Âlemîn, Fahr-ı Âlem ve Resûl-i Kibriya Aleyhissalâtü Vesselam Efendi­miz Hazretleri bu hizmetimizden ruhen hoşnûd olsun!

Bizler bugün, "Elde Kur'ân gibi bir mu'cize-i bakî varken, başka bürhân aramak aklıma zâid görünür" de­yip, âlem-i ma'nâda aldığı irşada binâen tevhîd-i kıble eden ve kendisine ilk üstad olarak Kur'ân'ı bilen, hem hayâtının lisân-ı haliyle Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi, "Ben hayatta olduğum müddetçe Kur'ân'ın bendesi ve Hazret-i Peygamber'in (asm) yolunun toprağıyım" ahdin­de bulunan ve bütün sergüzeşt-i hayâtı ile bu kararlılığı­nı isbât etmiş bir zât olan Bedîüzzaman Hazretleri'nin, gayet halisane ve nûrânî bir arzusunu îfâ etmenin, Kur'ân hesabına bir nebze olsun hizmet etmenin sürür ve saadetini yaşıyoruz.

Böyle bir hizmeti bizlere nasîb eylediği ve şu mihnet ve kürbet asrında bizleri kendi hâlimizde başıboş bırakmayıp, Kur'ân'ının nurundan mahrum etmediği için Rahmanü'r-Rahîm olan Hakk Teâlâ Hazretlerine nâmütenâhî medyun u müteşekkiriz ve hâmidiz.

Kelâmullâh'ın anlaşılmasına müteveccih hizmetlerde­ki şerâfet ve muvaffakiyet, ancak o mâide-i semâviye'nin misilsizfeyzindendir, hem o Furkân'a hizmetkâr kabul edi­lip, hak bir da'vâda istihdam edilmenin alâmeti ise, ancak ihsân-ı İlâhî, kabûl-i Rabbânî mazharı olarak o hizmette muvaffak kılınmak olabilir, diye telakkî ediyoruz.
 
Rabbimiz, Halikımız olan Cenâb-ı Hakk'dan niyazımız odur ki; aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu Kur'ân'ın nuruyla nûrlandırsın! Nefsimizi Kur'ân'ın nuruyla irşad ve onun nuruyla terbiye eylesin! Hem bizleri o nûr ile yaşatsın, o nûr ile huzuruna alsın! Âmîn.

Biz, Hakk Teâlâ'nın Mecîd Kur'ân'ına hizmetkârlık ihsanını ve lütfunu, münhasıran O'nun ikram, ihsan ve inayeti bildik, öyle kabul ettik ve yine O'nun kudreti­ne istinâd ederek gayret ettik. Te'sir, terğib ve tevfik ise ancak Müfettihü'l-Ebvâb olan Cenâb-ı Vâhibü'l-Atâyâ Hazretleri'ndendir. 
 
Hayrat Neşriyat 10 Muharrem 1422
 
 
            MUKADDEME
 
Bütün semâvât ve arzın yaratıcısı nâmına bir hitâb olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân, her asra ve her tabaka insana en lüzumlu ihtiyaçlarını ve hisselerini eşsiz bir üslûb ile veren; anlayış ve zekâca muhtelif binler tabakalara feyzini dağıtıp, nurunu neşreden ve milyonlar akılların tefekkür ettiği, dillerin tilâvet ettiği, kulakların dinlediği bir kitab ol­duğu hâlde, gençliğinden zerre mikdar kaybetmeyerek, sanki yeni nazil olmuşcasına taptaze kalan umûmî bir muallim ve hâs bir mürşiddir.

Beşeriyetin hakîkî mürşidi olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın cihanşümul bir hüviyet arz etmesinden ve âlem-i İslâm'da, muhtelif lisanlarla konuşan pek çok kavim ve milletlerin mevcudiyetinden dolayı, 'Rabbimiz bizden ne istiyor, hem marziyâtı nedir?' diyen mü'minlere, Kur'ân hakîkatleri asırlardır, tenzîl buyurulduğu Arabca'nın haricindeki lisanlarda da tefsir ve meallerle ifâde ve îzah edilegelmiştir.
 
 
                  MEAL VE TERCÜME
 
Meal, lügavî olarak; bir şeyin varacağı yer ve gaye ma'nâsında mekân ismidir. Istılâhda ise, bir sözün ma'nâsını her cihetten değil, biraz noksanı ile, yaklaşık olarak ifâde etmeye denir.

Tercüme kelimesinin lügat ma'nâsı ise: "Sözü, bir li­sandan başka bir lisâna nakletmek" demektir. Istılahtaki ma'nâsı ise, bir kelâmın ma'nâsını, diğer bir lisanda dengi bir ta'birle aynen ifâde etmektir.

Bir tercümenin, asıl lâfzın ma'nâsına tamamen mutabık ve tam bir tercüme olabilmesi için; sarahatte (açıkça ifâde edilen yerleri, aynı açıklıkta ifâde etme­sinde), delâlette (açıkça beyân edilmediği hâlde lâfzen delâlet edilen ma'nâları, aynı incelikle göstermesinde) muvafık olmak zorundadır. rahle boy muhtasar kuran meali

Keza, icmalde (bir gayeye binâen tafsîl edilmeden hulâsa olarak beyân edilen yerleri, aynı kısalıkla ifâde etmesinde), tafsilde (genişçe açıklanan yerleri aynı geniş­likle beyânında), umumda (bir hükmü, umûmu ilgilendiren bir şekilde beyanda), hususda (bazı hükümleri ise husûsî tutmada) da ifâdeler denk olmalıdır.

Ve keza, ıtlakta (kimi hükümlerin başka ma'nâlara da hamlinin mümkün olabilmesi için sınırlarını çizmeyerek be­lirsiz bırakmasında), takyidde (bazı hükümleri ise, yanlış anlaşılmaya mahal vermeyecek şekilde, hududunu kesin olarak belirlemesinde), kuvvette (kelâmın belli ma'nâları tek bir kalıp ile değil, aynı ma'nâya gelen fakat farklı ince­likler taşıyan birçok kelimelerle vurgulamasında), isabette (metinde kimleri ve hangi ma'nâları muhâtab aldığının aşikâre bilinmesinde) de dengi bir ta'bîrle ifâde edilmelidir.

Ve yine hüsn-i edada (maksadı ifâde eden kelime­ler tek başına bile kaldığında, o ma'nâyı aynı güzellikle ifâde etmesinde), üslûb-ı beyanda (kendine has olan aynı üslûbla anlatmasında), hâsılı ilimde, (kullanılan edebî) san'atlarda asıldaki ifâdeye denk olması lüzumu vardır.
Hâlbuki muhtelif lisanlar arasında oldukça fazla müş­terek bağlar bulunduğu hâlde, herbirini husûsî kılan ve diğerlerinden ayıran, o lisâna mahsus birçok farklılıklar vardır. Lisânî hususiyeti olmayan veya az olan, yalnız akla hitâb eden bazı müsbet ilim ve tenlerle alâkalı eserlerin tercümesi rahatlıkla mümkün olsa bile, kalbe ve hissiyata hitâb eden ve lisan cihetiyle edebî kıymeti hâiz, az sözle çok ma'nâlar ifâde eden bedîî eserlerin tercümelerinde, asıl lisandaki ma'nâ ve maksad tamamıyla ifâde edileme­diği için, muvaffakiyet pek nâdirdir.

Tercümeler, harfî (lâfzî) ve tefsîrî (ma'nevî) olmak üzere iki kısma ayrılır. Harfî tercüme, nazmına ve tertîbine dikkat ederek, bir kelâmın ma'nâsını diğer bir lisanda misli bir ta'birle ifâde etmektir.

Tefsîrî yahut ma'nevî tercüme ise; nazmına ve tertîbine dikkat etmeden, bir kelâmın ma'nâsını diğer bir lisanda kendi üslubuyla ifâde etmek demektir.
 
 
                KUR'ÂN TERCÜME EDİLEBİLİR Mİ?
 
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın ma'nâsı ve hakîkatleri mu'cize olduğu gibi, mukaddes ma'nâların mahfazaları olan lâfızları dahi mu'cizedir. Kur'ân'ın lâfızları o tarzda­dır ki, herbir kelâmının, herbir kelimesinin, herbir harfinin, hattâ bazen herbir sükûnunun çok vecihleri, çok hikmet­leri bulunur.
Her türlü noksanlıktan münezzeh ve müberrâ ve ehl-i dalâletin bâtıl fikirlerinden mukaddes ve muallâ olan Zât-ı Akdes'in kelâmının ma'nâlarına zarf olabilen bir lâfzın ye­rini, elbette hiçbir beşerî lisan tutamaz.

Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'ın lâfızlarının adetâ elbise değil, ondan ayrılmayan cild mesabesinde olması bi'l-bedâhe ve bi'z-zarûre gösteriyor ki: Belâğatıyla asırlardır edibleri, fasih konuşanları ve hukemâyı dize getiren Kur'ân-ı Hakîm'in âyetleri, kâbil-i tercüme değildir.
 
Bununla beraber, çok cihetlerle mu'cize olan ve İlâhî kelâmın kalıbı ve sureti olan Kur'ân'ın üslûb-ı âlîsi, hem garîbdir, hem acîbdir, hem mukni'dir, hem de câmi'dir.

Kur'ân'ın üslûbu kendine mahsustur, gerek nüzulden önce gerekse sonra hiçbir beşerin ifâdesine benzemez. O Furkân'ın öyle bir üslûbu vardır ki, ne o başkasını taklîd etmiştir, ne de başkasının onu taklîde takati vardır.

Kur'ân'ın üslûbunun harikulade câmiiyetindendir ki, bir tek sûre, kâinatı içine alan Kur'ân'ın engin denizini ihtiva eder; bir tek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır; âyetlerin her birisi birer küçük sûre, sûrelerin çoğu küçük birer Kur'ân hükmündedir.

Hem Kur'ân'ın ma'nâları öyle hârika lâfızlarla ifâde edilmiştir ki, aynı anda muhtelif zaman ve mekânlarda yaşayan, ilim, irfan ve an'aneleri çok farklı bütün insan­lara hitabda ve onların idrâk seviyelerine uygunlukta zir­vededir.

O, bu hüviyetiyle ve üslûbunda hiçbir sun'îlik eseri bu­lunmamasıyla; bil'akis fıtrî bir selâset, akıcılık arz etmesi sebebiyle, lisânına cihanda benzerine tesadüf edilemeye­cek bir letafet vermiş olan eşsiz belagat sahibi bir kitâbdır.

Hem Kur'ân'ın üslûb-ı âlîsi o kadar harikuladedir ki; ne sâdece akla, ne de sâdece kalbe ve hissiyata hitâb eder; akıl, kalb ve hissiyatın hepsini birden muhâtab alıp zahirî ve bâtınî her his, duygu ve kabiliyetlerin ayrı ayrı olan ihtiyaçlarının hiçbirini ihmâl etmeden ma'nevî gıdalarını vererek, hepsini en münâsib bir üslûb ile doyurur.

Sıradan bir kelâmın dahi birebir tercümesi çok müşkil iken, herbir kelimesinde, harfinde, hattâ sükûnunda, her-bir detayında incelikler ve hikmetler bulunan, hem bütün efradıyla mu'cize olan ve en büyük dînin temel kitabı olan, hem ayrıca lisân-ı nahvî olarak çok zengin bir muhtevaya sâhib olup muntazam kaidelere dayanan ve bu zenginlik­lere müsâid bir lisanla beşere hitâb eden Kur'ân'ın tercü­me edilebilmesi imkânsızdır.

Şâir lisanların çok ince ma'nâları ifâde etmede Arabça ile mukayese edildikleri takdirde kifayetsiz kaldıkları bi­linen bir gerçektir. Belki de kaderin cilvesi olarak insanlık târihiyle birlikte asırlardan beri kendini Kur'ân lisânı olma­ya hazırlayan Arabca'nın bu zenginliği, Furkân-ı Hakîm'in lisân-ı Arabî ile indirilmiş olmasının hikmetlerinden biri olup, bu nükte, "Şübhesiz ki biz onu, anlayasınız diye Arabca bir Kur'ân olarak indirdik" (12/2) ve "Hiçbir eğriliği bulunmayan Arabca bir Kur'ân olarak (indirdik); umulur ki sakınırlar" (39/28) meâl-i icmâlîsindeki âyet-i kerîmelerin sarâhatiyle sabittir.
 
Kur'ân'ın kırk vücûh-ı i'câzını "Yirmi Beşinci Söz" lamındaki eserinde câlib-i dikkat ve nev'-i şahsına mün­hasır hârika bir üslûb ile isbât eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur'ân'ın camiiyetini îzâh sadedinde şöyle bir mîsâl vermektedir.

"Meselâ;  "  Elhamdulillah    " bir cümle-i Kur'âniyedir. Bunun en kısa ma'nâsı, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktizâ ettiği şudur:
Yani:  'Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hâsdır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd'a ki, Allah denilir.'

İşte 'ne kadar hamd varsa', 'el-i istiğraktan (lâm-ı ta'riften)' çıkıyor.

'Her kimden gelse' kaydı ise,  " hamdu  " masdar olup faili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifâde eder.

Hem mefûlün terkinde, yine makâm-ı hitâbîde kül-liyet ve umumiyeti ifâde ettiği için, 'her kime karşı olsa' kaydını ifâde ediyor.
'Ezelden ebede kadar' kaydı ise, fiilî cümlesinden, ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için, o ma'nâyı ifâde ediyor.
'Hâs ve müstehak' ma'nâsını ‘ lillahi ‘  deki 'lâm-ı cer' ifâde ediyor. Çünki o 'lâm', ihtisas ve istihkak içindir.
 
 'Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd' kaydı  ise, vücûb-ı vücûd,ulûhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zât-ı zü'l-Celal'e karşı birünvân-ı mülâhaza olduğundan, 'Lâfzullah' şâir esma vesıfata câmiiyeti ve İsm-i Azam olduğu i'tibâriyle, delâlet-i iltizâmiye ile delâlet ettiği gibi, Vâcibü'l-Vücûd unvanına dahi o delâlet-i iltizâmiye ile delâlet ediyor. İşte ‘ elhamdulillahi’ cümlesinin en kısa ve ülemâ-yı Arabiyece müttefekun aleyh bir ma'nâ-yı zahirîsi şöyle olursa, başka bir lisâna o i'câz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?

Hem elsine-i âlem içinde lisân-ı nahvî-i Arabî'den başka bir tek lisan var; o da hiçbir vakit Arab lisânının câmiiyetine yetişemez. Acaba o cami' ve i'câzdârâne olan lisân-ı nahvî ile mu'cizekârâne bir surette ve her ciheti birden bilir, irâde eder bir ilm-i muhît içinde zuhur eden kelimât-ı Kur'âniye; şâir elsine-i terkîbiye ve tasrîfiye vasıtasıyla, zihni cüz'î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimât-ı tercümiyesi nasıl o mu­kaddes kelimât yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki isbât edebilirim ki: Herbir harf-i Kur'ân, bir hakâik hazînesi hükmüne geçer; bazen bir tek harf, bir sahîfe kadar hakîkatleri ders verir." (Mektûbât, 29. Mektûb, 242-243)
                          
Netîce olarak; ulemâ-i İslâm'ın ittifakıyla sabittir ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın lâfızlarının üzerinde i'câz damgası bulunması, üslûbunun ulviyet ve şümulü ve sarf ve nahiv lisânı olan Arabca'nın câmiiyeti sebebiyle, Kur'ân-ı Hakîm'in harfi veya lâfzî tercümesi mümkün de­ğildir, muhaldir.
Bundan dolayı Furkân-ı Hakîm'in âyetlerinin şâir li-sanlardaki ifâdelerine, her ne kadar birebir metne sâdık kalınarak ve mümkün mertebe gerçek ma'nâsını ifâde et­meye çalışarak yapılmış da olsa tercüme değil, temeldeki bu kifayetsizlikten dolayı "meal" denilmiştir.

Binâenaleyh, meal ta'bîri, "tercümenin çok altında, bir kelâmın başka bir lisandaki noksan ve kırık ifâdesi" ma'nâsını yüklenmiştir. Hattâ Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın cami' ve mukaddes lâfızlarının meali diye takdîm edilen her ifâde, mealin de muhtasarı olduğu için, ancak "icmâlî, kısa ve noksan bir meal" diye zikredilebilir.
 
 
             BU MEALDE DİKKAT EDİLEN HUSUSLAR
 
Bu çalışmamızın her safhasında arkada takdîm ettiğimiz mu'teber tefsir kitablarından istifâde ettik. Bu kaynaklarda bulamadığımız hiçbir nükteyi, parantez için­de dahi olsa ifâde etmemeye ihtimam gösterdik. İ'tikâdî mes'elelerde ehl-i sünnet görüşlerini nazara vermeye, ve bu kaviller arasındaki önceliğe, hem aynı makamda daha tenzîhî bulduğumuz kavli tercîh etmeye dikkat ettik.

Keza Kur'ân-ı Kerîmin değil cümle ve kelimelerinin, herbir harfinin dahi, bir hakâik hazînesi hükmünde oldu­ğunu, bazen bir tek harf bir sahîfe kadar hakîkatleri ders verdiğini dâima göz önünde tutmaya ve elimizden geldiği kadar metne bağlı kalmaya, metnin sarahatinde olmayan bir şeyi yazmamaya, lüzumlu gördüğümüz îzahları ise pa­rantezler içinde vermeye gayret ettik.

Ezcümle:
• Kur'ân'da geçen bütün tahkik edatlarına elden geldi­ği kadar dikkat edildi. Değişik endişelerle, 'şu kadarı yeterli' veya 'şuna gerek yok' gibi mülâhazalara gidilmedi. Murâd-ı İlâhînin tahsîs ettiği bu vurgular, artık asıl edatın ağırlığına göre, Türkçe'de karşılığı olan farklı tahkik edatları kullanıla­rak, metnin akıcılığına da zarar verilmeden hissettirilmeye çalışıldı. Normal bir edebî metin olsaydı bu te'kid vurgula­rını yapmayacağımız hâlde, meal metninde 'Kur'ânî hiçbir nükteyi gözardı etmeme' ve 'mutlaka bir hikmeti vardır' prensibiyle, mümkün mertebe göstermeye çalıştık.

Bu sadedde Fahreddîn-i Râzî Hazretleri'nin de îzâh ettiği gibi, eşyada aslolan onun devam ediyor olmasıdır.
Yani her te'kid edatı, mukabilinde ısrarlı bir inkârı ve isbâtı nazara verdiğinden, makam cihetiyle bunları ihtar sadedinde gelen Kur'ânî tahkik edatlarına mümkün mer­tebe riâyet etmeye çalıştık.
 
  • Keza, bir metnin akıcılığına ve ma'nâ bütünlüğüne hizmet eden ve o metindeki kelime veya cümleleri şekil ve ma'nâ cihetiyle birbirine bağlayan ta'kîb edatlarını da, cümle başı veya kelime sonu edatları olarak aynı hassasiyetle vurgulamaya dikkat ettik.
 
  • İsim cümlelerindeki süreklilik ve sabit bir seciye olma hususiyeti ile fiil cümlelerindeki hudûs ve teceddüd nüktelerinin zayi' olmaması için, meal metninde böyle cümlelerin arasındaki farka dikkat etmeye çalıştık.
 
  • Aynı maslahatla ism-i failler, bazı makamlarda fiil-i muzârîlerle lâfız ve ma'nâ cihetiyle benzer bir hususiyet taşısalar bile, bu kelimelerin tahsîsindeki hikmeti nazara vermek için, isimlere fiil ma'nâsı vermemeye, bilhassa dikkat ettik. Kur'ân metninde fiil sîgasıyla rahatlıkla ifâde edilebilecek bir ma'nânm, isimle anlatılmış olmasındaki nükte farkını meal metninde kendi ifâdelerimizle yok et­meyi doğru bulmadık.
           Bedîüzzaman Hazretleri, isim ve fiil sîgalarının ara­sındaki bu latîf farka şöyle işaret etmektedir:"(   keli­mesinin) istimrar ve devam şe'ninde olan isimlerden, ism-i mef'ûl olarak zikredilmesi ise, şerr ve isyanlarına devam edip, tevbe ve af ile inkıta' etmedikleri takdirde kat'îleşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir." (İşârâtü'l-İ'câz, 24)
 
           Keza bu Muhtasar Meal hazırlanırken kâinattakieserlerin fiillere, fiillerin isimlere, isimlerin sıfatlara, sıfat­ların şuunâta, şuunâtın dahi zâta delâlet ettiği nüktesininışığında, fiil, isim ve sıfat vezninde gelen kelimeler arasın­daki farkları nazara almaya husûsan dikkat ettik.
 
           Bu çerçevede, isimle fiil arasındaki mezkûr farkı vurgulamaya çalıştığımız gibi, 'yanan bir madde' ile 'ya­nıcı bir madde' cümlelerinde de açıkça görüldüğü üzere isimle sıfat arasındaki farkı da hissettirmeye gayret ettik. Bu gaye ile, fiilden isim yapan -an, -en ekleri ile ism-i fail, -içi, -ici ekleriyle de sıfat vurgusuna, keza ism-i faillerin hudûsu, sıfatların ise sübûtu, devamlı sabit hâlleri göster­diği hususuna dikkat ettik.
Bu arada sıfat-ı müşebbeheler kadar, mübalağalı ism-i fail, ism-i tafdîl ve ism-i mensûb vezinlerinin birer sıfat isim olduklarını; ism-i fail ve ism-i mef'ûllerin normal isim fonksiyonlarının dışında birer sıfat isim olarak da kul­lanıldıklarını gözden uzak tutmadık.
 
Fiillerin mâzî veya muzârî gibi hususiyetlerine, bahusus geçmiş zamanın hikâyesi tarzında olan âyetlere dikkat etmeye çalıştık. Bu gibi yerlerde bir muhasebe için geçmişi canlandıran ve öteden beri yapılageldiğini nazara veren bu kalıblara, keza fiillerin tekil, çoğul gibi hususları­na dikkat etmeye çalıştık.

Değil tercümenin, mealin dahi ne kadar müşkil ol­duğu ortada iken, tefsirlerde çok geniş olarak ve bütün vücûhuyla îzâh edilen Kur'ânî hakîkatlerin hiç değilse bir vechini, îzâha muhtaç gördüğümüz makamlarda parantez içinde mümkün mertebe vermeye gayret ettik. Müfessirlerin reyini, âyetin sarahatinde varmış gibi yazmayı yahut parantezlerin azlığı veya yokluğu ile övünme cihetine git­meyi doğru bulmadık.

Meal metninde geçmeyen tefsîrî nükteleri îzâh etmek için kullandığımız parantez içi ifâdeleri, bazen de Türk­çe ifâde noktasında metnin akıcılığını te'mîn etmek için tercîh ettik. Zîrâ Arabca'nın kendine has yapısıyla Türkçe ifâdenin zorlandığı yerlerde, meal metnini 'asıl ibare sanki öyleymiş' gibi zorlamak ve ifâdeyi yuvarlamak yerine, ken­di izahlarımızı parantez kullanarak gösterdik. Asıl metnin, parantezler olmadan kendi bütünlüğü içinde (eklerdeki ses uyumu hâriç) düzgün olmasına ayrıca dikkat ettik.

Sûre isimlerinin hangi âyetlerden geldiklerine işaret eden bir cemîle olsun diye, meal metni içinde o âyetteki ilgili kelimeyi koyu yapmak suretiyle göstermeye çalıştık

 
                MEALDEKİ HAŞİYELER
 
 
Anlaşılması müşkil ve yanlış anlamaya müsâid bazı âyetlerin kısa îzahları, tefsirlerin asıl nüshalarından iktibas edilerek haşiyelere dere edildi ve herbirinin kay­nakları gösterildi. Birtakım ıstılahların ma'nâları, hem tefsirlerden hem de ilmî eserlerden bil-istifâde hulasaten verilmeye çalışıldı. Keza, nâsih ve mensuh âyetlerle, fık­ha ve muamelâta müteallik bazı âyetlerin kısa îzahları ihtiyaç nisbetinde kaynaklardan iktibas edildi. Ayrıca zihni rahatlatıp, kalbe ferahlık verecek latîf nüktelerle haşiyeler zenginleştirildi.

Haşiyelerde asıl yekünü ise "tevhid", "nübüvvet", "ubudiyet" ve "haşir ile adâlef'ten mürekkeb Kur'ân'm dört temel esâsına müteveccih îmânî âyetlerin îzahları sade­dinde, son devrin büyük İslâm âlimi Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri'nin te'lîf ettiği Risâle-i Nûr tefsîrinden ya­pılan iktibaslar teşkîl etti.

Bu iktibasların anlaşılmasına yardımcı olabilmek için, haşiyelerde geçen ve günümüz gençliğinin anlamakta zorlanacağı kelimelere lügat ma'nâları verildi ve bunlar parantezlerle gösterildi.

Kelimelerin açıklamaları yapılırken mücerred ma'nâ-larından ziyâde, metin içerisinde yüklendikleri ma'nâlar hissettirilmeye çalışıldı. Ancak bazı ıstılâhî kelime ve mef­humların günümüz Türkçesinde tam karşılıkları olmadığı için, birkaç kelimeyle ma'nâsı verilmeye gayret edildi.
Hem Risâle-i Nûr müellifinin beyân ettiği gibi: "Tefsir iki kısımdır: Birisi, ma'lûm tefsirlerdir ki, Kur'ân'm ibaresini ve kelime ve cümlelerinin ma'nâlarmı beyan ve îzah ve isbât ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur'ân'ın îmânî olan hakîkatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve îzâh etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir ma'lûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dere ediyorlar. Fakat Risâle-i Nûr, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir ma'nevî tefsirdir." (Şuâ'lar, 539)
Hem "Risâle-i Nûr, Kur'ân'ın tefsîri olduğu cihetle, vahy-i semavî olan Kur'ân'ın semavî ve ilhâmî bir tefsîridir. Hem yağmur gibi, insanlara kesretli bir rahmettir." (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 20)

İşte, Risâle-i Nûr'un kuvvetli hüccetlerle, Kur'ânî bir tarzda beyan, îzah ve isbât ettiği îman hakîkatlerine, zamanımız insanının pek muhtâc olması ve bu îmânî re­çetelerin, asrın ma'nevî hastalıklarına en faydalı, en te'sirli tiryakları ihtiva etmesi, şifâyâb olduğu hadsiz insanın şehâdetiyle mücerreb bir hakîkat olması hasebiyle, Muh­tasar Meâl'in haşiyelerinde Risâle-i Nûr'dan muktebes îzahlara ekseriyetle yer verildi. Bu iktibaslar, Bedîüzzaman Hazretlerinin sağlığında Ahmed Husrev Efendi'nin hattıyla yazılmış olan Osmanlıca esas nüshalardan alınmıştır.
Hâşiyelerdeki îzahların, mekânın sınırlı olmasından dolayı oldukça az ve bütün ihtiyaçlara kifayet edecek nisbette olmadığına dikkat çekmek istiyoruz. Binâenaleyh âyetlerin daha geniş îzahları için, haşiyelerde işaret edilen eserlere müracaat edilmelidir.
 
 
 
            BU MEALİN HAZIRLANMASINDA İSTİFÂDE EDİLEN ESERLER

 
1.  Ahkâmu'l-Kur'ân, el-Cessâs, 1985, Beyrut
2.  Asâ-yı Mûsâ, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
3.  Barla Lahikası, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca nüsha)
4.  Dîvân-ı Harb-i Örfî, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
5.  el-Fütûhâtü'l-İlâhiyye, Hâşiyetü'l-Cemel (Celâleyn Şerhi), Süleyman b. Ömer el-Acîlî (el-Cemel), Beyrut, 1996
6.  Emirdağ Lahikası l-ll, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca nüsha)
7.  Tefsîrü'l-Kebîr ve Mefâtîhu'l-Ğayb, Fahruddîn er-Râzî, 1995, Beyrut
8.  Gençlik Rehberi, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
9.  Hak Dini Kur'ân Dili, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Eser Yayınları, 1971
 10.  Hanımlar Rehberi, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
11.  İşârâtü'l-İ'câz, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
12.  Kastamonu Lahikası, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca nüsha)
13.  Kenzü'l-Ummâl, Ali el-Muttakî, Beyrut, 1989
14.  Kur'ân-ı Kerîmin Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsîri, Ömer Nasûhî Bilmen, Bilmen Yayınevi, 1996
15.  Kur'ân-ı Kerîm'in Fazîletleri ve Okunma Kaideleri, İsmail Karaçam, 1976
16.  Kurtubî, El-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kur'ân, 1995, Beyrut
17.  Lem'alar, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
18.  Mektûbât, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
19.  Mesnevî-i Nuriye, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
20.  Muhtasar'u Tefsîr-i İbn-i Kesîr, İhtisar eden: Muhammed Ali es-Sabûnî, Şam, 1989
21.  Rumûzât-ı Semâniye, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
22.  Langman's Medical Embryology, Sadler, T. W., Seventh Edition, 1995 USA
23.  Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
24.  Sözler, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
25.  Sûalli Cevablı Tecvid, Hafız Muhammed Nuri, 1331 Dersâadet
26.  Şualar, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
27.  Tefsîru'l-Beyzâvî (Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl), Abdullah b. Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî el-Beyzâvî, Beyrut, 1999
28.  Tefsîru'n-Nesefî (Medârikü't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl), Abdullah b. Ahmed en-Nesefî, Beyrut, 1996
29.  Tılsımlar, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
30.  Zülfikâr, Bedîüzzaman Saîd Nursî, (Osmanlıca esas nüsha)
 

 
Diğer Özellikler
Stok Kodu9789757245155
MarkaHayrat Neşriyat
Stok DurumuVar
9789757245155
En yeni ürünler
Güvenli teslimat
Kampanyalı ürünler
Piyasadaki en iyi fiyat

PlatinMarket® E-Ticaret Sistemi İle Hazırlanmıştır.