Kitap Sahihi Buhari ve Tercümesi
Yazar İmam Buhari
Tercüme Mehmed Sofuoğlu
Yayınevi Ötüken Neşriyat
Kağıt Cilt 1.Hamur , 17 Lüks bez cilt takım
Sayfa Ebat 8.000 sayfa - 16x23,5 cm
Yayın Yılı 2017 Son Baskı
Ötüken Yayınevi tarafından yayınlanan Mehmed Sofuğlu tercümesi Sahihi Buhari ve Tercümesi adlı hadis kitabını incelemektesiniz.
Sahihi Buhari hadis külliyatı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
SAHİHİ BUHARİ VE TERCÜMESİ - SAHİH-İ BUHARİ
sahih-i buhari ve tercümesi
İslami ilimlerin Kur’an-ı Kerîm’den sonra en büyük dayanağını Peygamberin yol gösterici söz ve davranışları demek olan hadîsler oluşturur. Hadîs ilmi Peygamberimizin ölümünden sonra bir disipline kavuşmuş, pek çok hadîs derlemeleri vücud bulmuştur. Bunlardan bir kısmı mahalli hüviyetlerini aşamamışsa da bir kısmı bütün İslam Dünyası’nın ve ilahiyat araştırmacılarının başvuru kaynağı haline gelmiştir. Bu kitaplardan gerek hazırlanışındaki titizlik, gerekse konulara vukûfiyeti dolayısıyla asırlarca yaşayanı ve en muteberi Buhari’ye ait olandır.
Ötüken Yayınevi, bu beşeri ve uhrevi değerler manzumesinin dilimize kazandırılmasına destek olmayı kendisi için borç bilmiştir. Mehmed Sofuoğlu, hadis biliminde kat ettiği mesafe tartışma konusu yapılamayacak bir bilim adamıdır. Onun yayınevimizce yayınlanan bu tercümesi ise hadis araştırmaları için temel başvuru kaynağıdır.
Eser son cildi indeks olmak üzere on yedi ciltten oluşur. Bunlardan ilk on altısı numaralıdır. Titiz bir çalışmanın ürünüdür. Konu içerisinde geçen âyetler, hadîsler ve şerhler farklı yazı karakterleri ile kolay anlaşılır bir şekilde dizilmiştir.
Birinci ciltte Hadîs Bilimi hakkında geniş malumat verilir. Mütercim, eserin tam tercümesini gerekli kılan hususları açıkladıktan sonra İmam Buhari hazretlerinin hayatını anlatır. Onun şahsiyetini ve diğer eserlerini tanıtır. Eserinin kaynakları hakkında kendisinden önce yapılmış ve ona ilham vermiş olan çalışmalara değinir. Buhari, eserini doksan dokuz ana başlık altında tasnif etmiştir. Tercümede bu tasnife riayet edilir. Bölümler Vahy ile başlayıp İman Kitabı ile devam eder ve nihayet on altıncı ciltte Tevhid Kitabı ile sona erer. Eserin orijinalinde bulunan hiçbir husus ihmal edilmez, bütün hadislerin sıralı râvîleri ve sıhhat dereceleri belirtilir.
Dinini ana kaynaklarından okumak ve öğrenmek isteyenlerin, dinî araştırmalar yapanların kütüphanelerinde mutlaka bulunması gereken bir eser…
Sahih-i Buhari'yi Sunarken
Yaşadığımız yüzyılın yarısından i'tibâren İslam Dünyası'nda yeni bir canlılığın başladığı görülür. Bir uyanış cehdi olarak da değerlendirilen bu hareketlenme içinde, İslâm âlemi'nin aydınlan, Batı tecrübesi dışında da yükselmenin imkânları olabileceğini düşünmeye başlamış ve gözlerini yeniden İslâm'a çevirmiş bulunmaktadırlar. Batılı aydınlar arasında da Müslümanlığa yöneliş ve yeniden değerlendirme gayretleri yaygınlaşmaktadır.
Bu gelişmeler bizi İslâm Medeniyeti'nin geleceği konusunda ümitlendirecekse, Türk insanını ve özellikle aydınlarını çetin ve şerefli yükler bekliyor demektir. Çünkü, yüz yıllarca hemen hemen tek başına bu medeniyeti omuzlamış olan bizler, bugün de, dostun ve düşmanın göz diktiği en diri nokta olmakta devam ediyoruz. İşte, İslâm Medeniyeti'nin en önemli eserini bu ümit ve heyecan içinde Türk okuyucularına sunuyoruz.
İslâm Medeniyeti'nin son kalesi olan Osmanlı'nın Batı karşısındaki direnişi de kırıldıktan sonra, sarsıntı ve buhranlar içindeki İslâm Dünyâsı'nın aydınlan arasında Batı'ya teslimiyeti son kurtuluş çaresi olarak gören tavır yaygınlaşmaya başlar. Bu yöneliş, birçok İslâm ülkesine acılı zamanlar yaşatır ve aydın-halk farklılaşmasını artırır. Fakat, ayni hüzünlü zamanlarda, kendi medeniyetimiz üzerinde yeniden düşünme gayretleri de yoğunlaşır. Batı'ya erken teslim olanlarımız bir yana bırakılırsa, kendi medeniyetimizi savunmaya çalışanlar, tartışmayı göze alamadıkları Batı Medeniyeti değerlerinin İslâm ile çatışmadığını bu degerlerin Müslümanlık'ta da mevcûd olduğunu ileri sürerler. İslâmiyet'in ilerlemeyi engelllemediğini, gelişmeye açık bir dîn olduğunu isbâta çalışan bu aydınlarımız, bir adım daha atarak, Batı Medeniyeti'nin köklerinin Doğu'da olduğunu söyler ve Müslümanların bu medeniyetin oluşumuna yaptıkları katkıları gün ışığına çıkarmaya çalışırlar. Onlara göre, İslâm Dünyâsı'nın geri kalışı İslâmiyet'in ortaya koyduğu ilkeler ve değerler sisteminden değil, bir zamandan beri bu değer ve ilkelerin hayata hâkim kıIınamayışından, diğer bir söyleyişle, İslâmiyet'ten vuku bulan sapmalardan ötürüdür.
Bir dünyâ görüşüne îmânla bağlanmış olmanın tabiî sonucu olan ve an'anevî Osmanlı düşüncesine de uygun bulunan bu doğru tesbîtten sonra, İslâmî değerlerin hayattan çekilişinin sebebleri araştırılır. Ulaşılan ilk tesbît, ana kaynaklarda mevcûd olmayan bir kısım yabancı düşünce unsurlarının ve hurafelerin İslâm'a girmiş olmasından kaynaklanan yanlış anlayış ve yorumlardır. İkinci önemli nokta olarak da, içtihâd kapısının kapanması üzerinde durulur; bu yüzden İslâm düşüncesinin dinamizmini kaybettiği, zamanın getirdiği değişme ve ihtiyaçların karşılanamadığı ileri sürülür. Bu yöneliş ve arayışların ulaştığı mantıkî çözüm, teceddüddür; İslâmiyet yabancı unsur ve te'sîrlerden arındırılıp, aslî anlayış ve muhtevasına kavuşturulabilirse,medeniyetimizin yolu açılacaktır.
Teceddüd hareketleri Hind-Pâkistan İslâmlığında daha çok, tasavvufun arındırılarak gerçek İslâmî hüviyetine büründürülmesi şeklinde gelişir. Osmanlı sahasında ise, Devr-i Saadet Müslümanlığı örneğine göre bir yenilenme hareketi geliştirilmeye çalışılır. Bu gayretler, çağın idrâki ile İslâm'ın yeniden yorumlanması esasına dayanan, düşünce ve anlayış plânında bir teceddüdü gerçekleştirmeye yönelikti.
Şurası da belirtilmelidir ki, bu aydınlarımız Osmanlı-İslâm düşünce geleneğini devam ettiriyor değillerdi. Onlar da Batı'dan çarpan dalgaların ağır baskısı altında yön çiziyor, Batılı ölçü ve kavramlarla değerlendirmeler yapıyorlardı. Ama, fiilî hâlin perişanlığına rağmen, îmânlarına sâhib kaldıkları için; en iyi, en güzel olanın bu olması gerektiğine inandıkları için İslâmiyet'in fikir ve inanç sistemini savunuyorlardı. Medrese kökenli an'anevî Osmanlı-İslâm düşüncesi ise cami vaazlarına hapsedilmişti ve düşünce hayâtımız buraya çoktan kulaklarını tıkamıştı. Zamanla, Batı karşısındaki eziklik duygusu azaldıkça, dikkatler daha çok manevî ve içtimaî kıymetlere çekilerek, İslâm'ın insanlığa sunduğu değerlerin Batı'nınkilerden daha üstün olduğu ifâde edilmeye başlar. Bu sıralarda Batılı aydınlar da kendi medeniyetlerinin karşılaştığı sıkıntıları tartışmaya ve bir buhrandan bahsetmeye başlamışlardır. Bunun da verdiği imkânla, Müslüman aydınların İslâmî yapıyı yücelterek Batı Medeniyeti'ne saldırdıkları ve buhrana karşı bir alternatif olarak ileri sürmeye başladıkları görülür.
Bu düşünce gayretleri, asrımızın ikinci yarısından i'tibâren daha bir canlanır ve kendine güveni artmaya başlar. Şimdi, bir kısım Müslüman aydınlar Batı Medeniyeti'nin tüm değerlerini reddetmekte, saf bir İslâm ideolojisinden, san'atından ve ilminden söz etmektedirler. Batı Medeniyeti ve batılılaşma hareketlerine şiddetli bir tepki havası veren bu düşünce çabalarında, yüceltilen ideolojik çerçevelerle hayât arasında gerekli ilgiler başarıyla kurulamamaktadır. Teceddüd geleneğine bağlı kalan bu aydınların bir bölümü ise, ilk kaynaklara bağlı kalmak kaydiyle, Batı ile beraber İslâm târihinin bin yıllık gelenek ve birikimini reddetmekte de bir be's görmemektedirler. Bâzı İslâm ülkeleri aydınlarının bu tür tavırlarının târihe dayalı açıklamalarını yapmak mümkündür. Türk aydınları arasında ayni tavrın görülmesi ise, düşünce gücünün henüz tercüme safhasını geçemediği şeklinde yorumlanabilir.
Batı'nın İslâm düşüncesine vurduğu en büyük darbe, medeniyetlerin düşünce ile değil amelle kurulduğunu ve ameli yönlendiren gücün de îmân olduğunu unutturmasıdır. Bu yüzdendir ki, iki yüz yıla yakın zamandır aydınlarımız hep düşünce plânında teceddüd yapmak ve mes'elelerimizi çözmekle uğraşmaktadırlar. Bu yüzdendir ki, hayâtı amellerin yaptığını, onlara hâkim olabilmek için de îmânımızın yenilenmesi, ateşlenmesi gerektiğini söyleyen pek çıkmamıştır.
İnsan, metafizik kaygılarını da kucaklayan küllî bir varlık anlayışı içinde yaşamak ihtiyâcındadır. Batı'nın, bütüncü bir varlık anlayışına ulaşamadığı veyâ böyle bir anlayışı kaybettiği görülüyor. Modern cemiyetin getirdiği parçalanmaları yumuşatıp, bir anlamlar zincirine bağlayacak anlayışa kavuşulamamıştır. Günümüzde insan, günlük hayâtı bile bütünlüğü olan mantıkî bir tutarlılık içinde kavramakta zorluk çekmektedir. Hayâtını, her birini bilip, kavrayamadığı, bütün ile olan ilgi ve fonksiyonlarını çözemediği, dev ve karmaşık organizasyonlara bağlı olarak geçirmektedir. Bu karmaşık ve anlam bütünlüğü kurulamayan münâsebetler ağında insanın yalnızlığı artmaktadır.
Beşerî münâsebetler gittikçe artan bir şekilde maddî kıymet ve ölçülere dayanmakta, manevî değerler gözetilmemektedir. Ve, bu kültür ortamında insan daralmaktadır, yozlaşmaktadır. Metafizik boyutu gittikçe kaybolan inşan şahsiyeti yiyip, içen ve savaşta birbirini boğazlayan bir derekeye düşmek tehlikesindedir.
Yüzyılımızın insanı, her zamankinden fazla, kendi mes'eleleri ile birlikte bütün kâinatı kavrayıp, ma'nâlandırabileceği; hayâtın yükünü taşınabilir ve hayâtı yaşanabilir hâle getirebileceği bir varlık anlayışına muhtaçtır. Modern zamanlar insana, tanımadığı yeni yükler, acılar getirmekte ama, bunlara katlanacak manevî kudreti ve bu karmaşa içinde hayatını tanzîm edebileceği ilkeleri verememektedir.
Ayrıca, insan istikrar istemektedir; dâima değişen dış dünyâyı, değişmeyen, kalıcı değerlere göre düzenlemeyi arzulamaktadır; bu tavır, yaratılışındandır. Bütün hayallerini, bildiği ve bilmediği korkularını, ümîdlerini, arayışlarını cevâblandıracak kavrayışlarla birlikte, kalıcı değerler istemektedir; huzuru, mutluluğu buna bağlıdır.Bu tür küllî ve kalıcı değerlere ise ancak îmânla kavuşulabilir. Batı Medeniyeti ilmî gerçeklerin kalıcı olduğu zannı içinde, bu bilgilere dayalı beşerî ve sosyal değerler kurarak bunlara bağlandı. Ancak, ilmî gerçeklerin de izafî ve değişebilir olduğunun anlaşılması ile dünyâ sallanmaya başladı. Yaptığı putlar yıkıldıkça Batılı insanın îmânı sarsıldı ve buhranlar başgösterdi. Şimdi ise görünen odur ki, insan, ilim ve tekniğin getirdiği imkânlara ihtirasla bağlanarak, kendi hizmetine verilmiş olan şeylerin hizmetine koşulmuş bulunmaktadır.
Ancak, kendi medeniyeti üzerinde düşünmesini bilen Batılı, sıkıntılarının ve içinde bulunduğu buhranın da farkındadır. Batılı sıradan insanın hipilikten, uyuştuturucuya kadar çeşitli çalkantılar içinde, bâtıl inanç ve tarîkatlere ilgisi gittikçe artarken, Batılı aydınlar da dikkatlerini Doğu'ya çevirmiş bulunmaktadırlar. Batı'nın Uzak-Şark ilgisi geçen asırda başlamıştır. Yüzyılımızda ise Avrupalı aydınların İslâmiyet'e yönelişlerinin arttığı ve bunun bir müsteşrik yaklaşımı olmadığı bilinmektedir. Batılı aydın, gittikçe yozlaşan, bencilleşen, insanî derinlik ve değerlerini yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya gelen insanını kurtarmak için arayışlara girmiştir. Şimdi, îmânını kurtarmak veya yeni bir îmâna bağlanmak peşindedir. Eğer, Ondokuzuncu Yüzyıl'da kiliseyi o ölçüde hırpalayıp, tahrîb etmemiş olsaydı, belki yeniden bir Hristiyan hamlesinin imkânlarını araştırabilirdi. Ancak, korunmuş bir kitâblarının olmayışı, Avrupa Medeniyeti'ne can katacak yeni bir reform hareketine şans bırakmamaktadır. Çünkü, günümüzün idrâki çok genişlemiştir ve ayrıca, Hrıstiyan düşüncesinin ufkundaki teslis akidesi, bu idrâki duyuramamaktadır.
Bu noktada dikkatler İslâmiyet'e dönmektedir. İslâm'ın ana kaynaklarının, her türlü şübheden uzak bir biçimde korunmuş olması, onun büyük şansı ve son din olduğunun delilidir. Kitab, tartışmasız bir sıhhatle insanlığın elindedir; sünnet bütün genişliği ile istifâdeye açıktır. Ve, sâdece bu tesbîtler bile İslâm Medeniyeti'nin yeniden filizlenmesinin imkânını açık bulundurmaktadır. Bütün medeniyetler belli bir îmân çevresinde gelişir ve,bu îmânın zaafa uğraması ile çökerler. Bir medeniyetin yeniden canlanması, o medeniyetin bağlı olduğu îmânın yeniden alevlenmesi ile yânî tecdîd-i îmân ile mümkün olur. Temel değerlerini ister dînden, ister gelenekten almış olsunlar, geçmiş medeniyetlerin hiç birisi açık ve korunmuş bir kitaba dayalı değildir. Ötüken neşriyat sahihi buhari 17 cilt
İmânın telkîn ettiği değerler belirli bir zaman dilimi ve şartlar içinde, belli bir üslûbta gerçekleştirilmekte ve medeniyet yaşlandıkça, değer ile onun gerçekleştiriliş biçimi bütünleşmektedir; diğer bir yönüyle, üslûblar da kutsallaşmaktadır. Bu yüzden, üslûb kaybolurken, o medeniyetin îmânı ve değerleri de birlikte göçmektedir. İmânı ve değerlerini, tezahür eden biçimlerinden kurtararak, aslî mukaddeslerine dayalı yeni bir heyecana kavuşturmak kolay değildir. Çünkü, artık bütünleşmiş bir gelenek vardır. Bu yüzden, mukaddesleri sırf geleneğe dayalı kültürler bir kere göçtükden sonra îmân tazelemeleri ve yeniden filizlenmeleri mümkün olamamaktadır. Eğer, îmânlarını yenileyebilseler, geçmiş zaman üslûblarını diriltmeye uğraşmayacak, fakat onlara dayalı günün hayât üslûbunu kuracaklardır.
İslâmiyet ise, Kitab 'ı ve Sünnet'i ile, dünyânın herhangi bir yerinde ve gelecek zamanların herhangi bir noktasında dâima bir medeniyet kurma potansiyelini taşımaktadır. Çünkü, zedelenmemiş, sâf ilâhî çağrısı süreklidir ve her an mü'minler ordusu bu çağrı ile yürüyebilir. Kitab ve Sünnet'in korunmuşluğundan doğan bu imkân, târihî tecrübesi olan veya olmayan bütün milletlere açıktır.
Ancak, zengin bir tecrübeye sâhib olanlar, târihî birikimlerini omuzlarında bir yük olarak taşımak yâhud kolaya kaçıp inkâr etmek yerine, yeniden dirilişin üslûbunu bu birikime dayandırmaya çalışmalıdırlar. Çünkü, insanın kendi yaşından kaçamayışı gibi, milletler de târihlerinden kopamazlar. Görmezlikten gelinen birikimler bütün ileri atılımlara köstek olurlar. Onları değerlendiren bir îmân hareketinin ise vazgeçilmez malzemeleri olarak, güzelliklerinin kaynağını oluştururlar. îmânı ayni, ama târihî macerası, imkânları ve yaşadığı çevre farklı olan cemiyetler elbetteki farklı hayât üslûbları kuracaklardır. Millî kültür farkları olmayan bir İslâm Medeniyeti ne dün vardı, ne de gelecekte var olabilir. Her milletin kendi târihî birikimini değerlendirmesi kolay olmayacaktır; uzun ve sabırlı çalışmaları gerektirecektir. Ama, îmânlar tâzelenebilirse, bu güce de kavuşulmuş olur.
Türk aydınları gönüllerindeki medeniyet hamlesini ancak îman tazelemekle gerçekleştirebileceğimizi anlamalıdırlar; gür bir îmân, ateşli bir bağlanış, medeniyetimizin ilk ve tek şartı olacaktır.Bir îmân hareketi içinde gelişmedikçe düşünce, hayâttan kopuk ve sırf zihnî spekülasyonlar olmaktan kurtulamaz. Hayâtı yapan, medeniyetleri kuran ise, zihnî spekülasyonlar değil amellerdir. Amelleri ölçülendiren, kültürün unsurlarını bütünleştiren ve bir medeniyet manzumesi hâlinde üslûba sokan da îmândır. Ateşli bir bağlanış olmadıkça kültür, yaratıcılığa kavuşamaz; dünyâyı kavrayıp yorumlayamaz, mukaddeslerine göre sıralayamaz ve problemlerini çözemez. Onun için, bütün dikkat ve imkânlar bu noktaya teksîf edilmeli; şahsiyetler onun boyası ile boyanıp, ameller onun ölçüleri ile gerçekleştirilmelidir. Yeniden doğuş çabaları içinde olan bir medeniyet çevresinde, kültürün muhtemel üslûb ve muhtevasını tartışan düşünce ürünleri, arayışlara yön verip, îmânı güçlendirebildikleri ölçüde hizmet etmiş olacaklardır.
İslâm Âlemi, sahip olduğu bir takım çevre imkânlarının da desteği ile yeniden kendine ve Kitâb'ına güvenini kazanmaya başlamıştır. Canlanmanın işaret ettiği bir ruhî gerilim doğmaktadır. Şimdi önemli olan, oluşmakta olan bu enerjinin bir medeniyet hamlesine dönüşebilip dönüşemiyeceğidir. Bunu, enerjinin gücü ve bunu doğuran motivasyonun İslâm îmânı olup olmadığı belirleyecektir. Çünkü rûhî muhtevalar nasıl motive edilmişse, hangi îmân ile ölçülenmişse, kültürün gerçekleşmesi de o yönde olacaktır. İslâm Âlemi'ndeki bu canlanmada sırf maddî kalkınma, dünyâ ni'metlerinden daha çok pay alma gibi motifler hâkimse, şübhesiz ki başarıya ulaşılır; ama, ortaya çıkacak olan kültürün İslâmî olup olmadığı tartışılacaktır. Daha doğrusu gerçekleştirilen bu olgu İslâm Medeniyeti olmayacak, İslâmî motifler ancak, tamamen silinememiş eski bir medeniyetin arta kalmış izleri olarak görülebileceklerdir.
Bu hareketlenmeyi oluşturan amellerde Allah rızâsı irâdesinin söz olarak değil, derinlik olarak, hâl olarak yeri nedir? Diğer bir söyleyişle, Allah'ın boyası ile ne ölçüde boyanabilmiş bir canlanma ile karşı karşıyayız? Bu gibi mes'elelerde hüküm vermek çok zordur. Müslüman aydınlar, ruhun İslâmî motivasyonunu gerçekleştirebilmek için ciddî, ilmî çalışmalarla dolu yoğun bir kültür hareketine ihtiyâç olduğunu bilmelidirler. Ve, bütün bu gayretlerin îmânı artırmaya ve İslâm ile ölçülenmeye matuf olduğunu unutmamalıdırlar. Ancak, bu yol ve gayretlerle bir kavmin kendisini değiştirmesi sağlanabilir ki, ancak o zaman Allah da onun durumunu değiştirir.
Cemiyet olarak kendini değiştirmenin anahtarı ferddir. Kendi içinde Allah'ın nizâmını kurmadan, O'nun ölçüleri ile ölçülenmeden cemiyeti değiştirmeye kalkmak, doğmakta olan bir enerjiyi saptırmak, ,hebâ etmek sonucuna varır. Şübhesiz ki hiç bir Müslüman aydın bunu istemez; ancak, yanlış yapmamak için sâdece istememek yetmez, ayni zamanda bilmek gerekir. Sahihi Buhari ve tercümesi
Nihayet, hiç bir zaman hatırdan çıkartılmamalıdır ki, amelsiz îmânla bir medeniyet kurulamaz. Her medeniyet, kendi îmânının ameller hâlinde hayâta geçirilmesi ile doğar. Esasen alevlenmiş bir îmân, rûh gücünün, o îmânın dünyâ görüşü ile motive olması ve amellerin de tabiî olarak o îmânla ölçülenmesi, şekillenmesi demektir.
İmân-amel birliğinin dînî hükmü ayrı bir konudur. Amelsiz îmân, Müslümânlar'ı öbür dünyâda kurtarabilir; Allah'ın bağışlayıcılığına herkes güvenebilir. Ancak, bu dünyâda haysiyetli bir medeniyetin sahibi yâhud mensubu olarak yaşamak isteyenler için, bunu amelleriyle gerçekleştirmekten başka yol yoktur. Kendi medeniyetimize giden yol, hayâtı bütünüyle, Allah'ın emrettiği gibi dosdoğru yaşamak ve küçük menfâatlere O'nun rızâsını feda etmemekten geçer. Amelleri ölçülendirebilmek için kültürün îmânını pekiştirmek, îmânın heyecanını koruyabilmek için de, sürekli ona uygun ameller gerçekleştirmek mecburiyeti vardır. Kültürün ölüm-kalımın, îmân-amel ilişkilerinin bu yapısına bağlı olduğu bilinmelidir. Bunun için de, yaşamak isteyen kültürler, kendi îmânları doğrultusunda sürekli amel üzere olmak zorundadırlar.Kitab üzerinde îmânla teemmül, bize, Müslümanca düşünmenin mantığını ve duyuş imkânlarını kazandıracaktır. Çağın, problem sahası artan, genişleyen idrâki ile İslâm'ı daha doğru ve derinden kavrama imkânımız olacaktır. Meselâ, sanayi cemiyetinin, yukarıda kısmen dokunulan problemlerini bilen ve bunlar üzerinde düşünen bir insan, " Ey dünyâ! Bana hizmet edenin hizmetinde ol; sana hizmet edeni hizmetinde kullan" hadîs-i kudsîsini bütün gerçeği ile kavrayabilecektir.
İslam'ın boyası ile boyanıp, o idrâki kazandıkça da, çağımızın ve insanın bütün mes'elelerini İslâm'ın idrâki ile görebilecek, değerlendirebilecek ve sıralayabileceğiz. Zâten, İslâm Medeniyeti'nin yeniden dirilişi de, dünyânın yeniden İslâm'ın idrâki ile kavranıp, düzene sokulabilmesi demektir.
Bu gelişme diğer bir görünüşü ile, yabancı kültürler karşısında zihnî istiklâle kavuşma sürecidir. Bir îmân ancak kendi ölçüleri, kendi kavramları ile dünyâyı kavrayıp ifâde edebildiği zaman o kültür,istiklâlini kazanmış, yaratıcılığına kavuşmuş demektir. Bunun da yolu, kendi mukaddeslerimize bağlanmak, onlarla ölçülenmek ve îmânımızın aydınlığında düşünebilmektir. îmânı alevlendirebilir ve onun aydınlığında bir düşünce cehdine girebilirsek, o zaman her türlü zihnî bağdan kurtularak kendi gözümüzle görmeye, kendi ölçülerimizle değerlendirmeye ve kendi mukaddeslerimize göre sıralamaya muvaffak oluruz. Bu îmân heyecanı ve ifâde gücüne ulaşmadan yapılan zihnî spekülasyonlar yine, ancak îmân arayışlarına ve güçlenmesine hizmet edebildikleri ölçüde değer kazanabileceklerdir.
İnsan, zübde-i âlem olduğunun şuuruyla varlığa bakabilmeli; dünyânın kendisi için yaratıldığını bilebilmelidir. Zamanın, bu dinmeyecek karmaşasında korkularını, tedirginliklerini yenerek, hayâtı fütursuzca yaşayabilmelidir. Ona, yalnız olmadığı, dünyâya terkedilmediği söylenmelidir. Bu emniyete ulaşamamış yüreklerden hayâtı güzelleştirecek sevgiler beklenmemelidir. Bunun için de, Allah'ın ipine sarılmak, dünyânın bütün problemleri karşısında O'nun, yanıbaşımızda olduğunu bilmekten başka çâre yoktur. İnsan o zaman bütün rûh zenginliklerinin açılması imkânına kavuşabilecektir. İnsan o zaman bütün putlarından temizlenerek varlığın efendisi olabilecektir.
And olsun Allah'ın and içtiklerine ki, insan için îmândan başka gerçek yoktur ve çâre olmayacaktır.
Nevzat Kösoğlu
TAKDİM
Burada on iki asırdan beri İslâm âlemlerinin ve onlara tâbi' olarak bütün Muhammed Ümmeti'nin "İki Sahih"den birincisi kabul ettikleri, Muhammed İbn İsmail el-Buhari (256/870)'nin el-Cami'u's-Sahih'in, tercümesiyle birlikte sunuyoruz.
Bu, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra gökkubbesi altındaki kitapların en sahihidir. Bundaki hadîsler, Buhari'den önceki âlimler tarafından da hep sahihlikleri sabit olmuş hadîslerdir. Bunların sahîhliklerinde hiçbir teveddüd kalmamıştır. Binâenaleyh bu kitabın muhtevası son peygamber Muhammed aleyhi 's-selâmın yalnız müslümanlar için değil, fakat aynı zamanda bütün insanlık için hiç eskimeyecek îmân, ibâdet, ahlâk..., diğer deyişle en yüksek medeniyet düstûrlarıdır. Bunlar aynen veya meâlen bellenip günlük hayâtta uygulanmaya lâyık, en değerli ve insanlığı tam mânâsıyle mutlu kılacağı te'mînâta bağlanmış ilâhî ve Muhammedî esaslar ve ta'lîmlerdir. Bizi tükenmez bir şevkle tamâmını aynen tercüme etmeye sevk eden sebeb, işte el-Câmi'u's-Sahih'in bu eşsiz vasıfları ve değerleridir.
Bu hadisleri hakkıyle işidip belleyenlerin kalbleri ve kafaları gerçekten aydın olur. Hadîsleri öğrenip öğretmek, dîni öğrenip öğretmektir. "Din ise Allah için, Rasûl'ü için, müslümanların imamları (önder ve başkanları) için ve umûm halk için nasîhattır -hâlis iyilik istemektir-(Buhari,"îmân,ed-dînun-nasîha"; Müslim, "îmân, ed-dînun-nasîha"). Tercemenin baş tarafına"el-Câmi,u,s-Sahîh,in Tercemesini Gerekli Kılan Sebebler'', ' 'el-Câmi 'us-Sahih 'i Terceme Kararı", "Tercümede Ta'kîb Edilen Asıllar" ve "Duâ" başlıklarını ihtiva eden bir "Giriş" ile "İmam Buhari'nin Hâl Tercemesi", "Buhari'nin el-Cami'u 's-Sahih 'i Üzerine Bir Araştırma" konuldu. Bu kısmın kitaba fazlalık teşkîl etmeyeceğini, bilakis müellifinin ve eserinin ehemmiyetini iyice belirtip, muhtevanın daha iyi okunup anlaşılmasına yardım edeceğini ümîd ediyoruz.
"Ey Rabbimiz, bize tarafından bir rahmet ver ve işimizden bizim için bir muvaffakiyet hazırla " (el-Kehf: 10). ( sahihi buhari kitap, sahihi buhari, ötüken yayınları buhari 17 cilt, buhari hadisleri, 17 cilt hadis külliyatı, Sahihi Buhari ve tercümesi, mehmed sofuoğlu , sahihi buhari fiyatı, 17 cilt sahihi buhari tercümesi )
Mehmed SOFUOĞLU
Ötüken Neşriyat 17 cilt Sahihi Buhari ve tercümesi hadis kitabı nın tanıtımı sona erdi