Kitap Niyet ve İhlas
Yazar İmam Gazali
Tercüme Osman Yolcuoğlu
Yayınevi Gelenek Yayıncılık
Kağıt Cilt 2.Hamur - Karton Cilt
Sayfa Ebat 160 sayfa – 13.5x21 cm.
Yayın Yılı 2017
İmam Gazali Niyet ve İhlas kitabı nı incelemektesiniz.
Gelenek Yayınları Niyet ve İhlas kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Niyet ve İhlas
İmam Gazâlî
Ey salih kişi! Sen bil ki, din yolunun ilâcı dört asıldır. Müslümanlık ünvanı konumuzda açıklamıştık.
Bu dört asıl da:
1- Kendi nefsini tanımak,
2-Allah'ı tanımak,
3-Yaşadığın dünyayı tanımak,
4-Gideceğin ahireti tanımaktır.
Bu dördün ikisinden kaçınmak gerektir. Bunlar da şudur:
1-Kendi nefsinden kaçınmaktır ki. Bu, Hak Teâlâ'yı dilemek için yapılır.
2-Dünyadan kaçınmaktır ki, o da ahireti dilemek için yapılır.
Böylece kendi kendinden yüz çevirip Hak Teala'ya yüz tutmalısın. Yani dünyadan yüz çevirmeli, ahirete yüz tutmalısın. Sabır, korku ve tevbe, bunların hepsi zikredilenlerin başlangıcıdır.
İÇİNDEKİLER
Zühd 7
Fakr'ın Hakikati 8
Fakirliğin Fazileti 10
Kanaat Ehli Fakirin Fazileti 15
Sabreden Fakirin, Şükreden Zenginden Üstünlüğü 16
Fakirliğin Edepleri 20
Sadaka Almanın Edepleri 22
Zarurete Düşmeden Dilenmek Haramdır 24
Fakirlerin Dereceleri 28
Zühdün Hakikati 30
Zühdün Fazileti 34
Zühdün Dereceleri 39
Zahidin Kanaati 42
NİYET VE İHLÂS 53
Niyet Nedir? 53
Müminin Niyeti Onu işlemesinden Daha iyidir 58
Nefsin Vesveseleri 61
Ameller Niyetle Değişir 65
İhlas'ın Fazileti 73
İhlasın Hakikati 78
ihlâsı Gideren Karışıklığın Dereceleri 81
Riyâ ve İhlasın Dereceleri 83
Doğruluk 86
MUHASEBE VE MURAKABE 91
Birinci Makam: Müşareket 93
İkinci Makam: Murakabe 96
Sığdıkların ve Muttakilerin Murakabesi 99
Üçüncü Makam: Muhasebe 106
Dördüncü Makam: Cezalandırma 108
Beşinci Makam: Mücâhede„ 111
Altıncı Makam: Nefsi Kınamak 113
TEFEKKÜR 121
Tefekkürün Fazileti 121
Tefekkürün Hakikati 123
Mahlukatı Tefekkür Etmek 134
Toprak ve Bitkiler 143
Madenler 145
Hayvanlar 146
Denizler 151
Hava 153
Yıldızlar 155
Kitaptan Kısa Bir Bölüm
Müminin Niyeti Onu İşlemesinden Daha İyidir
Ey aziz kişi! Sen bil ki, Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: Mü'minin niyeti amelinden daha üstündür, daha hayırlıdır.
Bu hadis-i şerifle Rasulullah Efendimiz şunu demek istemişti: Amelsiz niyet, niyetsiz amelden üstündür!
Çünkü niyetsiz amel ibadet olmaz. Fakat amelsiz niyet ibadet olur ki, bu mânâ da gizli değildir. Ve açıklanan şudur ki; mü'minin ibadeti vücut ve gönül iledir. Bu iki hayrın gönülle olanı daha üstündür. O da şundan ötürüdür ki, vücut amelinden murat, gönlün sıfatının dönmesi, değişmesidir. Niyet ve amelden maksat ise vücudun sıfatının dönmesi, değişmesi değildir. Halk şöyle sanır ki, niyet amel için gereklidir. Oysa hakikat şudur ki, amel, niyet için gereklidir.
Bütün bunlardan da kasıt, gönlün salâha dönmesidir ki, öteki cihana yolculuğa çıkan gönüldür. Saadet de, felâket ve şekavet de gönlündür ve vücut ortada uydudur (tâbidir). Bu tıpkı hacı olanın devesine benzer ki, hac deve- siz (yani binitsiz) vasıtasız olmaz, ama hacı olan deve değildir. Gönlün dönüşü, değişmesi de bir şeyden ziyade değildir. Bu da yüzünü âhirete döndürmektir. Bu ise dünyadan ve âhiretten yüzünü Hak Teâlâ'ya döndürmektir. Gönlün iradeden, maksat ve istekten başka yüzü yoktur. Eğer kişinin gönlüne dünya iradesi galip olursa, yüzü dünyaya dönük olur. Onun dünya ile ilgisi, dünyayı dilemekle olur. İlk yaratılışında dünyayı dilemek üzere yaratılmıştır. Ama Hak Teâlâ'yı dileyince ve âhirete meyli galip gelince gönlün sıfatı değişir, dönmüş olur. Yüzü başka yöne çevrilir. Demek ki, bütün amellerden kastedilen, beklenen, gönlün dönmesidir. Secde kılmaktan maksat, alnın sıfatının değişmesi veya havadan yere inmesi değildir, aksine, gönlün sıfatının dönmesi, başka bir biçim alması yâni kibirde tevâzuya erişmesidir ve: "Allahu Ekber!" demekten maksat, dilin sıfatının değişmesi, dönmesi ve harekete gelmesi değildir.
Belki, gönlün kendi azametinden dönmesidir. Ona Hak Teâlâ'nın azametinin üstün gelmesidir. Hacda taş atmaktan maksat; taşların bir yerde çoğalması değildir. Yahut elin hareket etmesi de değil, belki gönlün Allah'ın kulluğuna doğrulmasıdır. Boş şeylere ve akla uymayı bırakma, ilâhî fermana itaatkâr olmaktır. Kendi yularını kendisinin elinden çıkarıp ilâhî fermanın eline vermektir. Nitekim hacılar şöyle derler: Ben, senin hizmetine hakikatle ve kullukla durdum, yâ Rabbi!
Kurbandan maksatsa, bir koyunun canının çıkması değil, belki cahillik ve cimrilik çirkefinden temizlenmektir. Hayvanlara şefkatin, kendi tabiatının hükmü ile olmayıp, ilâhi emrin hükmü ile olmasıdır Çünkü sana: "Öldür!" deseler, sen: "Bu çaresiz hayvan ne yapmıştır? Niçin ona azap vereyim?" dememelisin. Belki, kendini kendinden bütün bütün terketmelisin ve hakikatte yok olmalısın. Çünkü zaten yoksun. Kul, kendi hakkında yoktur ve gerçekte var olan Yüce Allah'tır.
Bütün ibâdetler böyledir. Lâkin gönül öyle yaratılmıştır ki, onda irade meydana gelince, vücut da ona uymaya kalkınca o sıfat gönülde daha sabit ve daha muhkem olur. Meselâ, eğer gönülde bir yetime şefkat zuhur etse, elini onun başına koyunca şefkat daha kuvvetli olur ve gönlün ona meyli artar. Tevazu mânâsı da belirince, başını, tevazu ile yere yakın kılar. İşte bu tevazu, böylece onun gönlünde sabit ve kuvvetli hale gelir.
Bütün ibâdetlerin niyeti hayrat murat etmektir. Tâ ki, dünyadan yüz döndürüp, âhirete yüz tutunca o niyetle amel etmek, o kastı, o isteği gönülde kuvvetli ve sabit kılar. Böyle amel, niyet ve kastı kuvvetlendirmek içindir. Her ne kadar amel de niyetten peyda olursa da, madem ki hâl böyledir, bundan da niyetin amelden hayırlı olduğu zâhir ve belli olur. Nasıl hayırlı olmasın ki, niyet, doğrudan doğruya kalbin kendi özündedir. Amel ise başka yerden kalbe sirayet etse gerektir. Eğer kalbe sirayet etmişse işe yarar, sirayet etmemişse gaflet içinde, işe yaramayıp kaybolur. Bundan ötürüdür ki, amel- siz niyet bâtıl olmaz. Bu da şuna benzer ki, midede bir dert olur, eğer dertli olan kimse ilâcı içerse o ilâç ona ulaşır. Bir de göğsü üstüne o ilâcı sürse ve mideye faydalı olsun diye bunu yapsa, bu da fayda verir, ama mideye varan ilâç, göğüsten gelen şifadan daha faydalıdır. Zaten istenilen de şifanın göğse erişmesi değildir. Böylece, hiç şüphe yok ki, ilâç mideye erişmezse faydasızdır. O ilâç mideye erişirse, sineye erişmese bile bâtıl olmaz.
Nefsin Vesveseleri
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Benim ümmetimi nefsin vesvesesi olan her şeyden bağışlamışlardır.
Bir haberde de Sahîh-i Müslim'de ve Sahîh-i Buhârî'de vardır ki şöyledir: "Bir kişi günah işlemeye kast etse ve o günahı işlemese meleklere: 'Onun yazmayın!' derler. Eğer onu işlerse: 'Bunun günahını yazın!' denir. Eğer hayırlı bir işe niyet ederse meleklere 'Bir hasene yazın!' diye buyurur. Eğer o iyiliği yapar, o hayrı işlerse, 'Ona sevab yazın!' denir."
Kimi haberlerde bu sevabın yedi yüze kadar artırıldığı bildirilmiştir. Bu yolda bir kısım kişiler, kalbe gelen her türlü niyet ve düşüncelerden insanın mes'ul tutulmayacağını sanmışlardır. Bu hatâdır ki, açıklamıştık. Kalb asıldır, beden ise onun uydusudur.
Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bir şey gönlünüze gelirse, gerek onu açığa vurun, gerek gizleyin, onun hesabını sizden sorarlar." (Bakara Sûresi: 284)
Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Hak Teâlâ der ki, gözden, kulaktan ve kalpten, bu üçünden, sorular sorulacaktır." ( isrâ Sûresi: 36)
Yine Hak Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, yemini-nizdeki yanılmadan dolayı sizi cezalandırmaz. Fakat kalbinizde kötü niyet tutarak yaptığınız yeminden Ötürü SİZİ cezalandırır." (Bakara Sûresi: 225)
Hiçbir hilaf yoktur ki, insanlar, kibir, nifak, ucub (kendini beğenmek), riya ve hasetten sorumlu olurlar. Bunların hepsi ise yalnız gönlün halleridir. Fakat gönül işinin hakikati budur ki, gönle gelen şeyin dört derecesi vardır, ikisi ihtiyatsız olur ki, bunda sorumluluk durumu yoktur. Öteki ikisi de ihtiyar ile olur ki, bunlarda sorumluluk ve ceza vardır.
Birincisi; Şuna benzer ki, eğer yolda giderken ardınca bir kadın gelse, geriye bakıp o kadını görmek istese buna hâtıra-ı nefs denir.
İkincisi; Kişinin tabiatında bir rağbet hareket gelir, o kadına baş çevirir bakar. Buna meyl-i tabii denir ki, şehvetin kımıldamasından, hareketinden ileri gelir.
Üçüncüsü; Gönül, arkadan gelen kadın için: "O kadına bak!" diye bir hükme varır. Bu hükmü öyle bir yerde verir ki, orada korkusu yoktur. Çünkü gönül, şehvetin her dilediği şeye, "Onu mutlaka yapmak gerektir!" diye hüküm vermez. Belki kimi zaman olur ki, gönül bazı şeylerden korkar. Buna da gönül hükmü deriz.
Dördüncüsü; Geriye bakmak için azmedilir. Eğer Allah'ın veya halkın korkusu hükmünü bozmazsa, bu azim tez karara bağlanır. Bundan ötürü, p önceki iki hâl, yâni nefis hatırası ve tabiî meyi ile kınanmaz, sorumlu tutulmaz. Çünkü kendisinin elinde de değildir. Ve Hak Teâlâ da şöyle buyurur:
"Allahu Teâlâ hiçbir nefse, takat getiremeyeceği şeyi teklif etmez." (Bakara Suresi: 286)
Nefs hakkındaki hadîs şöyledir ki: Osman bin Maz'ûn (Allah ondan râzı olsun) Rasûlullah Efendimize şöyle dedi: "Benim nefsim bana kendimin erkeklik yumurtaları m kes at diyor. Tâ ki, şehvetinden böylece kurtulasm!" Rasûlullah Efendimiz de ona dedi ki, "Böyle yapma! Benim ümmetimin hadım olması ancak oruçladır." Osman bin Maz'un dedi ki: "Nefsim bana, rahipler gibi dağda otur, diyor!" Rasûlullah ona, "Öyle deme! Benim ümmetimin rahipliği hac ve gazadır." Osman yine: "Yâ Rasûlullah!" dedi. "Nefsim bana diyor ki: 'Et yeme!'" Resul (sailallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdu: "Öyle deme! Ben eti severim. Eğer bulsaydım, yerdim! Eğer Hak Teâlâ'dan dileseydim verirdi."
İşte bu hâtıralar ki, Osman bin Maz'ûn'un hatırına gelmişti; nefsin vesveseleriydi. Bunlar bağışlanan hâtıralardır. Affedilir. Çünkü onları işlemeğe azim göstermemişti. Aksine onları konuşma konusu etmişti. Fakat o iki hal ki, isteyerek yapılır, onları işlemeğe gönlün isteği ve kastı vardır. Onun ikisinden de sorumlu olur. Eğer, utandığından ya da korktuğundan veya bir engel bulunmasından ötürü işlemezse yine sorumludur. Onu işlememesi hak korkusundan ötürü olmamıştır. Kulun sorumlu olmasının mânâsı, bir kimsenin ona kızması ve ondan intikam alması demek değildir. Çünkü Hazret-i ulûhiyyet, hışımdan, kızmaktan, intikam almaktan müberrâdır. Lâkin bunun mânâsı şudur: Bu niyetle gönlü öyle bir sıfata erer ki, Hazret-i ulûhiy- yetten uzak düşer. Bu da onun şekaveti olur ki önceden
açıklanmıştı. Çünkü onun saadeti odur ki, yüzünü kendisinden ve dünyadan Allahu Teâlâ'ya döndürür. Gönlün yüzü, gönlün iradesi ve dilemesidir. Dünya ile ilgili olan kasda yaparsa, onunla dünya alâkası daha muhkem olur. Gerekli olan şeyden uzak düşer. Mel'un olmanın mânâsı bu alâkaya tutulup, o nesneden ırak düşmektir. Bu bir iştir ki, hem özündendir, hem özüyledir, hem de özündedir.
Ama ne kimsenin taâtinden sevinmesi vardır, ne de günahkârlığından kızıp ondan intikam alacak bir kimse... Mes'ul ve mel'un olmanın bunlarla ilgisi yoktur. Lâkin halkın aklı yeterince ibadeti bilmekten acizdir. Bu sırları bilen kişinin, gönlünün bu halleri dolayısıyla sorumlu olacağından şüphesi kalmaz. Buna en kesin delil, Rasûlullah Efendimiz'in şu buyruklarıdır: "İki müslüman kılıçlarıyla çarpışırlarsa ölen de, öldüren de Cehennemdedir. Çünkü her ikisi de arkadaşını öldürmek istemiştir." Ashâb-ı Kiram: "Yâ Rasûlullah!" dediler. "Ölen niçin cehennemdedir?" Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şundan ötürü ki, o da öldürmeğe niyet etmişti. Eğer elinden gelseydi öldürürdü!" Bir delil de
şudur ki, Resul (sailallahu aleyhi ve sellem) Şöyle buyurdu: "Bir kişi, malını meşru yolda harcamazsa, birisi de, 'Eğer benim malım olsaydı böyle yapardım!' derse, ikisi de günah işlemekte eşittirler."
Bunlar da bütün gönlün niyetleriyle olan hallerdir. Başka bir şey değildir ve şüphe yoktur ki bir kimse döşeğinde bir kadın bulsa, yabancı bir kadın zannı ile onunla sohbet etse günahkâr olur. Hattâ kendisinin karısı olsa bile!
Bir kimseye kendisinin abdest almış olduğunu sanarak abdestsiz namaz kılmış olursa o zaman da, günah işlemiş olur. Oysa abdestli namaz kıldığını sonradan hatırlasa yine günahkârdır.
Bunların hepsi, gönlün halleridir. Ama bir kişi, bir günah işlemeyi düşünse, ondan Allah korkusuyla vazgeçse, ona bir sevap yazılır. Çünkü bir ha-dis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
- Niyetlenmek, bir şeyi yapmaya kastetmek, tabiata muvafıktır. Niyetten el çekmek ise, tabiate aykırı şekilde mücadele etmektir. Onun kalbi döndürmekte olan tesiri, o niyetin tesirinden ve gönlü kara kılmasından daha ziyadedir.
İşte, hasene (sevap) yazmanın mânâsı budur. Yukarıdaki hallerin mânâsı budur. Ama eğer acz sebebiyle el çekilmezse o günahın karanlığını ortadan kaldırmaz. Onunla sorumlu olur. Şu tepelenen kişi gibi ki, aczi, kudretsizliği sebebiyle hasmını öl-düremez, kendi ölür gider.
Ameller Niyetle Değişir
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, ameller üç kısmıdır:
Günah,
Tâat,
Mübah'lardır.
Kimi Olur ki, ResÛl (sailallahu aleyhi ve sellem)İn "Niyetler amellere göredir!" dediğinden öyle sanırlar
ki, günah işlemek de hayır niyetiyle hayırlı işlerdendir.
Bu yanlış bir sanıdır. Belki bu niyetin bunda tesiri yoktur. Lâkin kötü niyet, onun günahını daha çok artırır. Bunun benzeri şudur ki, bir kimsenin gönlünü hoş kılmak için gıybette bulunulur. Yahut haram mal ile mescit ve medrese yapılır, sonra da bunları yapan kişi: "Benim niyetim hayır işlemektir!" der.
Bunun gibi sözler söyleyen kişi bilmez ki, şerle hayra niyetlenmek ayrı bir şer, bir kötülük olur. Eğer bu işin bir kötülük olduğunu bilirse o kişi fâ-sık olur. Eğer kötülük olduğunu bilmezse ve "Bu iş hayırdır!" diye bir zanda bulunursa yine fasık olur. Çünkü o câhil demektir. Câhil olan kişi ise fâsıktır. Çünkü ilim dilemek bütün insanlara farzdır. İnsanların çoğunun helâk olması cehilden, bilgisizliktendir.
Bundan ötürüdür ki, Sehl-i Tüsterî (Allah rahmet eylesin) şöyle demiştir:
- Cehaletten daha büyük günah yoktur.
Cehlini bilmek, ondan da büyük günahtır. Çünkü bilmediğini bilmeyince hiçbir zaman onu öğrenmez. Ve bu cehalet, o kişinin günahı ve hatası olur. Eğer bir öğrencinin maksat ve dileği:
Kadılıktan, evkaftan, öksüz malından, sultan malından dünyalığını ele geçirmek ise, ona ilim öğretmek haramdır.
Övünmekle de meşgul olacaksa, ona ilim öğretmek haramdır.
Müderris bir zat: "Benim niyetim ilmin yayılmasıdır! Ama öğrencim onu fesat için kullanırsa ben kendi niyetimden dolayı kınamam!" derse, bunlar büsbütün cahilliktendir. Bunun benzeri, yol kesen kişiye kılıç, şarap satan kimseye üzüm bağışlamaya benzer. Bir kişi, "Benim niyetim cömertliktir. Allahu Teâlâ cömertlikten daha çok bir şeyi sevmez!" dese, bu, onun cehaletini gösterir.
Çünkü o kişinin yol kestiğini bilen kişinin, kılıcı onun elinden alması gerekir! Nerede kaldı ki, onun eline kılıç versin. Bütün eski büyükler, fâsık din bilgininin kötülüğünden (şerrinden) Hak Teâlâ'ya sığınmışlardır. Öğrencisinde günah eseri gördükleri zaman o öğrenciyi reddetmişlerdir.
Ahmet bin Hanbel, eski bir öğrencisini reddetmiştir. Sebebi, o kişinin kendi evinin dışını balçıkla sıvamasıydı ve, "Müslümanların yolundan bir tırnak boyu çalmışsın sen! Sana bilgi öğretmek lâyık değildir!" demiştir.
Böylece anlaşılır ki, hayır işleme niyetiyle günah, hayra dönmez. Aksine hayır işlemek, şeriâtin fermanı ile olmalıdır.
İkinci kısım: Tâatte olan niyettir. Tâatteki bu niyetin iki yönden tesiri vardır:
Tâatin aslı, niyetle doğru olur.
Niyet ne kadar çok olursa, sevap da o kadar çok olur.
Bir kişi niyet bilgisini öğrense, bir tâat için on niyette bulunur. Tâ ki, o tek tâat on tâat olur.