Kitap Yirmi Üçüncü Söz, Cep Boy
Yazar Bediüzzaman Said Nursi
Yayınevi RNK Neşriyat
Kağıt Cilt 2.Hamur - Karton Cilt
Sayfa Ebat 72 sayfa - 8x14 cm - Cep boy
Yayın Yılı 2015
Bediüzzaman Said Nursi RNK Neşriyat, Yirmi Üçüncü Söz kitabı nı incelemektesiniz.
Üstad Bediüzzaman Yirmi Üçüncü Söz kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil: belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.
Said Nursî
Şu Söz'ün iki mebhası vardır.
BİRİNCİ MEBHAS
İmanın binler mehasininden yalnız beşini "Beş Nokta" içinde beyan ederiz.
BİRİNCİ NOKTA: İnsan, nur-u îman ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düşer; Cehennem'e ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü îman, insanı Sâni-i Zülcelâl'ine nisbet ediyor; îman, bir intisaptır. Öyle ise insan, îman ile insanda tezahür eden sanat-ı ilâhiye ve nu-kuş-u Esmâ-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'-dan sanat-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.
Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların sanatları içinde, nasılki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır. Bâzen müsavi, bâzen madde daha kıymettar, bâzen oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede, beş liralık bir sanat bulunuyor. Belki bâzen, antika olan bir sanat, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor.
İşte öyle antika bir sanat, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski hünerver sanatkârına nisbet ederek o sanatkârı yâd etmekle ve o sanatla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer, kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.
İşte insan, Cenâb-ı Hakk'ın böyle antika bir sanatıdır. Ve en nâzik ve nâzenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.
Eğer nur-u îman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuur ile okur ve o intisapla okutur. Yani: "Sâni-i Zülcelâl'in masnu-uyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım." gibi manalarla insandaki sanat-ı Rabbaniye tezâhür eder.
Demek Sâni'ine intisaptan ibaret olan îman; insandaki bütün âsâr-ı sanatı izhâr eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı Rab-baniye'ye göre olur. Ve âyine-i Samedâ-niye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.
Eğer kat'-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o mânidar nukuş-u Esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni' unutulsa, Sâni'e müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz. Adeta baş aşağı düşer. O mânidar âlî sanatların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihâyet sukut eder. Her-biri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti, yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider.
İşte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar; elmastan kömüre kalbeder.
İKİNCİ NOKTA: îman, nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor; üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zu-lümattan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vâkıada âyet-i kerimesinin bir sırrına dair gördüğüm bir temsil ile beyan ederiz. Şöyle ki: Bir vâkıa-i hayâliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var birbirine mukabil, üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş, köprünün altında pek derin bir dere, ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı karanlık, kesif bir zulümat istilâ etmişti.
Ben sağ tarafıma baktım; nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim.
Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum.
Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümata karşı sönük bir cep fenerim vardı. Onu istimâl ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım. Pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki; "Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim." dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. "Eyvâh! Şu fener, başıma belâdır." dedim. Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu. Herşeyin hakikatini gösterdi.
Baktım ki: O gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir.
Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber; baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyâsetinde ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim.
Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şâhikalar ise; süslü, sevimli, câzibedâr olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir sey-rangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm.
Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahluklar ise; mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvanat-ı ehliye olduğunu gördüm. "Elhamdulillahi ala nuril-iman" diyerek âyet-i kerimesini okudum; o vâkıadan ayıldım.
İşte o iki dağ; mebde-i hayat, âhir-i hayat., yani âlem-i Arz ve âlem-i berzahtır.
O köprü ise, hayat yoludur.
O sağ taraf ise, geçmiş zamandır.
Sol taraf ise, istikbâldir.
O cep feneri ise, hodbin ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir.
O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisatı ve acib mahlukatıdır. İşte enâniyetine itimat eden, zulümât-ı 10 gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam; o vâkıada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd mâlumat ile zaman-ı mâziyi, bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbâli, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir.
Hem herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm'in birer me'mur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudâtı, muzır birer canavar hükmünde bildirir.
hükmüne mazhar eder.
Eğer hidayet-i İlâhiye yetişse, îman kalbine girse, nefsin fir'avuniyeti kırılsa, Kitabullah'ı dinlese; o vâkıada ikinci halime benzeyecek. O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar.
Âlem (…… ) âyetini okur.
O vakit zaman-ı mâzi, bir mezar-ı ekber değil, belki herbir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti îfa eden ervah-ı sâfiye cemaatlarının vazife-i hayatlarını bitirmekle "Allahu ekber" diyerek makamat-ı âliyeye uçmalarını ve 11
müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür.
Sol tarafına bakar ki; dağlar-misal bazı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında Cennet'in bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rah-maniyeyi o nur-u îman ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâun gibi hâdiseleri, birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; sureten haşin, manen çok latif hikmetlere medar görüyor. Hattâ mevti, hayat-ı ebe-diyenin mukaddimesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle. Hakikati, temsile tatbik et!
ÜÇÜNCÜ NOKTA: îman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî îmanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir. Ve îmanın kuvvetine göre hâdisa-tın tazyikatından kurtulabilir.
der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak'ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebe-diyeye girmek için Cennet'e uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse; dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.
Demek; îman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâ-reyni iktiza eder.
Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir; belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbe-batı yalnız Cenâb-ı Hakk'tan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmaktan ibarettir.
Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer:
Vaktiyle iki adam; hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:
"Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et." O dedi:
"Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim."
Yine ona denildi:
"Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir. Daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin.
Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya 'divanedir' diye seni tardedecek. Ya 'haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapsedilsin.' diye emredecektir.
Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında; zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor." denildikten sonra o bîçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu.
"Oh!.. Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum." dedi.
İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hod-füruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikât-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.
DÖRDÜNCÜ NOKTA: îman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, îman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.
Şu mes'elenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmele-rindeki farkları, o mes'eleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı katı'dır.
Evet, insaniyet îman ile insaniyet olduğunu; insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir.
Çünkü: Hayvan, dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, bütün şerait-i ha-yatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavanin-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.
Demek, hayvanın vazife-i asliyesi; ta-allümle tekemmül etmek değildir ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubudi-yet-i fiiliyedir.
İnsan ise, dünyaya gelişinde herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. Onbeş senede, ancak zarar ve menfaati farkeder. Hayat-ı beşeriyenin mua-venetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir.
Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubudiyettir. Yani: "Kimin merhametiyle böyle hakimane idare olunuyorum? Kimin kere-miyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzenînane besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcatına dair Kadiü'l-Hâcât'a lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı a'lâ-yı ubû-diyete uçmaktır.
Demek insan, bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mâhiyet ve istîdat itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve mâdeni ve nuru ve ruhu; Mârife-tullah'tır. Ve onun üssü'l-esası da îman-ı Billah'tır.
Hem insan, nihâyetsiz acziyle nihâ-yetsiz beliyyâta mâruz ve hadsiz a'dânın hücumuna müptelâ ve nihâyetsiz fakrıyla beraber nihâyetsiz hâcâta giriftar ve nihâyetsiz metalibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, îmandan sonra duadır. Dua ise, esâs-ı ubûdiyettir.
Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yani; ya fiilî, ya kavlî li-sân-ı acziyle bir dua eder. Maksuduna muvaffak olur.
Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nâzik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânürrahîm'in dergâhında; ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.
Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; "Ben kuvvetimle bu -kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan- acib şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum." deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.
Bediüzzaman Said Nursi Cep Boy Yirmi Üçüncü Söz kitabı nı incele diniz.