Kitap Orta Boy Arapça Metinsiz Muhtasar Meal Bez Cilt
Meal Heyet
Yayınevi Hayrat Vakfı Neşriyat
Kağıt Cilt Şamua kağıt, Kalın Bez Cilt
Sayfa Ebat 664 Sayfa - 18x24 cm Orta Boy
KISA KODU KM0277
Hayrat neşriyat ın yayınladığı, Kuranı Kerim in metinsiz muhtasar meali adlı Kuranı Kerim kitabını incelemektesiniz.
Orta boy Kuranı Kerim Arapça metinsiz muhtasar meali adlı Kuran Meali kitabı hakkında yorumları okuyup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Kur’anı Kerim’in Metinsiz Muhtasar Meali
Kur'ân-ı Azimü'ş-şan, her an yanımızda bulundurmamız ve istifade etmemiz gereken İlahi bir kitaptır.
Rabbimizin emir ve yasaklarını ve daha pek çok hikmetleri ve hakikatleri içerisinde barındıran bu mukaddes kitaptan, yani Kur'ân-ı Kerîm'den abdestli ol(a)madığımız hallerde yahut farklı zaman, mekan ve durumlarda da istifade edebilmek artık bir tık uzağımızda. Hayrat Neşriyat'ın hazırladığı ve sizlerin istifadesine takdim edilen bu harika eser sizleri bekliyor.
Dipnotlarla zenginleştirilmiş, oku mayı kolaylaştıracak görsellikte düzenlenmiş, taşıması kolay ve cildi kolay yıpranmaz bu eseri sipariş vermek için hemen tıklayın. Her zaman hizmetinizdeyiz.
ÖNSÖZ
Bizleri Kur’an-ı Azımüşşan’a talebe ve sevgili Resulüne (sav) ümmet eyleyen Rabbimize ezelden ebede kadar hududsuz hamd ve şükürler olsun.
Kur’an-ı Kerim’in hadsiz ma’naları adedince salavat ve rahmet duaları, ümmetine karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Resul-ü Ekrem (asm)’ın üzerine olsun.
Yüce Yaratıcımızın biz insanlara hitabı olan Kur’an-ı Kerim, dünya ve ahiret saadetinin temel kitabıdır. On dört asır boyunca İslam dünyasını aydınlattığı gibi, dalga dalga yayılan nurları bütün beşeriyeti dahi aydınlatmaya devam etmektedir.
İnsanlık, ilim ve fende mühim mesafeler kat’ etmekte ve gün geçtikçe insan aklının değeri daha da anlaşılmaktadır. Son devrin büyük İslam alimlerinden Üstad Bediüzzaman Said Nursi (ra), bu tesbit istikametinde şöyle müjde vermektedir.
“Biz Kur’an talebeleri olan Müslümanlar, delile tabi’ oluyoruz. Akıl, fikir ve kalbimizle iman hakikatlerine giriyoruz. Başka dinlerin bazı ferdleri gibi, ruhbanları taklid için delili bırakmıyoruz. Onun için akıl, ilim ve fennin hükmettiği gelecekte, elbette, aklı delillere dayanan ve bütün hükümlerinin akla tesbit Kur’an hükmedecek.”
Bütün insanlığın, hakikatlerini idrak ederek Kur’an’a yöneleceği bir devrin arefesinde olduğumuzu ümid ettiğimiz şu günümüzde, Kur’an-ı Kerim’i anlamaya a yönelik çalışmalar daha da ehemmiyet arz etmektedir.
Kur’an-ı Hakim, Rabbimizin kelamı olması hasebiyle her türlü sevgi ve hürmete layık olan mukaddes bir kitaptır. Arabi asıllı lafız ve kelimeleri gibi, hangi dile çevrilirse çevrilsin, o metinler dahi ma’na i’tibarile mukaddestir ve hürmete layıktır.
Rabbimizin bize ta’lim buyurduğu Kur’an hakiketlerinin daha iyi anlaşılmasına bir katkıda bulunmak maksadıyla, Hayrat Neşriyet İlmi Araştırma Merkezi, on kişilik bir ekiple uzun yıllar süren bir tercüme çalışması yaptı. Hazırlanan “ Kur’an-ı Kerim Muhtasar Meali” isimli çalışma. Son olarak yüzü aşkın ve her biri değişik fenlerden mütehassıs bir hey’et tarafından kantrol edilerek ehl-i imanın istifadesini arz edildi.
Yüce Rabbimiz Vakıa Suresi’nde, “Ona ancak temizlenmiş olan kimseler dokunur.” (56/79) buyurmuştur. Sevgili Peygamberimiz (sav) bu ayetteki yasağı “Abdestsiz olanlar Kur’an’a dokunmasın.” diyerek açıklığa kavuşturmuştur. Fakat bu yasaklama alimlerimiz genel kanaatine göre Kur’an’ın Arapça aslı için olup, mealleri için geçerli değildir.
Elinizdeki “ Kur’an-ı Kerim’in Metinsiz Muhtasar Meali ” isimli bu yeni çalışmamız, sizlerden gelen yoğun talebler üzerine, değişik ma’zaret ve gerekçelerle abdestli olmadığımız ve kolayca elimize alma imkanı bulamadığız zamanlarda da istifade edebilmek maksadıyla, Hayrat Neşriyat’ın hazırladığı muhtasar meal esas alınarak hazırlandı.
Bununla beraber, her türlü hürmete layık olan Allah kelamının mealine de hürmet edilmeli ve abdestli olarak okunması asıl tercihimiz olmalıdır.
Hayrat Neşriyat olarak, Kur’an hakikatlerinin daha iyi ve daha kolay anlaşılması maksadıyla yaptığımız bu çalışmayı, rızasına mazhar etmesini ve bütün insanlık için faydalı bir hizmete vesile olmasını Rabbimiz’den niyaz ediyoruz.
Hayrat Neşriyat / 15 Şa’ban 1430
TAKDİM
Hakîkatler ve hikmetler menbaı olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân ni'metini, bizlere ihsan eden ve bizi Kur'ân hizmeti ile şerefyâb eden Mütekellim-i Ezelî, Rabbimiz, Halikımız, Cenâb-ı Vâhibü'l-Atâyâ Hazretlerine, nazil oluşundan kıyamete kadar okunacak ve yazılacak olan Kur'ân kelimelerinden ve harflerinden hâsıl olan sevablar adedince hamd ü senalar olsun.
Bütün hâlleri, sözleri ve tavırları ile Kur'ân-ı Hakîm'in en büyük mu'cizesi ve o hutbe-i ezeliyenin en parlak maz-harı olan, peygamberler reîsi, evliyalar seyyidi Hazret-i Fahr-ı Âlem Muhammed Mustafâ (asm)'a, hem şâir enbiyâ ve mürselîn ihvanına, hem âl ü ashabına ve umum sâlih kullara salât ü selâmlar olsun.
Peygamberimizin da'vâ-yı nübüvvetinin en büyük delîli olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân, bütün mevcudatın İlâhı unvanıyla Allah'ın kelâmı olmakla, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Hem o semavî kitab, belagat, i'câz ve îcâzıyla, herbir âyeti arasında kuvvetli irtibatlar bulunan ve âyetleri birbirini tefsîr eden, böylece bölünmesi mümkün olmayan bir "kelime-i vahide" hükmünde mukaddes bir kütübhânedir.
Bu hususiyeti i'tibâriyledir ki, Kur'ân-ı Kerîm'in en iyi müfessiri, yine Kur'ân'dır. Onun gaye ve maksadlarını, ondan sonra bize en iyi öğretecek olan, pek çok âyâtın sarâhatiyle ifâde edildiği gibi, teblîğ ile birlikte tebyîn vazîfesiyle de muvazzaf olan ve vahyi bizzat telakkî eden Resûl-i Ekrem (asm)'dır. O zat (asm)'ın beyânı, bütün tefsirlerin aslı ve esâsıdır ki Kur'ân'ın ma'nâ ve hakîkatlerini, ümmetine hâl ve kal lisanıyla teblîğ etmiştir. Arapça metinsiz sadece meal
Fahr-ı Âlem (asm)'ın dâr-ı bekaya irtihâllerinden sonra, gerek sahâbe-i kiram ve selef-i sâlihîn (radıyallâhu anhüm ecmaîn), gerekse arkalarından gelen nice güzîde insanlar, Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'ın ve sünnet-i seniye-nin ruhuna muvafık bir hassasiyetle Allah kelâmındaki marzıyât-ı İlâhiyeyi anlamak ve başkalarına da anlatmak gayesiyle, tefsir faaliyetlerinde bulundular.
Bütün bu nûrânî ve samîmî gayretler, Kur'ân hakîkatlerinin daha kolay anlaşılmasına hizmet etti. İslâmiyet'in cihanşümul hüviyetiyle, Arab olmayan ve Arabca da bilmeyen insanların fevc fevc bu Hak Dîne dehaletleri netîcesinde, onların da Kur'ân'dan istifâde etmeleri ihtiyâcı ve böylece bu tefsirlerin şâir dillere çevrilmesi zarureti hâsıl oldu. Binlerce cildlik eserler, bu maslahatla muhtelif lisanlara tercüme edildi ve istifâde umûmîleşti.
Bu tercüme zaruretine ve bu hizmetin güzelliğine rağmen, üzerinde hemfikir olunan hakîkat şudur: Bir eserin başka bir dile çevrilmesi esnasında, o kelâmın, o metnin ma'nâsını diğer bir lisanda aynı hacimde kalarak dengi bir ta'bir ile aynen ifâde etmek zordur. Bu hâl bilhassa, ilmî ve edebî metinlerde iyice müşkillik arz eder.
Hattâ öyle metinler vardır ki, onun ifâdesindeki inceliğin, nüktelerin, vurguların kendi lisânındaki zenginliğiyle tercüme edilmesi pek mümkün değildir. O metin o haliyle, sanki sâdece o lisâna has gibidir. Böyle ibarelerin diğer lisanlara çevrilmesi, artık birebir kelimelerle değil, daha uzun ve geniş veya daha farklı ifâdelerle tahlîl edilerek ancak yapılabilir ki, buna da uzunluğuna ve mâhiyetine göre artık tercüme değil, tefsir veya meal denilmektedir. Hayrat Arapça metinsiz sadece muhtasar meal
Bilhassa îcâz ta'bîr edilen, az sözle çok ma'nâları ifâde eden; ve i'câz denilen, beyânı ile dinleyenleri mest ederek taklidinde âciz bırakan; ve herbir âyetinde, her-bir kelimesinde, hattâ herbir harfinde ve sükûnunda nihayetsiz hikmetler bulunan; ve mübarek müdakkik nazarların ictihadlarına hüccet olacak incelikler taşıyan; ve en mükemmel dînin esâsâtını vaz' eden Kur'ân'ın birebir hakîkî tercümesinin yapılmasının mümkün olmadığı ve olamayacağı ise aşikârdır.
Bununla beraber, dînî hükümlerin mukaddes mahfazaları olan lâfızlarının yerine hiçbir şey ikâme edilemez, yerlerini tutamaz, vazifelerini göremez. Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'ın cihandeğer üslûb-ı âlîsinin yerini, kâinattaki hiçbir ta'bîrât dolduramaz.
Hakîkatte tercüme denilen şeyler ise, her ne kadar tercüme hassasiyetiyle, olabildiğince metne bağlı kalarak yapılmaya çalışılsa da, bu noktada artık gayet "muhtasar, nakıs birerç meâl" hükmündedir. Çünki, âyetlerin ma'nâlarını biraz noksanı ile ifâde etmek ve tefsirlerde beyân olunan nice hârika nazarların serd edildiği ihtimâllerden zarûreten sâdece bir ihtimâli tercîh etmek, o metnin aynen tercümesi demek değildir.
Zîrâ Kelâmullah'ın ma'nâsını ifâde ederken, beşer sun'unun ve dahlinin olduğu her yerde, velev ki bu ifâde, yüzlerce cildlik bir tefsîr ile olsun, netîcede orada 'bize göre' kaydıyla bir hasr, bir tahsis ve o âyetin pek çok vücûhundan tek bir vechini tercih var demektir.
Bu böyle olduğu hâlde, nisbî bir istifâdenin ötesinde, mealin Kur'ân ile denk olduğu fikrine kapılarak, o hakikatleri geniş olarak açıklayan tefsirleri ihmâl etmek, hem münhasıran meal ta'lîm etmenin, "Kur'ân'ı ve dolayısıyla murâd-ı İlâhîyi gerçek veçhiyle anlamak ve ondan şer'î hüküm çıkarmak için kâfî olduğu" iddiasında bulunmak, doğru bir düşünce değildir.
Hem ecdadımızdan böyle bir hizmeti, hakkını vererek yapabilecek olan dirayet sahibi nice ehl-i ilim, bu mevzu'da asırlardır sırf bu endişe ile hassasiyet göstermişlerdir.
İşte mezkûr fâsid telakkî netîcesindedir ki Kur'ân, lâfzı ve ma'nâsı ile mu'cize olduğu hâlde, "Türkçe Kur'ân" veya "Kur'ân'ın Türkçesi" gibi yanlış ta'bîrâtı ehl-i îman bilmeyerek kullanıyorlar.
Hâlbuki meal metni, sû'-i niyet ve menfî bir kasıd ile yahut gaflet ile mütâlâa edildiği vakit mahzurlu iken, Kur'ân metninin aslını ve onun tefsirlerinin yerini tutamayacağı bilindiği ve böyle kabul edildiği takdirde, faydasının pek ziyâde olacağı ise muhakkaktır. Zîrâ o ezelî kelâmın mukaddes ma'nâlarını insanların anlayışına bir derece yaklaştırmak, ulvî hakikatlerinin anlaşılmasını kolaylaştırmak, hergün okunan ve dinlenen Kur'ân âyetlerinin ma'nâlarını, çok muhtasar, çok kısa da olsa anlamaya çalışmak elbette güzeldir.
İnsanlık, Kur'ân'ın feyiz ve bereketine her asırda muhtaçtır. Ancak, Kur'ân'ın etrafındaki surların yıkılıp artık i'câzının kendisine çelik bir zırh olarak kaldığı ve âhir zaman fitnelerinin sağanak hâlinde ehl-i îmâna hücum ettiği, hem îmânı muhafaza etmenin kor ateşi elde tutmak gibi zor ve müşkil bir hâle geldiği, bid'a ve dalâletlerin şahsî ve içtimaî hayâtı istîlâ ettiği felâket ve helâket asrının bîçâre ve mütehayyir insanları, onun sönmez nuruna daha ziyâde muhtaçtırlar.
İşte böyle bir zamanda, her cihetten ve görülmemiş müfsid vâsıtalarla Kur'ân'a ve îmâna hücum edildiği bir hengâmede; "Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez ma'nevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya isbât edeceğim!" deyip Kur'ân'ı müdâfaa nâmına cihâna meydan okuyan, maddî ma'nevî her türlü zorluklara göğüs gererek, Kur'ân ve îman hakîkatlerinin muhafazası ve gönüllere nakşolunması, hem sünnet-i seniyenin ihyâsı için cansiperane nûrânî bir hizmetle küfrün temel taşlarını zîr ü zeber eden, en mütemerrid ve muannid Kur'ân düşmanlarını ilzam edip susturan ve Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu kat'î bir surette isbât edip hak Kelâmullah olduğunu kör gözlere dahi gösteren, çilekeş Kur'ân dellâlı Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerinin beyân ettiği şekilde; asır marîzdir, ümmet ma'nen hastadır ve millet de dehşetli rahnelerden mutazarrır ve illetlidir; reçete ise, İttibâ-ı Kur'ân'dan başka bir şey değildir.
İşte bu hâlis ve nûrânî gayeye ma'tuf olmak üzere, Bedîüzzaman Hazretleri, hem Kur'ân hattının muhafazasına hizmet etmek; hem Kur'ân-ı Hakîm'in ma'nâlarında, hakikatlerinde ve işaretlerinde olduğu gibi, lâfızlarında ve harflerinde dahi çok sırlar ve meziyetler bulunduğuna bir zemin ihzar etmek ve nazar-ı dikkati Kur'ân'ın hattına çevirip, hakîkatlaerine ehemmiyetle baktırmak; hem de, Kur'ân-ı Hakîm'in dersiyle, irşâdıyla, ilhâmıyla, feyziyle ve yalnız onun ta'lîmiyle ve imlâsıyla yazılan Risâle-i Nûr'u, asıl menbaı olan Kur'ân'a rabtedip; ve onlar kimin malı olduğunu ve neye hizmet ettiklerini, ve neyin burhanları olduklarını, onların meziyetleri nereden geldiklerini göstermek için yeni bir tarz ile Mushaf-ı Şerîfi yazdırıp haşiyelerinde, âyetlerin hakîkatlerinin hangi risalelerde beyân edildiğini şifre nev'inden rakamlarla işaret etmek, adetâ haşiyesinde dilsiz bir tefsir, şifreli bir şerh, rakamlı bir haşiye, sükût ile bir beyânı yazmak ve o Sözler katrelerini (Risâle-i Nûr'u) o denize dökmek azminde ve niyetinde olduğunu yaklaşık yetmiş sene önce ifâde ediyor. (Rumuzât-ı Semâniye, 8)
Selef-i Sâlihîn'in, âyetlerin asıllarına herhangi bir şey karışmasın diye Kur'ân sahîfelerine haşiyelerle îzahlar düşülmesindeki içtinâbından korktuğunu, fakat daha sonra gelen müteahhirîn ulemâsının buna fetva verdiğini yine Rumûzât-ı Semâniye adındaki eserinde beyân eden Bedîüzzaman Hazretleri bu niyetlerini: "Eğer reyiniz inzimam ederse, Kur'ân'ın i'câz-ı zahir ve ma'nevîsine medar bazı işaretlerle, haşiyesinde hangi risalede îzah ve isbât edildiğine işaret olunacaktır" diyerek, bu hizmeti bir nevi' zımnî muvafakatle, içlerinde mühim âlimler de bulunan talebelerinin meşveretine havale etmiştir.
İşte, "Kur'ân-ı Kerîm in Muhtasar Meali" nâmıyla takdîm ettiğimiz bu çalışma, milletimizin îmânının selâmeti için yegâne yol olan Kur'ân'la merbûtiyetin te'sîsi gayesiyle, yirminci asırda her cihettşn Kur'ân'a hizmeti müsellem, nâdire-i zaman bir şahsiyetin, yetmiş sene önce niyet ettiği, fakat ömrü vefa etmediği bu hizmeti, onun vasiyeti telakkî edip, îfâsını kendilerine gaye edinen ve onun bu asra damgasını vuran rahle-i tedrîsinde yetişen talebelerinin, üstadları gibi sırf Allah rızâsını esas tutmaya çalışarak, yine ondan aldıkları ders ile, feyiz ile yapmaya himmet ettikleri mütevâzi' bir gayrettir.
Neşriyatımızın bünyesinde bulunan İlmî Araştırma Merkezi nezâretinde on yıla yakın süren bu çalışma, gerek yurt içindeki muhtelif İlahiyat Fakültelerinden ve şark medreselerinden, gerekse yurt dışındaki Câmi'ü'l-Ezher gibi dînî eğitim veren üniversitelerden ve medreselerden me'zun olan on kişilik bir hey'et tarafından yapıldı.
İstişare esas tutularak, hey'et hâlinde hazırlanan bu nihâî metin, son olarak ilahiyat, edebiyat, târih, psikoloji, pedagoji, eğitim, mühendislik, teknik eğitim, tıb, iktisad, hukuk, siyasal, güzel san'atlar gibi çok farklı meslek ve ihtisaslara sâhib, ricâlen nisâen oldukça kalabalık bir hey'etin baştan sona ciddî tedkik ve iştirakiyle, görüşlerinden istifâde edilerek bir yıla yakın bir süre içinde redakte edildi.
Bu samîmî çalışmamızın her safhasında her ne kadar Kur'ân-ı Azîmü'şşân'ın izzetine ve kudsiyetine yakışır bir tavr-ı hürmet ile a'zamî bir ihtimam ve hassasiyet gösterilmişse de, taksîrâttan ve noksanlıklardan hâlî olmadığımızdan, sehivlerimiz olmuşsa, bunların hüsn-i niyetimize hamledilerek tashih ve ikmâl edilmesine vesîle olmak üzere tarafımıza bildirilmesini bütün mü'min kardeşlerimizden rica ederken; tevbeleri kabul eden, hatâları affeden, hem hîbe ve atiyyesi vâsi' olan, dilediği kullarının seyyiâtlarını dahi hasenata çeviren Rabbimizden, tazarru' ve niyazımız odur ki; hatâlarımızı affedip bizleri rızâsına mazhar eylesin! Hem kendisine sonsuz hürmet ve me-veddetle bağlandığımız Habîb-i Rabbü'l-Âlemîn, Fahr-ı Âlem ve Resûl-i Kibriya Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz Hazretleri bu hizmetimizden ruhen hoşnûd olsun!
Bizler bugün, "Elde Kur'ân gibi bir mu'cize-i bakî varken, başka bürhân aramak aklıma zâid görünür" deyip, âlem-i ma'nâda aldığı irşada binâen tevhîd-i kıble eden ve kendisine ilk üstad olarak Kur'ân'ı bilen, hem hayâtının lisân-ı haliyle Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi, "Ben hayatta olduğum müddetçe Kur'ân'ın bendesi ve Hazret-i Peygamber'in (asm) yolunun toprağıyım" ahdinde bulunan ve bütün sergüzeşt-i hayâtı ile bu kararlılığını isbât etmiş bir zât olan Bedîüzzaman Hazretleri'nin, gayet halisane ve nûrânî bir arzusunu îfâ etmenin, Kur'ân hesabına bir nebze olsun hizmet etmenin sürür ve saadetini yaşıyoruz.
Böyle bir hizmeti bizlere nasîb eylediği ve şu mihnet ve kürbet asrında bizleri kendi hâlimizde başıboş bırakmayıp, Kur'ân'ının nurundan mahrum etmediği için Rahmanü'r-Rahîm olan Hakk Teâlâ Hazretlerine nâmütenâhî medyun u müteşekkiriz ve hâmidiz.
Kelâmullâh'ın anlaşılmasına müteveccih hizmetlerdeki şerâfet ve muvaffakiyet, ancak o mâide-i semâviye'nin misilsizfeyzindendir, hem o Furkân'a hizmetkâr kabul edilip, hak bir da'vâda istihdam edilmenin alâmeti ise, ancak ihsân-ı İlâhî, kabûl-i Rabbânî mazharı olarak o hizmette muvaffak kılınmak olabilir, diye telakkî ediyoruz.
Rabbimiz, Halikımız olan Cenâb-ı Hakk'dan niyazımız odur ki; aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu Kur'ân'ın nuruyla nûrlandırsın! Nefsimizi Kur'ân'ın nuruyla irşad ve onun nuruyla terbiye eylesin! Hem bizleri o nûr ile yaşatsın, o nûr ile huzuruna alsın! Âmîn.
Biz, Hakk Teâlâ'nın Mecîd Kur'ân'ına hizmetkârlık ihsanını ve lütfunu, münhasıran O'nun ikram, ihsan ve inayeti bildik, öyle kabul ettik ve yine O'nun kudretine istinâd ederek gayret ettik. Te'sir, terğib ve tevfik ise ancak Müfettihü'l-Ebvâb olan Cenâb-ı Vâhibü'l-Atâyâ Hazretleri'ndendir.
Hayrat Neşriyat 10 Muharrem 1422
MEAL VE TERCÜME
Meal, lügavî olarak; bir şeyin varacağı yer ve gaye ma'nâsında mekân ismidir. Istılâhda ise, bir sözün ma'nâsını her cihetten değil, biraz noksanı ile, yaklaşık olarak ifâde etmeye denir.
Tercüme kelimesinin lügat ma'nâsı ise: "Sözü, bir lisandan başka bir lisâna nakletmek" demektir. Istılahtaki ma'nâsı ise, bir kelâmın ma'nâsını, diğer bir lisanda dengi bir ta'birle aynen ifâde etmektir.
Bir tercümenin, asıl lâfzın ma'nâsına tamamen mutabık ve tam bir tercüme olabilmesi için; sarahatte (açıkça ifâde edilen yerleri, aynı açıklıkta ifâde etmesinde), delâlette (açıkça beyân edilmediği hâlde lâfzen delâlet edilen ma'nâları, aynı incelikle göstermesinde) muvafık olmak zorundadır. çanta boy muhtasar kuran meali
Keza, icmalde (bir gayeye binâen tafsîl edilmeden hulâsa olarak beyân edilen yerleri, aynı kısalıkla ifâde etmesinde), tafsilde (genişçe açıklanan yerleri aynı genişlikle beyânında), umumda (bir hükmü, umûmu ilgilendiren bir şekilde beyanda), hususda (bazı hükümleri ise husûsî tutmada) da ifâdeler denk olmalıdır.
Ve keza, ıtlakta (kimi hükümlerin başka ma'nâlara da hamlinin mümkün olabilmesi için sınırlarını çizmeyerek belirsiz bırakmasında), takyidde (bazı hükümleri ise, yanlış anlaşılmaya mahal vermeyecek şekilde, hududunu kesin olarak belirlemesinde), kuvvette (kelâmın belli ma'nâları tek bir kalıp ile değil, aynı ma'nâya gelen fakat farklı incelikler taşıyan birçok kelimelerle vurgulamasında), isabette (metinde kimleri ve hangi ma'nâları muhâtab aldığının aşikâre bilinmesinde) de dengi bir ta'bîrle ifâde edilmelidir.
Ve yine hüsn-i edada (maksadı ifâde eden kelimeler tek başına bile kaldığında, o ma'nâyı aynı güzellikle ifâde etmesinde), üslûb-ı beyanda (kendine has olan aynı üslûbla anlatmasında), hâsılı ilimde, (kullanılan edebî) san'atlarda asıldaki ifâdeye denk olması lüzumu vardır.
Hâlbuki muhtelif lisanlar arasında oldukça fazla müşterek bağlar bulunduğu hâlde, herbirini husûsî kılan ve diğerlerinden ayıran, o lisâna mahsus birçok farklılıklar vardır. Lisânî hususiyeti olmayan veya az olan, yalnız akla hitâb eden bazı müsbet ilim ve tenlerle alâkalı eserlerin tercümesi rahatlıkla mümkün olsa bile, kalbe ve hissiyata hitâb eden ve lisan cihetiyle edebî kıymeti hâiz, az sözle çok ma'nâlar ifâde eden bedîî eserlerin tercümelerinde, asıl lisandaki ma'nâ ve maksad tamamıyla ifâde edilemediği için, muvaffakiyet pek nâdirdir.
Tercümeler, harfî (lâfzî) ve tefsîrî (ma'nevî) olmak üzere iki kısma ayrılır. Harfî tercüme, nazmına ve tertîbine dikkat ederek, bir kelâmın ma'nâsını diğer bir lisanda misli bir ta'birle ifâde etmektir.
Tefsîrî yahut ma'nevî tercüme ise; nazmına ve tertîbine dikkat etmeden, bir kelâmın ma'nâsını diğer bir lisanda kendi üslubuyla ifâde etmek demektir.
KUR'ÂN TERCÜME EDİLEBİLİR Mİ?
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın ma'nâsı ve hakîkatleri mu'cize olduğu gibi, mukaddes ma'nâların mahfazaları olan lâfızları dahi mu'cizedir. Kur'ân'ın lâfızları o tarzdadır ki, herbir kelâmının, herbir kelimesinin, herbir harfinin, hattâ bazen herbir sükûnunun çok vecihleri, çok hikmetleri bulunur.
Her türlü noksanlıktan münezzeh ve müberrâ ve ehl-i dalâletin bâtıl fikirlerinden mukaddes ve muallâ olan Zât-ı Akdes'in kelâmının ma'nâlarına zarf olabilen bir lâfzın yerini, elbette hiçbir beşerî lisan tutamaz.
Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'ın lâfızlarının adetâ elbise değil, ondan ayrılmayan cild mesabesinde olması bi'l-bedâhe ve bi'z-zarûre gösteriyor ki: Belâğatıyla asırlardır edibleri, fasih konuşanları ve hukemâyı dize getiren Kur'ân-ı Hakîm'in âyetleri, kâbil-i tercüme değildir.
Bununla beraber, çok cihetlerle mu'cize olan ve İlâhî kelâmın kalıbı ve sureti olan Kur'ân'ın üslûb-ı âlîsi, hem garîbdir, hem acîbdir, hem mukni'dir, hem de câmi'dir.
Kur'ân'ın üslûbu kendine mahsustur, gerek nüzulden önce gerekse sonra hiçbir beşerin ifâdesine benzemez. O Furkân'ın öyle bir üslûbu vardır ki, ne o başkasını taklîd etmiştir, ne de başkasının onu taklîde takati vardır.
Kur'ân'ın üslûbunun harikulade câmiiyetindendir ki, bir tek sûre, kâinatı içine alan Kur'ân'ın engin denizini ihtiva eder; bir tek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır; âyetlerin her birisi birer küçük sûre, sûrelerin çoğu küçük birer Kur'ân hükmündedir.
Hem Kur'ân'ın ma'nâları öyle hârika lâfızlarla ifâde edilmiştir ki, aynı anda muhtelif zaman ve mekânlarda yaşayan, ilim, irfan ve an'aneleri çok farklı bütün insanlara hitabda ve onların idrâk seviyelerine uygunlukta zirvededir.
O, bu hüviyetiyle ve üslûbunda hiçbir sun'îlik eseri bulunmamasıyla; bil'akis fıtrî bir selâset, akıcılık arz etmesi sebebiyle, lisânına cihanda benzerine tesadüf edilemeyecek bir letafet vermiş olan eşsiz belagat sahibi bir kitâbdır.
Hem Kur'ân'ın üslûb-ı âlîsi o kadar harikuladedir ki; ne sâdece akla, ne de sâdece kalbe ve hissiyata hitâb eder; akıl, kalb ve hissiyatın hepsini birden muhâtab alıp zahirî ve bâtınî her his, duygu ve kabiliyetlerin ayrı ayrı olan ihtiyaçlarının hiçbirini ihmâl etmeden ma'nevî gıdalarını vererek, hepsini en münâsib bir üslûb ile doyurur.
Sıradan bir kelâmın dahi birebir tercümesi çok müşkil iken, herbir kelimesinde, harfinde, hattâ sükûnunda, her-bir detayında incelikler ve hikmetler bulunan, hem bütün efradıyla mu'cize olan ve en büyük dînin temel kitabı olan, hem ayrıca lisân-ı nahvî olarak çok zengin bir muhtevaya sâhib olup muntazam kaidelere dayanan ve bu zenginliklere müsâid bir lisanla beşere hitâb eden Kur'ân'ın tercüme edilebilmesi imkânsızdır.
Şâir lisanların çok ince ma'nâları ifâde etmede Arabça ile mukayese edildikleri takdirde kifayetsiz kaldıkları bilinen bir gerçektir. Belki de kaderin cilvesi olarak insanlık târihiyle birlikte asırlardan beri kendini Kur'ân lisânı olmaya hazırlayan Arabca'nın bu zenginliği, Furkân-ı Hakîm'in lisân-ı Arabî ile indirilmiş olmasının hikmetlerinden biri olup, bu nükte, "Şübhesiz ki biz onu, anlayasınız diye Arabca bir Kur'ân olarak indirdik" (12/2) ve "Hiçbir eğriliği bulunmayan Arabca bir Kur'ân olarak (indirdik); umulur ki sakınırlar" (39/28) meâl-i icmâlîsindeki âyet-i kerîmelerin sarâhatiyle sabittir.
Kur'ân'ın kırk vücûh-ı i'câzını "Yirmi Beşinci Söz" lamındaki eserinde câlib-i dikkat ve nev'-i şahsına münhasır hârika bir üslûb ile isbât eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur'ân'ın camiiyetini îzâh sadedinde şöyle bir mîsâl vermektedir.
"Meselâ; " Elhamdulillah " bir cümle-i Kur'âniyedir. Bunun en kısa ma'nâsı, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktizâ ettiği şudur:
Yani: 'Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hâsdır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd'a ki, Allah denilir.'
İşte 'ne kadar hamd varsa', 'el-i istiğraktan (lâm-ı ta'riften)' çıkıyor.
'Her kimden gelse' kaydı ise, " hamdu " masdar olup faili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifâde eder.
Hem mefûlün terkinde, yine makâm-ı hitâbîde kül-liyet ve umumiyeti ifâde ettiği için, 'her kime karşı olsa' kaydını ifâde ediyor.
'Ezelden ebede kadar' kaydı ise, fiilî cümlesinden, ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için, o ma'nâyı ifâde ediyor.
'Hâs ve müstehak' ma'nâsını ‘ lillahi ‘ deki 'lâm-ı cer' ifâde ediyor. Çünki o 'lâm', ihtisas ve istihkak içindir.
'Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd' kaydı ise, vücûb-ı vücûd,ulûhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zât-ı zü'l-Celal'e karşı birünvân-ı mülâhaza olduğundan, 'Lâfzullah' şâir esma vesıfata câmiiyeti ve İsm-i Azam olduğu i'tibâriyle, delâlet-i iltizâmiye ile delâlet ettiği gibi, Vâcibü'l-Vücûd unvanına dahi o delâlet-i iltizâmiye ile delâlet ediyor. İşte ‘ elhamdulillahi’ cümlesinin en kısa ve ülemâ-yı Arabiyece müttefekun aleyh bir ma'nâ-yı zahirîsi şöyle olursa, başka bir lisâna o i'câz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?
Hem elsine-i âlem içinde lisân-ı nahvî-i Arabî'den başka bir tek lisan var; o da hiçbir vakit Arab lisânının câmiiyetine yetişemez. Acaba o cami' ve i'câzdârâne olan lisân-ı nahvî ile mu'cizekârâne bir surette ve her ciheti birden bilir, irâde eder bir ilm-i muhît içinde zuhur eden kelimât-ı Kur'âniye; şâir elsine-i terkîbiye ve tasrîfiye vasıtasıyla, zihni cüz'î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimât-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimât yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki isbât edebilirim ki: Herbir harf-i Kur'ân, bir hakâik hazînesi hükmüne geçer; bazen bir tek harf, bir sahîfe kadar hakîkatleri ders verir." (Mektûbât, 29. Mektûb, 242-243)
Netîce olarak; ulemâ-i İslâm'ın ittifakıyla sabittir ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın lâfızlarının üzerinde i'câz damgası bulunması, üslûbunun ulviyet ve şümulü ve sarf ve nahiv lisânı olan Arabca'nın câmiiyeti sebebiyle, Kur'ân-ı Hakîm'in harfi veya lâfzî tercümesi mümkün değildir, muhaldir.
Bundan dolayı Furkân-ı Hakîm'in âyetlerinin şâir li-sanlardaki ifâdelerine, her ne kadar birebir metne sâdık kalınarak ve mümkün mertebe gerçek ma'nâsını ifâde etmeye çalışarak yapılmış da olsa tercüme değil, temeldeki bu kifayetsizlikten dolayı "meal" denilmiştir.
Binâenaleyh, meal ta'bîri, "tercümenin çok altında, bir kelâmın başka bir lisandaki noksan ve kırık ifâdesi" ma'nâsını yüklenmiştir. Hattâ Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın cami' ve mukaddes lâfızlarının meali diye takdîm edilen her ifâde, mealin de muhtasarı olduğu için, ancak "icmâlî, kısa ve noksan bir meal" diye zikredilebilir.
BU MEALDE DİKKAT EDİLEN HUSUSLAR
Bu çalışmamızın her safhasında arkada takdîm ettiğimiz mu'teber tefsir kitablarından istifâde ettik. Bu kaynaklarda bulamadığımız hiçbir nükteyi, parantez içinde dahi olsa ifâde etmemeye ihtimam gösterdik. İ'tikâdî mes'elelerde ehl-i sünnet görüşlerini nazara vermeye, ve bu kaviller arasındaki önceliğe, hem aynı makamda daha tenzîhî bulduğumuz kavli tercîh etmeye dikkat ettik.
Keza Kur'ân-ı Kerîmin değil cümle ve kelimelerinin, herbir harfinin dahi, bir hakâik hazînesi hükmünde olduğunu, bazen bir tek harf bir sahîfe kadar hakîkatleri ders verdiğini dâima göz önünde tutmaya ve elimizden geldiği kadar metne bağlı kalmaya, metnin sarahatinde olmayan bir şeyi yazmamaya, lüzumlu gördüğümüz îzahları ise parantezler içinde vermeye gayret ettik.
Ezcümle:
• Kur'ân'da geçen bütün tahkik edatlarına elden geldiği kadar dikkat edildi. Değişik endişelerle, 'şu kadarı yeterli' veya 'şuna gerek yok' gibi mülâhazalara gidilmedi. Murâd-ı İlâhînin tahsîs ettiği bu vurgular, artık asıl edatın ağırlığına göre, Türkçe'de karşılığı olan farklı tahkik edatları kullanılarak, metnin akıcılığına da zarar verilmeden hissettirilmeye çalışıldı. Normal bir edebî metin olsaydı bu te'kid vurgularını yapmayacağımız hâlde, meal metninde 'Kur'ânî hiçbir nükteyi gözardı etmeme' ve 'mutlaka bir hikmeti vardır' prensibiyle, mümkün mertebe göstermeye çalıştık.
Bu sadedde Fahreddîn-i Râzî Hazretleri'nin de îzâh ettiği gibi, eşyada aslolan onun devam ediyor olmasıdır.
Yani her te'kid edatı, mukabilinde ısrarlı bir inkârı ve isbâtı nazara verdiğinden, makam cihetiyle bunları ihtar sadedinde gelen Kur'ânî tahkik edatlarına mümkün mertebe riâyet etmeye çalıştık.
-Keza, bir metnin akıcılığına ve ma'nâ bütünlüğüne hizmet eden ve o metindeki kelime veya cümleleri şekil ve ma'nâ cihetiyle birbirine bağlayan ta'kîb edatlarını da, cümle başı veya kelime sonu edatları olarak aynı hassasiyetle vurgulamaya dikkat ettik.
-İsim cümlelerindeki süreklilik ve sabit bir seciye olma hususiyeti ile fiil cümlelerindeki hudûs ve teceddüd nüktelerinin zayi' olmaması için, meal metninde böyle cümlelerin arasındaki farka dikkat etmeye çalıştık.
-Aynı maslahatla ism-i failler, bazı makamlarda fiil-i muzârîlerle lâfız ve ma'nâ cihetiyle benzer bir hususiyet taşısalar bile, bu kelimelerin tahsîsindeki hikmeti nazara vermek için, isimlere fiil ma'nâsı vermemeye, bilhassa dikkat ettik. Kur'ân metninde fiil sîgasıyla rahatlıkla ifâde edilebilecek bir ma'nânm, isimle anlatılmış olmasındaki nükte farkını meal metninde kendi ifâdelerimizle yok etmeyi doğru bulmadık.
Bedîüzzaman Hazretleri, isim ve fiil sîgalarının arasındaki bu latîf farka şöyle işaret etmektedir:"( kelimesinin) istimrar ve devam şe'ninde olan isimlerden, ism-i mef'ûl olarak zikredilmesi ise, şerr ve isyanlarına devam edip, tevbe ve af ile inkıta' etmedikleri takdirde kat'îleşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir." (İşârâtü'l-İ'câz, 24)
Keza bu Muhtasar Meal hazırlanırken kâinattakieserlerin fiillere, fiillerin isimlere, isimlerin sıfatlara, sıfatların şuunâta, şuunâtın dahi zâta delâlet ettiği nüktesininışığında, fiil, isim ve sıfat vezninde gelen kelimeler arasındaki farkları nazara almaya husûsan dikkat ettik.
Bu çerçevede, isimle fiil arasındaki mezkûr farkı vurgulamaya çalıştığımız gibi, 'yanan bir madde' ile 'yanıcı bir madde' cümlelerinde de açıkça görüldüğü üzere isimle sıfat arasındaki farkı da hissettirmeye gayret ettik. Bu gaye ile, fiilden isim yapan -an, -en ekleri ile ism-i fail, -içi, -ici ekleriyle de sıfat vurgusuna, keza ism-i faillerin hudûsu, sıfatların ise sübûtu, devamlı sabit hâlleri gösterdiği hususuna dikkat ettik.
Bu arada sıfat-ı müşebbeheler kadar, mübalağalı ism-i fail, ism-i tafdîl ve ism-i mensûb vezinlerinin birer sıfat isim olduklarını; ism-i fail ve ism-i mef'ûllerin normal isim fonksiyonlarının dışında birer sıfat isim olarak da kullanıldıklarını gözden uzak tutmadık.
Fiillerin mâzî veya muzârî gibi hususiyetlerine, bahusus geçmiş zamanın hikâyesi tarzında olan âyetlere dikkat etmeye çalıştık. Bu gibi yerlerde bir muhasebe için geçmişi canlandıran ve öteden beri yapılageldiğini nazara veren bu kalıblara, keza fiillerin tekil, çoğul gibi hususlarına dikkat etmeye çalıştık.
Değil tercümenin, mealin dahi ne kadar müşkil olduğu ortada iken, tefsirlerde çok geniş olarak ve bütün vücûhuyla îzâh edilen Kur'ânî hakîkatlerin hiç değilse bir vechini, îzâha muhtaç gördüğümüz makamlarda parantez içinde mümkün mertebe vermeye gayret ettik. Müfessirlerin reyini, âyetin sarahatinde varmış gibi yazmayı yahut parantezlerin azlığı veya yokluğu ile övünme cihetine gitmeyi doğru bulmadık.
Meal metninde geçmeyen tefsîrî nükteleri îzâh etmek için kullandığımız parantez içi ifâdeleri, bazen de Türkçe ifâde noktasında metnin akıcılığını te'mîn etmek için tercîh ettik. Zîrâ Arabca'nın kendine has yapısıyla Türkçe ifâdenin zorlandığı yerlerde, meal metnini 'asıl ibare sanki öyleymiş' gibi zorlamak ve ifâdeyi yuvarlamak yerine, kendi izahlarımızı parantez kullanarak gösterdik. Asıl metnin, parantezler olmadan kendi bütünlüğü içinde (eklerdeki ses uyumu hâriç) düzgün olmasına ayrıca dikkat ettik.
Sûre isimlerinin hangi âyetlerden geldiklerine işaret eden bir cemîle olsun diye, meal metni içinde o âyetteki ilgili kelimeyi koyu yapmak suretiyle göstermeye çalıştık
MEALDEKİ HAŞİYELER
Anlaşılması müşkil ve yanlış anlamaya müsâid bazı âyetlerin kısa îzahları, tefsirlerin asıl nüshalarından iktibas edilerek haşiyelere dere edildi ve herbirinin kaynakları gösterildi. Birtakım ıstılahların ma'nâları, hem tefsirlerden hem de ilmî eserlerden bil-istifâde hulasaten verilmeye çalışıldı. Keza, nâsih ve mensuh âyetlerle, fıkha ve muamelâta müteallik bazı âyetlerin kısa îzahları ihtiyaç nisbetinde kaynaklardan iktibas edildi. Ayrıca zihni rahatlatıp, kalbe ferahlık verecek latîf nüktelerle haşiyeler zenginleştirildi.
Haşiyelerde asıl yekünü ise "tevhid", "nübüvvet", "ubudiyet" ve "haşir ile adâlef'ten mürekkeb Kur'ân'm dört temel esâsına müteveccih îmânî âyetlerin îzahları sadedinde, son devrin büyük İslâm âlimi Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri'nin te'lîf ettiği Risâle-i Nûr tefsîrinden yapılan iktibaslar teşkîl etti.
Bu iktibasların anlaşılmasına yardımcı olabilmek için, haşiyelerde geçen ve günümüz gençliğinin anlamakta zorlanacağı kelimelere lügat ma'nâları verildi ve bunlar parantezlerle gösterildi.
Kelimelerin açıklamaları yapılırken mücerred ma'nâ-larından ziyâde, metin içerisinde yüklendikleri ma'nâlar hissettirilmeye çalışıldı. Ancak bazı ıstılâhî kelime ve mefhumların günümüz Türkçesinde tam karşılıkları olmadığı için, birkaç kelimeyle ma'nâsı verilmeye gayret edildi.
Hem Risâle-i Nûr müellifinin beyân ettiği gibi: "Tefsir iki kısımdır: Birisi, ma'lûm tefsirlerdir ki, Kur'ân'm ibaresini ve kelime ve cümlelerinin ma'nâlarmı beyan ve îzah ve isbât ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur'ân'ın îmânî olan hakîkatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve isbat ve îzâh etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir ma'lûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dere ediyorlar. Fakat Risâle-i Nûr, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir ma'nevî tefsirdir." (Şuâ'lar, 539)
Hem "Risâle-i Nûr, Kur'ân'ın tefsîri olduğu cihetle, vahy-i semavî olan Kur'ân'ın semavî ve ilhâmî bir tefsîridir. Hem yağmur gibi, insanlara kesretli bir rahmettir." (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 20)
İşte, Risâle-i Nûr'un kuvvetli hüccetlerle, Kur'ânî bir tarzda beyan, îzah ve isbât ettiği îman hakîkatlerine, zamanımız insanının pek muhtâc olması ve bu îmânî reçetelerin, asrın ma'nevî hastalıklarına en faydalı, en te'sirli tiryakları ihtiva etmesi, şifâyâb olduğu hadsiz insanın şehâdetiyle mücerreb bir hakîkat olması hasebiyle, Muhtasar Meâl'in haşiyelerinde Risâle-i Nûr'dan muktebes îzahlara ekseriyetle yer verildi. Bu iktibaslar, Bedîüzzaman Hazretlerinin sağlığında Ahmed Husrev Efendi'nin hattıyla yazılmış olan Osmanlıca esas nüshalardan alınmıştır.
Hâşiyelerdeki îzahların, mekânın sınırlı olmasından dolayı oldukça az ve bütün ihtiyaçlara kifayet edecek nisbette olmadığına dikkat çekmek istiyoruz. Binâenaleyh âyetlerin daha geniş îzahları için, haşiyelerde işaret edilen eserlere müracaat edilmelidir.
LİSAN VE İMLÂ
Lisan, hayat tarzının kelimelerdeki tezahürüdür. Kur'ânî ve Nebevî hayat düsturlarını hayâtımıza aksettirmekle mükellef olmamız hasebiyle, mealde kullanılan lisânı, bizi muhteşem mâzîmizle, zengin irfanımızla ve İslâm medeniyeti ile bağlayan köprümüz olan "Kur'ân'ın lisânı"na mümkün mertebe yaklaştırmaya çalıştık. Çünki bütün Türk dünyası ancak bu suretle daha iyi anlaşabilir hâle gelecek ve unutulmaya yüz tutan nûrânî rabıtalarımız bu sayede tekrar canlanacaktır. İşte bu düşünceden hareketle Muhtasar Meâl'de kullanılan Türkçe'nin hem zengin hem de anlaşılır olmasına dikkat edildi.
Eserin lisan hususiyetlerini "meal metni" ve "haşiyeler" olmak üzere iki kısma ayırarak tahlîl edebiliriz.
Meal metni genç neslimiz düşünülerek açık ve anlaşılır bir Türkçe ile kaleme alındı. Bazı ıstılahlar aynen muhafaza edilmekle beraber, bilhassa bazı ta'birlerin daha kolay anlaşılabilmesi için ağır ifâdeler kullanmamaya dikkat edildi.
Ayrıca hâşiyelerdeki kelimelere lügat verilirken, yaşayan Türkçe'de karşılıkları bulunduğu hâlde, sonradan kasıdlı zorlamalarla Türkçe'ye ilâve edilmek istenen kelimelerin kullanılmasından ictinâb edildi.
Her ne kadar günümüzde yerleşik bir imlâ kaideleri uygulaması yoksa da, meal metninin latince imlâsında, en azından kendi içinde tutarlı bir usûl ta'kîb etmeye çalıştık. Hem mümkün mertebe kelimelerin doğru ve tekellüfe kaçmadan, aslına uygun telâffuz edilmesi ve okunması esas kabul edildi.