Kitap İslam Tarihi
Yazar Hayati Ülkü
Yayınevi Çelik Yayınları
Kağıt - Cilt 2.Hamur Kağıt, Karton kapak cilt, 2 Cilt takım
Sayfa - Ebat 1.208 sayfa – 15x22 cm
Yayın Yılı 2016
Hayati Ülkü İslam Tarihi kitabını incelemektesiniz.
Çelik Yayınları 2 cilt İslam Tarihi kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Muhtasar İslâm Tarihi adı altında yazmış olduğum bu kitap, İslâm dininin, ne suretle kurulduğunu, hangi prensiplere dayandığını ve ne gibi şartlar altında muhafaza edilmeye gayret sarfedildiğini içine almaktadır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile ortaya konan İslâm dininin esaslarını anlamak, tefsir ilminin gerektirdiği esbab-ı nüzûl’ ü bilmek ve olayların izahında gereken hakikatleri hadis-i şeriflerle öğrenmek; nihayet, insanın günlük hayatına giren bazı dinî meselelerin menşeini bilmek için Peygamberimizin hayatını iyi bilmek icap etmektedir.
Bunu öğrenmeye çalışırken de önce İslâm Peygamberinin yaşadığı devri bir bütün halinde, yani o devri hazırlayan sebepleri, cahiliyye devrinin özelliklerini, geleneklerini ve âdetlerini bilmek; Arapların yaşayışlarını, düşünüşlerini ve sosyal durumlarını incelemek; Arabistan yarımadasının coğrafî, tarihî ve beşerî vaziyetini tetkik etmek ve nihayet Arabistan ve civarındaki dinleri gözden geçirmek icap eder.
Bu itibarla, elinizdeki bu kitap, Arabistan’ın cahiliyye devrinden başlayarak bugünkü İslâm devletlerine kadar olan bütün İslâm ülkelerinin geçirmiş oldukları tarihî evrimi huzurunuza sunmaktadır.
VELİ ERTAN
(Konya Yüksek İslâm Enstitüsü Müdürlüğü'nden, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü öğretim üyeliğinden emekli)
İslâm'ın zuhurundan itibaren asırlar boyunca Resûl-i Zişân ve Âli-şân Efendimiz hakkında gerek Doğuda ve gerek Batı'da birçok siyer tarihleri yazılmıştır.
Son zamanlarda neşriyat sahasında gördüğümüz İslâmi eserler meyanında İstanbul İmam-Hatip Lisesi Müdürü Sayın Hayati Ülkü'nün, müsbet kaynakların ışığı altında hazırlamış olduğu (Muhtasar İslâm Tarihi) her yönü ile ve yenilikleriyle dikkati çekici bir eserdir. Oldukça hacimli olan bu eser, herkesin anlayacağı bir tarzda, sade bir dil ve sürükleyici bir üslûpla yazılmıştır. Muhtevası bakımından da zengindir.
Eserin giriş kısmında; siyasî ve cahiliyyet devri Arabları mevzularını iyi bir tarzda özetlendikten sonra, ikinci kısım Siyer-i Nebi'nin Mekke devri, hicret ve üçüncü kısımda Medine devri izah edilmiş ve son dört halife devri ile birinci bölüm tamamlanmıştır.
İkinci bölümde ise, Emevilerden itibaren zamanımıza kadar olan devrede teşekkül eden İslâm devletleri incelenmiştir. Bilhassa son kısımda, çağımızda teşekkül eden İslâm devletleri üzerinde yeteri kadar durulmuş, İslâm dininin bir çığ gibi nasıl gelişmekte olduğu güzel bir tarzda tebarüz ettirilmiştir. Eserin sonuna mevzularla ilgili haritaların konulması da isabetlidir.
Bu eserin ehemmiyeti hakkında bir fikre sahip olabilmek için her şeyden önce fihriste ve dayandığı bibliyografyaya bir göz atmak kâfidir.
Öteden beri bilindiği veçhile, tarih yazmak oldukça güçtür. Hatta tarih yapmaktan bile zordur. Yazan, yapana sadık kalmazsa, o tarihin topluluk içinde ne gibi menfi tesirler icra edeceği bedihidir. Hakkı teslim etmek, hakkı hak olana vermek, adalete riayet etmek ne büyük meziyet... Ne kadar huzur vericidir. Safahat nâzımı ve İstiklâl şairi Mehmed Akif, Safahat'ında:
"Halikın namütenahi adı var en başı Hak
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak." demektedir.
İşte bunun için tarih, vesikalarla, burhan ve delillerle konuşmalıdır. Mukayese, mülahaza, muhakeme ve müşahede esaslarına istinad etmelidir.
İşte bu hususlar, bu eserde yeteri kadar göz önünde tutulmuştur.
Eser, uzun bir çalışmanın mahsulüdür. Aynı zamanda sabrın da bir neticesidir.
Yetişkin nesil, her şeyden önce genç nesle tarihini öğretecektir. Zira istikbale güvenle bakmanın ancak mazinin tetkikiyle mümkün olacağına şüphe yoktur. Tarihlerden ibret alarak yetişmekte olan gençlerimiz, İslâm-Türk tarihine damgalarını vuracaktır. Zira İslâm şairi Mehmed Akif in, Safahat'ında yer alan:
"Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?"
mısraları ne kadar derin manalar taşımaktadır.
İslâmiyetten önce Yahudiler, Hıristiyanlar ve gerekse Arablar, tereddi içinde maddi ve manevi meziyetlerini kaybetmiş ve gerçek medeniyetin sahasından uzaklaşmışlardı. Avrupa'nın güneydoğusunda hâkim bulunan Roma İmparatorluğu dejenere olmuş ve bunun bir neticesi olarak ahlâk sükût etmişti. Doğunun eski bir ilim ve irfan merkezi olan Hindistan'da korkunç bir ahlâk çöküntüsü başlamıştı. Çin ve İran da aynı durumda idi. Dünyanın hangi tarafına bakılırsa bakılsın, artık ahlâki meziyetlerin değeri kalmamış, yerini birtakım mezmum hareketler almıştı. Arablar da namus ve şereflerini kirletecek diye, masum kız çocuklarını diri diri gömmekten asla çekinmemişti. Kadınların hak ve hürriyetlerini ellerinden almışlardı. Onları mirastan mahrum etmek suretiyle, yaptıkları her şeyi mubah saymışlardı.
Nasıl her düşünce tam manası ile doğru değilse, her itikat da doğru değildir. Tarih-i Edyan'da görüldüğü veçhile, akla ve mantığa uymayan birçok bâtıl sözler, din namı altında beşeriyeti dalâlete, zulme ve cehalete sürüklemişler ve böylece içinde yaşadıkları cemiyetin nizam ve intizamını bozmuşlardı. Ahlâk buhranı, insanlığı derin derin düşünceye sevketmiştir. İşte bu hal, İslâm dininin zuhuruna kadar devam etmiştir.
Yine, Mehmed Akif, Safahat'ında:
Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak
Kendi asude ise dünya yansa baş kaldırmamak
Ahdi nakzetmek, yalan sözden tahâşi etmemek
Günün meddahı olmak, aczi hiç söyletmemek
mısraları ile yapılan haksızlıkları ne güzel dile getirmişti.
İşte İslâm dini, vahdaniyet akidesinin unutulduğu, batılın Hak'ka, zulmün adle galebe çaldığı bir zamanda zuhur etmiş ve böylece beşeriyeti dalâletten hidâyete, zulmetten nura, hurafattan hakikate ve safahattan saadet mine ulaştırmış, cehli ve taassubu yenmiştir. Artık tarih-i âlemde büyük inkılap vücuda getirmiştir.
Her insanın bir şeye inanmaya ve icabet etmeye ihtiyacı vardır. Bu, his ve fikir fıtratında mevcuttur. İşte insanlarda fıtrî olan bu düşünce ve duygu, zaman zaman vahye mazhar olan peygamberler tarafından Allah'ın kullarına tebliğ olunmuştur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Allah'ın emrine inkıyad ve itaat ederek, bütün hayatını beşeriyetin emniyet ve selâmetine hasretmiştir. Her türlü davranışları ile etrafındakilere güzel bir ahlâk örneği olmuştur. Zira Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'inde, Resûl-i Habibine: (Muhakkak ki sen en güzel ahlâk üzeresin) buyurmuştur.
Efendimizin hayatında her Müslüman için ibret alıcı birçok olaylar mündemiçtir. Bilhassa genç nesillerin ve çocuklarımızın terbiye ve tehzibinde en mühim âmilin din olduğuna şüphe yoktur. Çünkü Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde: (Ben ancak beşeriyetin ahlâkını tamamlamak için gön-ildim) buyurmuşlardır.
Hâl böyle iken, İslâm, her türlü terakkiyi âmir bulunmasına rağmen, neden Müslümanlar dinleriyle mütenasip olarak ilerlememiş ve geride kalmıştır? İşte bu hususların kökünden incelenmesi gerektir. Bugün bütün beşeriyetin elem ve ıstırablarını dindirecek yegâne çare dindir. O da İslâm dinidir.
Tarih boyunca Müslüman-Türk, daima İslâmiyetin hâmisi olmuş ve bütün İslâm âleminin yüzünü güldürmüştür. Müslümanların gerilemesiyle, dünya birçok şey kaybetmiş ve edecektir. Bunun da yegâne çaresi, şüphesiz Allah'ın emrettiği şekilde dine sımsıkı sarılmaktır.
İslâm dini son dindir. Hiçbir millete ve kavme mahsus değildir. Bütün beşeriyete aittir. Tabiidir, umumidir ve fıtrî bir dindir.
İşte bu kitap, bize bu hususları telkin etmeye çalışmış, mensubu bulunduğumuz, şeref duyduğumuz İslâm dininin kudsiyetinin kültür ve medeni-n şahikasına nasıl ulaştırıldığını belirtmiştir.
Böyle bir eserin hazırlanmasında Sayın Hayati ÜLKÜ 'yü, üstün gayret ve mesailerinden dolayı takdirle karşılar, daha nice telif eserler vermesini Cenab-ı Hak'tan niyaz ederim.
Mehmed Akif'in dediği gibi:
Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete ram ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
TARİH CENİNCE
HEKİMOĞLU İSMAİL
Rızık, insanı diyar diyar dolaştırır, derler. Bizim de içecek suyumuz, yiyecek ekmeğimiz varmış ki, bir ara yolumuz, Meksika'ya düştü. Meksikalılar bir bakıma İspanyollara benzer. Yahut, İspanyolların yarısı da Meksika'da oturuyor dense yerindedir.
Biliyorsunuz, İspanya'da da, Meksika'da da boğa güreşleri meşhurdur. Bir gün boğa güreşine gittim. Futbol sahasının küçüğü, yani elli metre çapındaki bir yeri hatırınıza getiriniz, işte boğa güreşinin yapıldığı yer böyle. Tribünlere oturduk, sahaya çıkış kapısının iki tarafında iki adam, renkli elbiseleriyle bekliyordu. Boynu da beli gibi kalınlaşmış bir boğa sahaya çıkmak isterken, kapının yanlarındaki iki adam, ellerindeki okları boğanın omuzlarına sapladılar. Boğa, bu acı ile gözleri yatağından fırladı, deli dolu sahayı dolaştı. Okların ucundaki renkli bez parçaları, dalgalanıyordu. Oklar sallandıkça, boğanın omuzlarından akan kanlar, aşağı doğru süzülüyordu. Sanki iki ok, iki bayrak direği gibi, boğanın omuzuna değil de yere saplanmış gibiydi.
İki matador sahaya çıktı, elindeki kırmızı bezi gösterdiler, boğa bunlardan birine saldırdı, matador kenara çekildi ve boğa, bezi boynuzlayarak geçti.
Tribünlerden çılgınca bir alkış koptu. Boğa da iyice kızmıştı, delicesine döndü ve tekrar saldırdı. Matador bu saldırıyı da atlattı, fakat zor durumda idi, bunun için diğer matador bezi salladı, boğa ona da meydan okurcasına saldırdı, o da aynı şekilde kenara çekildi ve boğa kırmızı bezi boynuzlayıp geçti; dönmek isterken, iki matador dışarı çıktı. Bu sefer boğa, hedef aramaya başladı. Bayağı kızmıştı, görmesi yetmiyormuş gibi, sahada dolaşarak, koşarak hedef arıyordu. Tekrar matadorlar çıktı, tekrar kırmızı bezi salladılar ve defalarca boğanın saldırılarını boşa çıkardılar. Güçlü, kuvvetli boğa, cesaretle saldırıyordu, fakat hâdiselerden ders almadığı için, zor durumlara düşüyordu. Zayıflar bile onun gücüyle alay etmeye başlamıştı.
Matadorlar boğayı yordu. Bu sırada bir süvari göründü, elinde mızrak vardı. Süvari, duvarın dibinde yehata ediyordu. Dolayısı ile atın bir tarafı duvardan yana, öbür yanı ise boğa tarafına açıktı. Açık yanında kalın bir yorgan vardı. Boğa bunu görür görmez bir an durdu. Düşündü diyemem, çünkü boğalar tarih okumaz ki... Evet, bir an durdu ve hemen saldırdı. Boynuzlarını olanca gücü ile yorgana sapladı, at sallandı, boğanın sert boynuzları, yorganın yumuşaklığında eridi. Süvari ise elindeki mızrağı boğanın omuzlarına sapladı, itmeye başladı. Boğa iyice kızmıştı, son gücüyle ata yükleniyordu, süvari de mızrağını boğanın omuzları arasına sokuyordu. Böylece yumruk girecek kadar bir oyuk açıldı. Buradan küçük bir kan kaynağı fışkırmaya başladı.
Süvariyle, boğanın boğuşması bitince, süvari de sahayı terk etti. Boğada yorgunluk belirtileri açıkça görülüyordu. Yine matadorlar fırladı, bu sefer yorgun boğa ile oynamaları, hatta alay etmeleri gayet kolaydı. Onlar kocaman boğa ile oynarken, seyirciler çılgınca alkışlayıp, yaşa sesleri ortalığı çınlatıyordu.
Kimler gelmedi ki, bu arada boğanın onda biri kadar, bir adam da geldi, elindeki küçük okları boğanın ön kollarının üzerine sapladı, böylece zavallı boğanın üstü panayır pazarına döndü.
Boğa gerçekte kuvvetli ve dinç idi. Bu kadar üstün kuvvetin, cılız insanlar önünde gülünç duruma düşmesi, ibret alınacak şeydi.
İşte şimdi belki yedi yüz kilo gelebilecek boğa, ayakta zor duruyordu. Bir bakıma, bakışlarıyla merhamet dileniyordu. Artık karşımda bir boğa değil, sanki acayip bir mahlûk vardı. Çünkü boğa denince aklımıza güç ve kuvvetle beraber çılgınca hareketler eden bir hayvan gelmektedir. Şu anda ise; güç ve kuvvet vardı, fakat cesaret ve atılganlık yoktu, artık buna da BOĞA diyebilir miydik?
Baş matador elinde bir kılıç ile boğanın karşısına geçti. Düşününüz, bir saat evvel sahada korka korka dolaşabilen bu adam, şimdi kahraman kesilmişti. Ve yine düşünün ki, bir saat evvel sahanın hâkimi olan boğa, şu anda merhamet dileniyordu. Artık karar anı gelmişti, mağlup olan, galip gelen ve seyirciler de son anı ilan ediyordu: "Güçlü boğa mağlup, zayıf insan galip!"
Evet, işte matador elindeki kılıcı kaldırdı, boğanın şaşkın bakışları arasında döndürdü ve boğanın omuzuna sapladı. Ön kollarının arasına dalan kılıç belki elli santim gitti ve boğa acayip bir ses çıkarırken, ağzından kan boşandı, dizleri titreyerek yıkıldı.
Matador ellerini açmış, zaferinin kutlanmasını istiyordu. Seyirciler de çılgın bir alkış tufanı ile onu kutladı. Bazı Hıristiyanlar, matadora şarap doru mataralar fırlattı. O da boğanın kulaklarını kesip, seyircilere attı. Bu kulakları alan iki kişi, kendilerini dünyanın en bahtiyar insanı saydı. Seviniyorlardı, hatta bu kulakları kurutup, evlerindeki en güzel bir köşeye asıp, misafirlerine karşı bununla övüneceklerdi: "Falan meşhur matador bunu bana hediye etti" diye...
Çok üzülmüştüm. Tezatlar dünyasında yaşıyorduk. Zıtlıkların içinde boğulmuş gibiydim. Bir tuhaf oldum. İşçi kılıklı adamlar geldi, yerde yatan boğayı, ayaklarından, kuyruğundan sürükleyerek götürdü. Tıpkı bazı büyük devletlerin çöküşü gibi.
Bir de ne göreyim, ikinci boğa sahaya çıkmak üzere değil mi? İşte o anda haykırdım: "Ah, keşke evvelki boğanın
tarihini okumuş olsaydın!"
Fakat boğalar tarih okumaz, ibret nedir bilmezler. Bu sebepten birinci boğanın başına gelen hâdiseler, aynen ikinci boğanın da başına geldi, tekrar anlatayım mı?
Artık boğa güreşi seyretmek istemiyorum. Çünkü boğanın ve matadorların ne yapacaklarını çok iyi biliyorum. Fakat milletimin tarih okumasını çok isterim. Daha evvelki milletlerin durumuna düşmemek için,
tarihi hâdiselerden ders almak için, devletimizin hayatını uzatmak için mutlaka tarih okumak, ders almak zorundayız. Şu sıralarda
İslâmi bir hayata yönelen dindarlar, herkesten daha fazla tarih okumalı ki, geçmişteki hataları tekrar etmeyeler.
Tarihî hatalar öyle dehşetli sonuçlar doğurur ki, bazı milletler bir hata işlemiş, ikinci hata işlemeye zaman bulamayarak, aldıkları yara ile,
tarihin karanlıklarına gömülüp gitmişlerdir.
Her millet, tarihî devrini yaşar.
Tarihi devrini yaşayan milletlerin içinde bulunan fertlerden pek çoğuna tarihî vazifeler düşer. Bu bakımdan tarih şuuruna ermeyen kimselerin önemli makamlarda bulunmaları, millet adına talihsizliktir. Dinî çalışmaların başladığı devirlerde de hemen hemen her dindar, tarihî bir vazifeyi omuzlamış gibidir. Çünkü bir hareket başlamıştır, bu hareketin içinde yer alan kimseler, tarih seyrinde, Müslümanların vagonunu çeken lokomotifin parçası hükmündedir. Nasıl ki bir lokomotif bütün parçaları ile bir bütünse, dinî harekette bilerek veya bilmeyerek vazife alan herkes de, aynı şekilde, kendi yönünden bir fert, fakat hareket yönünden bir bütünün parçası... Bu durumda bir devlet adamı, ne kadar tarih bilgisine muhtaç ise, bir dindar da aynı şekilde tarih bilgisine muhtaçtır.
Tarihî bilgisi iyi olan, tarihten ibret alan kimseler, davasının arabasını, dalâletin dağından aşırır.
Tarih bilmeyenler ise, düz yolda şaşırıp kalır.
Hepinize Müslümanca ve başarılı bir hayat dilerken, bu kıymetli eserden azami derecede faydalanacağınızı umarım.
Saygılarımla.
ESER HAKKINDA "BİRKAÇ SÖZ
MUSTAFA MÜFTÜOĞLU (Tarihçi-Yazar)
Yalnız Hicaz yarımadasının değil, bütün beşeriyetin korkunç cehalet ve zifiri karanlık içinde boğulduğu bir devirde,
İslâm nuru doğmuş ve Allah Resulü, tebliğ ettiği "sistemlerin sistemi İslâmiyet" ile insanlığı kurtarmıştır.
Bu, "sistemlerin sistemi İslâmiyet"i tebliğe memur Allah Resulü kimdir? Tebliğ ettiği dinin esasları nedir? İslâmiyet ne zaman, hangi şartlar içinde doğmuş ve kısa bir zamanda cihanşümul bir hale neden, niçin, nasıl ulaşmıştır? Bunlara ve benzeri daha nice suallere -itiraf etmek mecburiyetindeyiz ki- memleketimizde yakın zamana kadar maalesef salih bir cevap verilememiş, kütüphanelerimiz bu mevzuda yazılmış pek kıymetli eserlerle dolu olmasına rağmen, bazı müsteşriklerin tetkikleri kaynak ittihaz edilip yazılanlar, bu memleket evlâtlarına "
İslâm Tarihi" olarak sunulmuş, hatta mekteplerde çocuklarımıza tarih dersi olarak okutulmuştur. Bu acı bir gerçektir!.. Nitekim, muhterem
Hayati Ülkü Bey, "
Muhtasar İslâm Tarihi'nin birinci baskı birinci cildine yazdığı önsözde: "Zamanımızda, çağdaş tarih ilminin bir bütün halinde pek işlenmemiş dallarından biri de,
İslâm Tarihi'dir" cümlesiyle bu acı gerçeğe temas etmiş ve "
Muhtasar İslâm Tarihi" ni her yönüyle inceleyip, herkesin anlayacağı bir dille yazarak meydana getirdiği eserle büyük ve çok mühim bir ihtiyacı karşılamıştır.
Benden, bu
kitabın naşiri tarafından esere bir takriz yazmam istendiğinde, bu teklifi bir vazife kabul ettim ve şu naçizane satırları memnuniyetle yazdım. Evet, memnuniyetle yazdım, zira, gerek günlük yazılarım dolayısıyla okuyucularımdan aldığım mektuplar, gerek yurdun dört bir yanında verdiğim çeşitli konferanslarda muhatap olduğum sualler neticesinde edindiğim intiba odur ki, bugünün genci,
İslâm ve Türk tarihi mevzuunda sahih eser aramakta, bu ihtiyaçla kıvranmaktadır!.. Günümüz gencinin bu arzusunu yurdun her köşesinde dinlemiş, gerçek
tarih arayan gencin ıstırabına bizzat şahid olmuş bir kimse gözü ile,
Hayati Ülkü Bey'in "
Muhtasar İslâm Tarihi"ni okudum ve bu eserin -müellifinin önsözündeki tevazuuna rağmen- mükemmel olduğunu ve bu mükemmel eserin,
İslâm tarihi hakkında
sahih kitap arayanların ihtiyacını karşılayacağını sevinçle gördüm.
Müellif,
İslâm tarihini, cahiliyye devrinden başlayarak bugünkü
İslâm devletlerinin durumuna kadar titizlikle incelemiş ve bu eser, bütünüyle mühim bir boşluğu doldurmuştur. Böylesine kıymetli bir eseri Müslüman-Türk evlâdına kazandıran muhterem
Hayati Ülkü Bey'i tebrik eder, hayırlı çalışmalarının devamını temenni ve yeni eserlerini bekler, eskilerin tabiriyle: "Sa'yiniz meşkûr olsun" derim.
MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ
İslâm dini, her şeyden önce en son din olmakla ve bilhassa akıl ile bağdaşmış bulunmakla, dinler içinde hakikaten özel ve büyük bir mevkiye sahiptir. Hele bu dinin, peygamberinin hayatında tamamlamış olması; ortaya koyduğu esasları ihtiva eden
kitabının asırlar boyunca hiçbir değişikliğe uğramadan bugüne kadar gelmesi, onun kıymetini ve mevkiini bir kat daha artırmaktadır.
Muhtasar İslâm Tarihi adı altında yazmış olduğum ve elinizde tutmuş olduğunuz bu eser,
İslâm dininin, ne suretle kurulduğunu, hangi prensiplere dayandığını ve ne gibi şartlar altında muhafaza edilmeye gayret sarfedildiğini içine almaktadır.
Peygamber Efendimiz ile ortaya konan İslâm dininin esaslarını anlamak, tefsir ilminin gerektirdiği esbab-ı nüzulü bilmek ve olayların izahında gereken hakikatleri hadis-i şeriflerle öğrenmek; nihayet, insanın günlük hayatına giren bazı dinî meselelerin menşeini bilmek için Peygamberimizin hayatını iyi bilmek icap etmektedir. Bunu öğrenmeye çalışırken de önce
İslâm Peygamberinin yaşadığı devri bir bütün halinde, yani o devri hazırlayan sebepleri, cahiliyye devrinin özelliklerini, geleneklerini ve âdetlerini bilmek; Arapların yaşayışlarını, düşünüşlerini ve sosyal durumlarını incelemek; Arabistan yarımadasının coğrafî,
tarihî ve beşerî vaziyetini tetkik etmek ve nihayet Arabistan ve civarındaki dinleri gözden geçirmek icap eder. Bu itibarla, elinizdeki bu eser, Arabistan'ın cahiliyye devrinden başlayarak bugünkü İslâm devletlerine kadar olan bütün İslâm ülkelerinin geçirmiş oldukları tarihî evrimi huzurunuza sunmaktadır.
Zamanımızda, çağdaş
tarih ilminin bir bütün halinde pek işlenmemiş dallarından biri de
İslâm tarihidir. Bu cihetin belli başlı birkaç sebebi vardır. Bu sebeplerden birincisi:
İslâm tarihi, herhangi bir milletin
tarihi olmayıp, birçok milletlerin
tarihini içine almaktadır. İkincisi:
İslâm tarihinin, diğer tarihler gibi bir milletin
tarihi ile kıyaslanamayacak kadar çeşitli kaynakların tetkikinden sonra yazılabilir olmasıdır. Ki, bu kaynaklar, çok çeşitli dil ve lehçelerde yazılmış olup, birçoğu zamanımıza kadar daha henüz neşredilmemiş durumdadırlar. Hatta bir kısmı, tamamen istilâlar dolayısıyla ya kayıp veya imha edilmiş durumdadır. Üçüncüsü, modern tarihçilik ve tarih metodu, ülkemizde henüz pek genç bir maziye sahip olduğundan,
İslâm tarihinin incelenebilmesi için arzu edilen zaman ve fırsat bulunamamıştır. Dördüncü sebep ise:
İslâm tarihi, ortaçağ devrini tamamen içine aldığından ve bu çağa ait tarihî vesikalar tamamen ele geçirilip incelenememiş ve bundan dolayı da olaylar arzu edildiği şekilde açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu itibarla, bazı olayların nedenleri ve niçinleri henüz cevaplandırılamamaktadır.
Bugün ülkemizde
İslâm tarihi sahasında mevcut olan kaynaklar, henüz ne derlenmiş ve ne de tercüme edilerek basılabilmiştir. Halbuki, bilindiği gibi, bu işi Avrupalı müsteşrikler son bir asırdan önce tamamlamışlardır.
Zannımca, hiçbir tarihçi,
İslâm tarihi ve devletlerini içine alan bir
tarih ihtisasına vakıf bir bilgi derecesine arzu edildiği şekilde erişmemiştir. Bunun sebebi tetkik edildiğinde görülür ki,
İslâm'ın içine almış olduğu milletlerin tarihlerinin çok derinlerine inmek icap etmektedir. Halbuki, bu milletlerin sayılarının fazlalığı insana bu imkânı vermemektedir. Bundan başka,
İslâm devletlerinin ortaçağda yaşamaları ve bu çağa ait
tarihi vesikaların tamamen elde edilip açıklığa çıkarılamaması, işi bir kat daha zorlaştırmaktadır. Bu itibarla bendeniz de,
İslâm tarihini ve devletlerini ancak muhtasar şekilde yazmak mecburiyetinde kaldım. Eğer, insan hayatı birkaç yüz yıl olsaydı ve birkaç ekip halinde çalışılsaydı, o zaman, arşiv vesikalarından ve
kitap şeklindeki kaynaklardan -hepsi mevcut olduğu takdirde- en doğru ve ilmî şekilde mufassal bir
tarih yazılabilirdi. Bu bakımdan, ancak muhtelif İslâm devletlerine ait yazılmış
tarih kitaplarından derleme suretiyle bu eseri meydana getirmeye çalıştım.
İslâm tarihinin, şimdiye kadar yazılmış olan
kitap şeklindeki vesikaların çoğundan faydalarına yolunu tercih ettim. Elinizdeki eserin müsveddelerini ilmî usullere uygun bir şekilde kaleme aldım. Eğer bu şekilde
kitap haline getirseydim -birçok tenkitlere rağmen- ancak belli bir zümreye ve tarihçilere hitap edebilecektim. Bu şekildeki hareketimle de geniş okuyucu kitlesini
İslâm tarihini okumaktan mahrum bırakacaktım. Buna gönlüm razı olmadı.
Eski tarihçilerin ve bazı batı ülke tarihçilerinin yolunu tercih etmeyi daha muvafık gördüm. Elimdeki müsveddeleri hemen hemen tamamen değiştirip tam ilmi olmaktan çıkarıp, işi basite irca ettim. Böylece, fikrin dayandığı kaynakları ayrı ayrı göstermekten vazgeçerek bazı ihtilâf noktalarını zikretmekle yetindim. Ve
kitabın sonundaki bibliyografya bahsinde istifade ettiğim kaynakları bildirmekle iktifa ettim. Bu bibliyografya, eserin hazırlanmasında istifade edilen kaynakların tamamı değildir. Tamamını koymuş olsaydım, birçok sayfaları bibliyografyaya tahsis etmek icap edecekti.
Muhtasar İslâm Tarihi eserini hazırlarken, bana yardımları dokunan ve burada isimlerinin zikredilmelerini istemeyen birkaç İranlı ve Arab öğrencilere huzurunuzda alenen teşekkür ederim.
Elinizdeki bu eserde, okuyucunun konuşulan
Türkçeyi bildiği ve anladığı peşin olarak kabul edilerek uydurma kelimeler kullanılmayıp, adlî lügatların izahlarına da gidilmedi. Bu hususta meraklı olan kimseler, arzu ettikleri takdirde
lügat kitaplarında o kelimeleri arar bulurlar.
Bu eserimle sizlere ve
İslâm âlemine faydalı olabilmiş isem, kendimi mutlu olmuş kimselerden sayarım. Şurasını da unutmamak gerekir ki, her işde başarı Allah'tan ve çalışmak bizdendir. (
kitap islam tarihi, 2 cilt takım, hayati ülkü, çelik yayınları, 2016 , hayati ülkü islam tarihi )
Hayati ÜLKÜ
Çelik Yayınları 2 cilt Hayati Ülkü İslam Tarihi kitabı nı incele diniz.