Fiyat | : | 17,50 TL |
İndirimli Fiyat (%45,7) | : | 9,50 TL Kazancınız 8,00 TL |
Kitap Abdullah Olmak
Yazar Muhammed Emin Yıldırım
Yayınevi Siyer Yayınları
Kağıt Cilt 2.Hamur - Karton Cilt
Sayfa Ebat 183 sayfa, 11.5x19 cm.
Yayın Yılı 2019
Muhammed Emin Yıldırım Abdullah Olmak kitabı nı incelemektesiniz.
Siyer Yayınevi Abdullah Olmak kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
21 yüzyılda insanlarımızın büyük sıkıntılarının temeline/sebebine baktığımızda sahâbe gibi Allah'a yaraşır bir şekilde kulluk vazifelerini yerine getirememeleri olduğunu görmekteyiz. Halbuki Asr-ı Saâdet'e yönümüzü çevirdiğimizde Abdullah Olmak demenin insanlar için en büyük ödül ve nimet olduğu son derece aşikâr bir hakikattir. Aynı zamanda Abdullah Olmak, Rabbimizin bir projesi olarak insanın yaratılış amacının nihai hedefidir.
---------------
Yıllar önce İstanbul Başakşehir'de seri programlar olarak takdim ettiğimiz bu dersleri okuyucularımızın talepleri üzerine bu şekilde derleyip sohbet dilini bozmadan sizlere takdim ettik.
Bu çalışmamızda sahabe efendilerimiz üzerinden "Bu çağda Rabbimize layıkıyla bir kul nasıl olunabilir?" sorusunun cevaplarını aramamıza yardımcı olabilecek kaynak niteliğinde hazırlanmış bir çalışmadan oluşmaktadır. Sahâbî efendilerimizi hakkıyla tanıyabilmeyi ve onların yollarını yol olarak edinebilmeyi amaçlayan bu eserimiz Allah'a kul olmayı, bu işi en güzel bir şekilde yapan sekiz sahâbe efendilerimizin hayatları üzerinden öğrenmemize yardımcı olacaktır. Bundan dolayı bu çalışmamızın adı Abdullah olan sekiz sahâbi efendimiz üzerinden kulluğun kodları sayılabilecek sekiz kavramı anlama adına bir gayret ile siz okurlarımıza takdim etmekteyiz.
Mevlâ insanlık tarihinin en güzel kulları olan o sahâbî efendilerimizi hakkıyla tanıyabilmeyi ve onların yollarını yol olarak edinebilmeyi bizlere nasip ve müyesser eylesin.
21. Yüzyılda Abdullah Olmak
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillah! rabbil alemin. Errahmânirrahîm. Mâliki yevmiddîn. İyyâke na'budu ve iyydhe nesta'în. Fâtiha, 1/1-5
"Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz." Sahi günlerce defaatle namazlarda, başka yerlerde okuduğumuz bu âyet hayatlarımızla, amellerimizle doğrulanıyor mu? Biz bunun muhasebesini yaptık mı yoksa alışageldiğimiz bir cümle olduğu için mi sürekli söylüyoruz? Ya da biz ibadet ve istiâne kavramını eksik mi anlıyoruz? Mesela "İbadet namazdır, oruçtur, zekâttır, parası olana hac ve umredir. Bunları da Allah için yapıyoruz." mu diyoruz? İstiâneyi, ellerimizi açıp Rabbimizden hepsi de bizim menfaatimize olan şeyler istemeyle mi sınırlı tutuyoruz? Böyle anlarsak: "İyyâke na'budu ve iyyâke nesta'în" olmuyor. Çünkü mü'minin her adımı ibadettir, ibadet olmalıdır. İstiâne sadece duada menfaatimiz icâbı istediğimiz şeyler değildir. Dua bir yönüyle tevekkülün inşasıdır. Allah'tan başkasından hiçbir şey istememektir. Eğer bizler Kur'ân'ın sadece belli başlı âyetlerini anlasaydık halimiz çok daha farklı olurdu.
Hafız Münâvî, büyük bir hadis âlimi, fakîh ve sûfîdir. 1545 ile 1622 yıllarında Mısır'da yaşamıştır. Yaşadığı dönemde kendisine: "Zamanının İmam Şâfiîsi" dedirtecek kadar ilimde ve irfanda zirvelere çıkmıştır. Bu büyük âlimin talebelerinden biriyle aralarında geçen bir hatıra bulunmaktadır. Hafız Münâvî'nin genç bir talebesi varmış. Kur'ân'ı hıfzetmek için sabahlara kadar yatmaz, çalışır ve en az gecede bir hatim edermiş. Sabah olunca rengi solmuş, benzi sararmış bir halde hocasının karşısına gelir, zorlanarak dersini arz etmeye çalışırmış. Hocası talebesindeki bu hali görünce meraklanmış ve arkadaşlarından bu talebesinin halini sormuş. Arkadaşları bu talebenin sabahlara kadar Kur'ân hıfzı ile meşgul olduğunu ve her gece bir hatim indirdiğini söylemişler. Hafız Münâvî bu talebesini uyarma ihtiyacı duymuş, onu karşısına oturtarak demiş ki: "Evladım! Kur'ân indiği gibi okunmalıdır. Maharet çok okumak değil, asıl maharet okunan o âyetler üzerinde tefekkür etmektir. Bundan sonra geceleri Kur'ân okurken sanki ben karşındaymışım ve bana okuyormuş gibi oku." Hocasının bu tavsiyelerini dinleyen talebe o gece sanki rahlesinin önünde hocası varmış gibi Kur'ân'ı okumuş. Sabah olunca hocasının önüne dersini arz etmeye gelince hocası sormuş:
"Evladım! Bu gece ne kadar Kur'ân okudun?" Talebe hocasına demiş ki: "Hocam! Ancak Kur'ân'ın yarısını okuyabildim. Çünkü sizi önümde hayal edince yanlış yapmamak için daha dikkatli ve yavaşça okudum." Hocası bu başlangıca sevinmiş ve talebesine demiş ki: "Bu gece ise sanki rahlenin önünde Efendimiz (sas) varmış gibi Kur'ân'ını oku. Sanki dersini ona arz ediyormuş gibi oku." Talebe hocasının dediği gibi, o gece Efendimiz'in ruhaniyeti ile beraber olmaya çalışmış ve sanki dersini ona okuyormuş gibi büyük bir hassasiyet ile okumaya çalışmış ve sabah olunca yeniden hocasının karşısına geçmiş. Hocası sormuş; "Ne yaptın bu gece?" Talebe demiş ki: "Ancak Bakara Sûresi'ni okuyabildim." Hoca yine sevinmiş, "Tamam, bu iş kemale erecek." diye içinden geçirmiş ve: "Bu gece de sanki karşında vahiy meleği Cibril varmış gibi oku." demiş. Talebe o gece sanki Cebrâil'e okuyormuş gibi Kur'ân'ı okumaya çalışmış. Sabah olunca hocası yine sormuş: "Ne yaptın bu gece?" Talebe demiş ki: "Hocam! Sadece Fdtiha Sûresi'ni okuyabildim." Hoca talebesindeki bu olumlu gelişmeden dolayı daha da sevinmiş ve en son merhalede talebesine: "Bu gece sanki karşında âlemlerin Rabbi olan Allah varmış gibi oku. Sanki onunla konuşuyormuş gibi dersini ona arz et." demiş. Talebe, hocasının istediği gibi o gece öyle yapmış. Sabah olunca yeniden hocasının karşısına geçmiş, hocası ne yaptığını sormuş.
Talebe demiş ki:
"Hocam, vallahi, Fâtiha'dan başladım, 'İyyâke na'budu'ya geldim ama bir türlü bu âyeti tamamlayamadım. Bu âyeti her dilime aldığımda karşımda duran Rabbime karşı tam anlamıyla kulluğumu yerine getirememe utancı ile kendi kendime: "Sen gerçekten her halin ile Allah'a kulluk yapıp başka hiçbir şeye yönelmiyor musun?" diye sorguladım. Bu sorgulamayı o kadar çok yapmışım ki bir de baktım sabah olmuş ve ben hâlâ İyyâke na'budu' âyetini geçememişim." [Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1, 190]
Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: "Sizden her kim Rabbi ile konuşmak/dertleşmek isterse hemen Kur'ân okusun." [Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs, t, 302]
"İyyâke na'budu ve-iyyâke nesta'în"\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\\ anlasak bazen namazları bile bitiremeyiz. Amr b. Şuayb anlatıyor: "Bir gün Efendimiz (sas) nafile namaz kılıyordu. Ben de onun yanına vardım, bedenim onun bedenine değsin diye yanında durdum. Bir de ne göreyim? Efendimiz (sas), tencerenin kaynatırken çıkardığı ses gibi ses çıkarıyordu." [Ebû Dâvûd, "Salât", 156]
Efendimiz (sas) her okuduğu âyeti kendine yeni inmiş gibi okuyordu. Onun için sahâbenin dilinde dolaşan bir cümle vardır: "Cebrâil'in tâzeliğinde Kur'ân okumak." Eğer biz Cebrâil'in tazeliğinde Kur'ân okuyabilsek kendimizi hesaba çekeceğiz. Hesaba çekilmeden önce hesaba çekeceğiz. Hâlimiz, ahvâlimiz okuduğumuz o âyetlerin bağlamında yeniden gözümüzden dökülecek, hayatımızda farklı bir biçimde anlam bulacak ve bizi başka yerlere götürecek. Eğer böyle yaparsak "İyyâke na'budu ve iyyâke nesta'în" diyebilirsek Abdullah olabiliriz. Abdullah olmak en büyük ödül ve nimettir. Abdullah olmak Allah'ın bir projesidir. Allah insanı bunun için yaratmıştır ama Abdullah olmak deyince insanımızın aklına her şey geliyor da Allah'a kul olmak gelmiyor.
Ne kadar acı bir şey bu değil mi? Asıl varlık gayemiz bu iken, biz Allah'a kul olmayı unutmuşuz. Allah demeyi unutmuşuz. Allah bize her gün 24 saat diye bir nimet veriyor. 24 saat 1440 dakikadır. Bir günümüzü bir kameraya alalım. Allah zaten her ânımızı kameraya alıyor ancak o kamera açılmadan biz kendimizi kameraya alalım. Ertesi gün oturup o bir günümüzü baştan aşağı izleyelim. 1440 dakika içerisinde kaç kez Allah demişiz; kaç kez para, pul, kadın, erkek, evlat, mal, servet, istikbal, diploma, şan, şöhret, makam, mülk demişiz? Eğer bir sahâbî gibi yüreğin en derinliklerinden Allah diyebilseydik hayatımızda nelerin değişeceğini görebilirdik. Bu bizim aslî gündemimiz olmalı ve bu gündem hiçbir zaman hayatımızdan çıkmamalıdır.
"Ben insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım". [Zâriyât, 51/56]
Rabbimiz bizi ne için yaratmış? Abdullah olmak için. Eğer biz bu âyetin üzerinde biraz tefekkür etsek Hafız Münâvî'nin o talebesi gibi üzerinde düşünsek çok şey zihnimize düşer, zihnimize her düşen de hayatımızı etkiler.
Zâriyât Sûresi 56. âyetin, bizlere neler söylediğini 5 madde hâlinde aktarabiliriz:
1. İnsanın en temel yaratılış amacı Abdullah olmaktır.
Kul, Rabbine âdetâ şunu sordu: "Ya Rabbi! Beni neden yarattın?" Cevap: Zâriyât Sûresi 56: "Ben seni kulluk için yarattım." Yaratılış gayesi ve amacı bu ise bir insan aslî gayesini nasıl unutabilir? Unutur çünkü insan nisyandan ma'müldür. Allah unutma gibi bir özellikle insanı yaratmıştır. Unutmak aslında bir nimettir. O nimeti nikmete çeviren insandır. Eğer insan unut-masaydı çok yakınını kaybettiğinde hüzün hayatının tamamına yayılsaydı yaşayabilir miydi? O nimeti nikmete, musibete çeviren unutmamamız gereken şeyleri unuttuğumuz içindir. Bazen unuttuğumuzu bile unutuyoruz. İnsan unuttuğunu unutmaya başladığında felaket başlamıştır. Bakın haramların içinde yaşıyoruz, tepkimiz yok. Eskiden faizi duyduğumuz zaman tüylerimiz diken diken olurdu, şimdi faiz ile kardeş olmuşuz. Asıl felaket günah işlemek değil günaha alışmaktır. Biz insanız, beşeriz, sürçeriz, hata ederiz, noksanlarımız olur. Rabbimiz Settâr'dır, Gafûr'dur, Gaffar'dır, Tevvâb'dır. Biz işleriz, O (cc) affeder. Onun esmâsı içerisinde onlarca isim affına ve mağfiretine yönelik olmasaydı inanın kul günah işleme hakkına sahip olmazdı ama Rabbimiz biliyor. Bizden ise istediği şudur: Unutunca, hata edince anında kendine gel. Varacağın kapı Allah'ın kapısı olsun. Acziyetini itiraf et, kulluğunu hatırla ki Allah seni affetsin. Ama işin acı tarafı biz unutuyoruz, unuttuğumuzu da unutuyoruz. Kulluğu unutmuşuz. Allah bizi sadece kulluk edelim diye yarattı ama aslî işlerimizi bırakmışız ve ne kadar ucuz gündemlerin arkasındayız. Ne kadar basit şeyler için ömür tüketiyoruz ama eğer biz yaratılış gayemizin Allah'a kulluk olduğunu hatırlasak Allah'tan başka hiçbir güce kulluğumuzu hasretmeden yaşamanın yollarını ararız. Çünkü Allah'a ait olan alanı başkasıyla paylaşmanın adı şirktir.
Allah şirkin dışında her günahı affeder ama şirki asla! Unuttuğumuz, sınırları gözden kaçırdığımız için Allah korusun şirke bile kapı açıyoruz. Şirk, Kur'ân'ın ifadesiyle en büyük zulümdür. Zulüm ise bir şeyi aslî yerinden etmek demektir. İnsan kulluğu Allah'tan başkasına yapmaya başladığı anda zulme düşmüştür çünkü Allah onu kulluk için yaratmıştır. Onun için Abdullah olmak dediğimiz anda en başta hatırlayacağımız şey budur. Allah bizi sadece ve sadece kendisine kulluk için yarattı.
2. İnsanın son nefesine kadar vazgeçemeyeceği aslî rolü kulluktur.
Kulluk sonradan kazanılan bir şey değildir. Efendimiz (sas): "Her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar. Dilleri dönmeye başlayınca ebeveynleri onları Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır."
buyurmuştur. [Dârimî, "Siyer", 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 435] Fıtratımızın bir parçası olduğu için kulluk kesbî değil vehbîdir. Yani bu, insana hazır verilmiştir. Bu durum avantajdır çünkü hazır bu varken insan bir adım atar, kendine gelir, Allah'a kul olur. Dezavantajdır çünkü Allah'a kul olmazsa başka kapının kulu olur. "Ben kulluk yapmıyorum." diyen bir tek insan yoktur. Allah'a kul olmayan başka bir kapının kuludur. Onun adı dün Abdüllat, Abdüluzzâ, Abdülhubel idi. Efendimiz'in (sas) diliyle güncelleştireyim: Dirhemin kulu, altının kulu, gücün kulu, elbisenin ve üniformanın kulu. Daha da ötesini söyleyeyim: Hevânın kulu, hevesin kulu, şehvetin kulu ve daha neler neler... Hiç kimse: "Ben hiçbir şeyin kulu değilim." demesin. Ya Abdullah'tır ya da İblis'in kuludur. Dolayısıyla biz Abdullah olmazsak o zaman başka kapının kuluyuzdur. Hangi kapıya kul olursak olalım sonumuz felakettir. Abdullah olmayı hayatımızın eksenine alıp bunun muhasebesini yapıp ara ara kapısında kul olarak durduğumuz o kapının aslî sahibinin kim olduğunu her an teyakkuz halinde hatırlamamız lâzım.
3. İnsanın elde edebileceği en büyük şeref ve izzet kulluktur.
Şerefi ve izzeti kulluğun dışında arayanlar ya şeref ve izzetin ne olduğunu bilmiyorlar ya da kulu oldukları kapıların şeref ve izzete yüklediği mananın ışığında yürüyorlar. Eğer biz şeref ve kulluğun, şeref ve izzetin sadece ve sadece kullukta olduğunu bilsek başka bir şerefi aramayız. Onun için Hz. Ömer Mekke ve Medine sokaklarında: "Vallahi Hattab'ın oğlu Ömer şerefi İslâm'da buldu. Her kim şerefi İslâm dışında bir yerde ararsa karşısında beni bulur!" diyordu. Bugün Abdullah olmak bizi kesmiyor. Bir insana: "Sen Allah'ın kulusun." demek yetmiyor. Başka şeyler arıyoruz, başka şeyler soruyoruz. Unvan, şan, şöhret, mevki, makam soruyoruz. İzzeti ve şerefi Allah'ta bilsek bunun dışında izzet ve şeref aramasak onun kapısına kul olmayı her şeyden aziz bilsek başka yerde arar mıyız? Rabbimiz Kur'ân'da insanın yaratılışını anlatır: "Hani Rabb'in meleklere: 'Muhafefeafe ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.' demişti.
Melekler de: 'Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?' demişlerdi. Allah da: 'Sizin bilmeyeceğinizi herhalde ben bilirim.' demişti" [Bakara, 2/30]
Bunun üzerine melekler: "Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur." [Bakara, 2/32] demişti. Bir düşünün, melekler haksız mı? Yeryüzünde insan olduğu için kan var. Âdem'in çocuklarından Kâbil, Hâbil'in kanını akıttı. Şu an bile yeryüzünde insanın olduğu her yerde kan var. Ne acı bir kader-i ilahîdir ki hep Müslümanların olduğu yerde bu kan daha fazla var. Melekler haklı fakat Rabbimizin bildiği, meleklerin bilmediği şey ne idi? İnsanlar içerisinden öyle Abdullahlar çıkacak ki o Abdullahlar ahsen-i takvîm ufkunu yakalayacaklar ve beşerin haysiyetini ve şerefini kurtaracaklar. Eğer onlar olmasaydı bizler, meleklerin karşısında mahcup olurduk. Aslında Allah'a gerçek manada kul olanlar yani Abdullah olanlar, beşerin yere düşen haysiyet ve şerefini yerden kaldırıyorlar. Bir Abdullah çıktı. Adı Âdem... Hata etti, hatada ısrar etmedi. Öyle bir tevbe etti ki Ebû'l-Beşer oldu. Bir Abdullah çıktı. Adı Nûh... Kelime anlamı inleyen. Kur'ân'ın dediği gibi 1000 - 50 (950) sene inledi. Bir gemiyi zor doldurdu. Başarıya odaklanmadı. "Adamlarım çok olsun. Arkamda gelen adamlar kaç kişi?" demedi. Allah ona dağın tepesinde, denizin olmadığı yerde gemi yapmasını istedi. Allah'a kul olduğu için suyun olmadığı yerde gemi yaptı. Tahtalara çivi çakarken inkârcılar: "Hani bunun denizi?" diyorlardı ama o Abdullah olduğu için söylenenlere aldırış etmeden işine devam etti. Bir Abdullah çıktı. Adı İbrahim... Hepimizin iman atası. Nemrut'un ateşine atıldı. Allah ateşi serin ve selâmetli kıldı. Allah o ateşi söndürdü. Ne ile? İbrahim'in tevhid aşkıyla! O ateşi söndüren tev-hid aşkından başka bir şey değildi. İbrahim rahmetin, merhametin babasıydı. Hacer'ini ve İsmail'ini toprağında bir tek ot bitmez Mekke'ye bıraktığı zaman bile Allah'a teslimiyetinin bir gereğini yerine getiriyordu. Bir Abdullah çıktı. Adı Ya'kûb, Yûsuf, Mûsâ, îsâ, Dâvûd, Süleyman... Her adımlarıyla insanın şerefini yücelttiler. Bir Abdullah çıktı. Adı semada Ahmed, yerde Muhammed (sas)... İnsanlığın meyvesi o (sas). Bütün tohumlar onun (sas) için ekilmiş. Her gelen onu müjdeleyip gitmiş. O (sas) kulluğun en zirve hâli. Öyle ki Sidretü'l-Müntehâ'ya yürümüş. Cebrâil bile: "Benim sınırım buraya kadar." demiştir. Bir Abdullah çıktı. Adı Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hatice, Zeyneb, Nesibe... Her biri bize kulluğun en zirve hâlini gösterdi. Onlar şerefi ve izzeti doğru yerde aradıkları için hayatları öyle neticelendi ve bize örnek oldular. Şeref ve izzeti yanlış yerde aradığımız için maalesef hâlimiz böyle.
Diğer Özellikler | |
---|---|
Stok Kodu | 9786057689108 |
Marka | Siyer Yayınları |
Stok Durumu | Var |
PlatinMarket® E-Ticaret Sistemi İle Hazırlanmıştır.