Kitap Büyük Osmanlı Tarihi
Yazar Yılmaz Öztuna
Yayınevi Ötüken Neşriyat
Kağıt - Cilt 1.Hamur - 10 bez cilt
Sayfa - Ebat 5.051 sayfa - 16.5x23,5 cm
Yayın Yılı 1994
Ötüken Neşriyat, Yılmaz Öztuna nın yazdığı, Büyük Osmanlı Tarihi kitabını incelemektesiniz.
10 Cilt Büyük Osmanlı Tarihi kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
KENDİNİ YAZAN TARİH
On ciltten mürekkep olan eserin ilk beş cildi
siyasi tarihi, son
beş cildi Osmanlı dönemi Türk medeniyeti tarihini içerir. Modern bir
tarih anlayışıyla kaleme alınmış ilk
büyük Osmanlı Tarihidir.
“Doğrusunu söylemek gerekirse bugüne kadar
Türk Tarihi daha ne yazılmış ne de değerlendirilmiştir.”
“
Türk Tarihi çağdaş tarih ilminin geri kalmış dallarındandır. Bunun sebeplerinden biri, Türklerin çok geniş coğrafya alanlarında yaşamaları, Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus, Kuzey Buz Denizi ile Hind Okyanusu arasında büyük devletler kurmaları, her milletle çok yakından temasları olmasıdır. Böylece Türk tarihinin kaynakları, çok çeşitli dillerde ve dağınık durumdadır.
Türk tarih incelemelerinin geri kalmasının diğer bir önemli sebebi, modern tarihçiliğin ve tarih metodunun Türkiye’de pek yakın bir geçmişinin olmasıdır. Batılı manada tarihçilerimiz geç yetişmiştir ve yetişenler de, Avrupa’daki meslektaşlarının araştırma imkânlarının önemli bir kısmından mahrumdur.”
“Tarihe içinden bakmak, yani ele alınan devrin şahıslarıyla haşır neşir olmak, devrin toplumunun bütün problemlerini, dünyanın o çağdaki bütün akım ve eğilimlerini bilmek, tarihçi için kâfi değildir. Ele alınan konuya tabir caizse, bir de yüksekten, zirveden bakmak lazımdır. Ancak zirve noktasından çevre üç yüz altmış derecelik bir görüşle görülebilir. Nihayet değer hükümlerinin o çağlara, o çağlardaki insanlığın durumuna göre verilmesi icap eder. Bu ölçüyü bulamayan tarihçi gerçek bir tarihçi değildir.”
“Bir tarihçinin bilgisi ile irfanını birleştirmesi gerekir. Bilgisinin yanında vicdanı ile de başbaşa olmayan bir tarihçi milletine olduğu kadar insanlığa da ihanet etmiştir.
“Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek için, sağlam ve doğru bir tarih bilgisi şarttır. Başarılı ve büyük devlet adamları, iyi tarih bilen adamlardır. Hareket edilen nokta bilinmeksizin, yönelecek hedefi bulmanın imkânı yoktur. Bugün gelişmiş ülke diye anılan ve 160 dünya devleti arasında sayıları hiçbir zaman yirmi, yirmi beşi geçmeyen devletlerde tarih ilmi son derece ilerlemiştir. Bu milletler tarihlerini en ince teferruatına kadar incelemişler, bütün tarih kaynaklarını yayınlamışlar, ilmî eserlerin bile halka mahsus baskılarını yapmışlardır. Netice itibariyle bu milletlerde çok canlı bir tarih şuuru teşekkül etmiştir. Bu milletler sadece kendi tarihlerini değil cihan tarihini de aynı hassasiyet ve dikkatle incelemektedirler.”
“… Binaenaleyh tarih ilmi, insan cemiyetlerinin hayatında, belki ilk bakışta farkına varılamayan, önemli bir rol oynamaktadır.”
“Bir milletin tarihini en çok ve layıkıyla o milletin bilginleri inceler. Bu bütün milletler için böyledir. Onun için, Batı’da birçok Türk Tarihi uzmanı olmasına rağmen, asıl büyük iş, Türk tarihçilerine düşmektedir.”
Büyük Osmanlı Tarihi, “asıl büyük işi” tek başına üstlenmiş
, kitapları tarihin kendisi tarafından yazılan bir tarihçinin çığır açan eseridir.
ÖNSÖZ
Bugüne kadar yazılmış Osmanlı târihlerinin en tanınmışının yazan olan Avusturyalı Baron von Hammer; eserinin (1774 yılında kalır) 19 ciltlik Fransızca
tercümesinin 1835'te kaleme alınan önsözünde şöyle der.
«
Osmanlı Devleti, geniş bir imparatorluktur. Ve tarih bakımından sonsuz önemi vardır. Bir devdir ki, güçlü kollan, ayni zamanda üç kıt'ayı kavrar. Bütün imparatorluklar gibi bir gün düşerse, Asya, Afrika ve Avrupa kıt'alarında bırakacağı enkaz, bu üç kıt'ayı kaplıyacaktır...
Osmanlı İmparatorluğu, bugün (1835) bile, Bizans'ın şevketinin doruğunda iken bulunduğu genişlikten daha büyük ülkeleri elinde tutmaktadır»(Histoire de l'Empire Ottoman, I, Paris 1835, p.I-II).
Osmanlı devletinin şevket çağında Fransız fikir adamlarından Rene Herpin şöyle yazar. «Türkiye bugün (1629), dünyanın geri kalan bütün devletlerinin toplam gücü üzerinde bir kudrete sahiptir» (Apologie, Cenevre 1629, p.6)
Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra yazan günümüzün tarihçi ve fikir adanılan da benzeri şeyler söylerler. Birleşik Amerika'nın
Osmanlı Devleti nezdinde son büyükelçisi olan Morgenthau (p.240) şöyle der. «
Osmanlılar; Asya, Afrika ve Avrupa'da, kâinat târihinin tanıdığı en geniş imparatorluklardan birini kurdular.»
Fransız doğubilimcisi Sauvaget şöyle yazar «
Islâm târihi, Osmanlılar delicesinde güçlü ve istikrarlı bir siyâsî yapıya şâhid olmamıştır... Bilhassa 16. ve 17. asırlar boyunca, Avrupa'nın en büyük, en geniş, en istikrarlı ve en muazzam mâlî kaynaklara sâhib devleti,
Osmanlı idi. İdare mekanizması Osmanlı halkının menfaatlerine göre düzenlenmiş muntazam bir teşkilâttı. Donanması, bütün Akdeniz'e hâkimdi. Türkler'in en büyük erdemlerinden biri olan disiplin, imparatorluğun her yerinde hükümrandı. İstanbul, dünyânın en büyük medenîyet merkezi olarak, her ziyaret eden Avrıpalı'nın gözlerini kamaştırıyordu»(lntroduction â l'Histoire de l'Orient Musulman, Paris 1943, p.164).
Alman müsteşriki Bab'inger; «Osmanlı İmparatorluğu gerçek bir cihan devleti (Weltreiches) idi» der (Mehmed der Eroberer, Münih 1953, 469).
Fransız Akademisi'nden Grousset, «
Osmanlı İmparatorluğu, gerçek bir cihan devleti (puissance vraimant mondiale) idi» şeklinde ayni fikri ileri sürer. (L'Empire du Levant, Paris 1949, p.643).
İngiliz tarihçi Downey şöyle yazar (Soliman, New York 1929, p.33): «
Osmanlı Devleti, cihan târihinin en şaşırtıcı, en harikulade tezâhürlerinden biridir. Bütün Akdeniz medeniyetini bir imparatorlukta toplamayı denemiştir».
İngiliz târih filozofu Toynbee şöyle der (The Ottoman State and Its Place in World History, Leiden 1974, p.15): «Bütün târih boyunca Orta Doğu'yu (Balkanlar ve Arab ülkeleri) yönetiminde birleştiren tek devlet, Osmanlı İmparatorluğu'dur. Buna ne Pers, ne Roma, ne Arab imparatorlukları muvaffak olamamışlardır». Osmanlı'nın, Arabca konuşan bütün kavimleri ayni devletin çatısı altında topladığını söyler. Osmanlı'nın yerine geçen sömürgeci Avrupa devletlerinin hiç birisinin, ne İngiltere, ne Fransa, ne İtalya, ne Rusya'nın, bu ülkeleri Osmanlı derecesinde iyi, uzun, istikrarlı şekilde yönetemediklerini, çok kısa zamanda yerlerini Balkan ve Arab devletlerine bıraktıklarını, halbuki, bu ülkeleri, Osmanlı'dan daha iyi yönetecekleri iddiasiyle Osmanlı'nın elinden aldıklarını, anlatır. Orta Doğu'ya târih boyunca ve günümüze kadar en iyi yönetimin Osmanlı tarafından getirildiğini,
Osmanlı'nın hakkıyle Roma imparatorluğunun vârisi bulunduğunu, ekler.
Birkaç asır için Orta Doğu'nun düzenini sağlayan Osmanlı sistemine modern tarihçiler «Pax Ottomana» demektedirier ki, «Pax Romana»nın karşılığıdır. Osmanlı anayasası olan Fâtih Kaanûn-nâmesi'nde geçen «nizâm-ı âlem» tâbirinin Latince'sinden ibarettir.
Bu örnekleri pek çok çoğaltmak mümkün, fakat lüzumsuzdur. Türk tarihçilerinin mütâlaalarını vermiye lüzum yoktur. Osmanlı oluşumunun sebebleri üzerinde çok durulmuş, asıllardan beri çeşitli fikiriler söylenmiştir. Meselâ 17. asrın son yıllarında muhtemelen en büyük Osmanlı tarihçisi olan Müneccimbaşı Şeyh Ahmed Dede'nin eserinin Osmanlı bahsinin önsözünde Osmanlı Devleti'ni tarifi, vecîz olduğu derecede ilgi çekicidir. Günümüzde Prof. Mehmed Köymen «Türk, hatta dünyâ târihinin, en büyük, en şerefli ve en devamlı devleti Osmanlı İmpatorluğu'dur» demiştir (T.T.K.,Belleten, XVII, 1953, s.558).
Osmanlı târihi bilinmeden bugün Türkiye Cumhuriyeti târihini bilmek ve anlamak mümkün değildir. Orta Doğu'yu kavramak imkânsızdır. Dünyâ târihinin pek çok bahsi, gelişmesi ve oluşumu, karanlıkta kalır.
Târih kelime ve kavramını, tabîatiyle yalnız siyâsî ve askeri olayları anlatan bir ilim ve bilgi mânâsında kullanmıyorum. Her türlü medenî gelişmeyi, kültür, san'at ve edebiyat talihini, teşkilât bahislerini, siyâsî târihin asla ayrılamaz parçaları olarak anlıyorum. Nitekim eserimiz, her türlü coğrafya ve edebiyat kaynağı ihmâl edilmeksizin kaleme alındı.
Gençlerimiz,
Osmanlı kültürü üzerinde yetersiz bilgiye sahıptirler. Halbuki o kültürün içinde yaşıyorlar. Onun için teşkîlât ve coğrafya dâhil Osmanlı kültürünün neler alıp neler vererek ve nasıl oluşup geliştiği üzerinde uzun boylu durdum. Eser, ilk 3 cilt siyâsî târih, son 3 cilt medeniyet, kültür ve teşkilât târihi olarak 6 cilt hâlinde sunulmuştur.
Kitabımızda Osmanlı târihi, o devletin merkezinden kaynaklanan bir kültürle kaleme alındı. Daha açık ifade edeyim, İstanbul'dan bakarak Osmanlı'yı anlattım. İstanbul şivesini konuşmadan, uzun hecenin saltanatına erişmeden, Nedim'i ve Yahya Kemâl'i okuyup mest olmadan, Itri ve Arif Bey'i binlerce defa dinleyip kendinden geçmeden, Sinan'ı seyretmeden, Osmanlı'yı anlamaya, hele anlatmaya kalkışanın başarısından şüphe ederim. Zâten ilgi çekici anlatım da budur.
Kitabımız yabancılar tarafından da okunabilir. Bir Nijeryalı, bir Mısırlı, bir Japon, bir Arjanlinli, Osmanlı'yı bir İstanbullu'nun kaleminden okumak ister. Geniş mânâda bir Osmanlı târihinin bir Türkiyeli Türk'ün kaleminden çıkması daha iyidir. Şübhesiz her ilim gibi, târih de bütün insanlığa açıktır. Bütün milletlerin bir konuda çalışmasını görmek çok güzeldir. Fakat târih literatürünü, bizden önceki dünyâ tarihçilerinin kalburüstü ürünlerini şöyle bir hatırlıyalım. En mükemmel ve makbul Alman târihleri Alman tarihçilerinin, Anglo-Sakson târihleri Anglo-Saksonlar'ın, Rus târihleri Rus tarihçilerinin kaleminden çıkmıştır. Britanya târihine Londra'dan, Fransa târihine Paris'ten bakılmıştır. Yabancı bir tarihçi, çalıştığı sahada engin bir bilgi ve ihtisasa erişse de, bahsettiği milletin ferdleri için çok basit sayılacak hatâlara düşebilmektedir.
Daha ilmî olan merak, yabancı
okuyucunun, bir milletin târihini, o milletin görüşüyle öğrenmek istemesidir. Osmanlı târihinin, yalnız Türkiye'nin bir kaç asırlık geçmişi olmadığı önadadır. Bugün pek çok devletin bir kaç asırlık târihi halindedir. 30'dan fazla devlet vatandaşının dedeleri tebea-i şâhâne'den, pâdişâh tab'ası, açık ifâdeyle
Osmanlı uyruğunda doğmuşlardır.
Tarihçi, her olayı, her kişiyi, bütün ayrıntıları yazmaz. Kendisine göre tipik ve karakteristik olanlardan seçme yaparak târihi inşâ eder. Gerçek tarihçilik, gerçek hüner budur. Yoksa bütün ayrıntılar için yüzlerce cilt yetmez. Benim görüşüme göre 1622 Hâile-i Osmaniye'si, 1876 Sultân Aziz Vak'ası, târihimizin en tipik ve karakteristik olaylarındandır. Bu gibi gelişmelerde ayrıntıdan kaçınılmamıştır. Trajediden hoşlanmayan ve millî facialardan utanan ve bunların bugünki nesle nakledilmesinde bir fayda görmeyen başka bir tarihçi, bu olayları bir kaç satırla geçiştirebilir. Tarihçinin mizacı, olaylara bakış açısı, bu gibi tercihlerle ortaya çıkar.
Unutulmasın, kendi târihini öğrenmek her millet için şeref borcudur ve meselâ Birleşik Amerika târihini öğrenmeyen bir yabancının Amerikan vatandaşlığına kabulü mümkün değildir. Ama
târih, bir şeref
kitabı değildir. Şerefsizlikler de târihin konusudur. Yarım asra yaklaşan tarihçilik hayâtımda bu görüşümden hiç ayrılmadım. Olayları tenkid süzgecinden geçilmeyen veya geçiremiyen yahut geçilmekte yetersiz kalan tarihçi, olayı ne kadar iyi kaleme almış olursa olsun, modern mânâda bir tarihçi değildir. Cevdet Paşa'nın ve Naîmâ'nın gerisine düşer. En fazla iyi bir vak'a-nüvîs (olay-yazar) sayılabilir. Olayı belirli bir ideolojinin lehine veya aleyhine çarpıtıyorsa, zâten tarihçi bile değildir, sadece bir polemik yazandır.
Yoksa Osmanlı'ya îtibârını iade ettiren, Osmanlı'nın küçümsenecek, hor görülecek bir şey değil, bütün çağların en muazzam, en vazgeçilemez bir kaç oluşumundan biri olarak Türk okuyucusuna ve aydınına aktaran, kabul ettiren, benim 1960'tan itibaren çok büyük tirajlarla
yayınlanan kitaplarımdır. Osmanlı'ya îtibârını iade ettirerek onu târih gerçekleri çizgisine çeken bir tarihçinin Osmanlı'yı tenkıydine ancak fazla bir dikkatle bakılmak gerekir. Târihte yaşamış kişiler, din büyükleri dışında, ne kadar büyük adam oluriarsa olsunlar, kusursuz, tenkıyd edilemez, tabu şahsiyetler olamaz. Böyle bir adam insanlık târihinde henüz yetişmedi. Tabiî peygamberier hâriçtir ama, onların da hatâ ettiklerini, sonra Cenâb-ı Hakk'a sığınıp tevbe ve istiğfar ettiklerini kütüb-i mukaddesede okuyoruz.
Böyle büyük çapta bir eserin dilinin yeni olmadığını, bir çok kelime ve kavramı anlamadığını ileri süren okuyucu olacağını biliyorum. Ancak bu kelime ve kavramları bir yerlerde okumaksızın öğrenmek şansı da yoktur. Ve bu kelime ve kavramları öğrenmeden gerçek mânâda bir dili bilmenin, o dili kullanmanın hayat boyu imkânsız olduğunu da vurgulamak isterim.
Bana göre gerçek bir kültürün temeli anadilidir. Her şeyin başlangıcı kelâm'dır. Canlılardan yalnız insan akına bahşedilmiş büyük lutuftur: Sonra insanın yaşadığı bir mekân olmak gerekir ki, bu da coğrafya'dır. Bu mekânı son 5000 yıllık geçmişi içinde bilmek,
târih vâsıtasıyle olur. Bu üç bilgi, her gerçek millet için, ana kültürün temelidir. Sonra yabancı dilleri öğrenmek gerekir. Zîrâ bunlar, ilmin vazgeçilmez anahtardandır. İlim, yalnız anadili ile yapılamamaktadır.
*****
Osmanlı mucizesi terkibi çok kullanılmıştır. Niçin böyle dendiğini açıklarken, Türk'ün Osmanlı'dan önceki ve Osmanlı ile paralel dünyâ macerasının ana çizgileri de ortaya çıkar.
Türk ırkının bir Ural-Altay ırkı olduğu nazariyesine attık katılmadığımı kesin şekilde ifâde edebilirim. Belki Arîler’den ilk ayrılmış ırklardan bilidir. Bu kanâatim, bir Tûrânî kültür olduğu gerçeği ile çelişmemelidir. Tûrânî kültürde mukayese kabul etmez derecede en
büyük ağırlığın Türk kültüm olduğu açıktır. Belki Eski Türk kültürünün, yabancı ırkları bir kültür dâiresi içinde toplamak teşebbüsüdür. Pek çok unsur bırakmış, pek çok medeniyet oluşturmuştur. Ama çok defa da Türk'ün kendisinin yutulmasıyle neticelenmiştir. Çin'de, Hindistan'da, Doğu Avrupa'da, Yakın Doğu ve Kuzey Afrika'da milliyetlerini kaybederek eriyen Türker'in sayısı on milyonlarla ifâde edilebilir. Ama bunlar, o biribirine benzemez ülkelere inanılmaz derecede büyük kültür malzemesi bırakmışlardır.
Türkler'in anayurdunun bugünki Kazakistan 'in doğu bölgesi olduğu anlaşılıyor. Aral Gölü'nün kıyılarından başlayıp doğuda Altaylar'a, güneyde Tanrı Dağları'na kadar inen bölge Bal kaş Gölü herhalde bir iç göldür. 45-50° paraleller arasındaki bozkırdır. Türkler dağ ve orman insanı değil, bozkır insanı ve hayvancıdır. Çok erken çağlarda doğuya, bugünki Moğolistan topraklanılın orta-kuzeyine, Baykal Gölü'ne kaydıkları ve taht şehirleri Orhon ırmağı yakınında
Ötüken'i burada kurdukları anlaşılır. Herhalde ilkel proto-Mongol kabileleri doğuya, Mançurya'ya doğru sürerek alan kazanmışlardır. Bu yeni bölgelerinde Moğollar'la ilk karışma ve güneyde Çin 'le komşuluk ve sonu gelmez Çin akınlar başlar.
Mîlâd'dan Önce 1766 yılında Türk kelimesi ve ilk Türk hakanı olarak Çince'de Çun-Goey diye yazılan bir isim geçiyor.
Ancak Türkler'in yönetiminde ilk kavimler konfederasyonu, modern tâbirle bir Kuzey Asya imparatorluğu kurmaya teşebbüs eden ve akınlarını Anadolu kapılarına kadar uzatan kişi, Alp Er Tunga'dır. Mîlâd'dan Önce 624 yılında yaşlı olarak uzun bir hükümdarlıktan sonra ölmüştür. Alp Er Tunga ihtimal Çun-Goey denen ilk Türk hükümdârının 35. kuşak torunudur. Hun hanedanının ilk büyük-hâkanı olan Teoman 'la Çun-Goey arasında ise 49 kuşak vardır. Yâni Teoman'ı, Çun-Goey'in 49. kuşak torunu olarak düşünebiliriz.
Teoman 'in oğlu Mete, Mîlâd'dan Önce 209 yılında babasının yerine tahta çıktı ve 174 yılında yerini büyük oğlu Gün Han'a bırakarak öldü. Mete, Hun cihan devletinin ve düzenli Türk ordusunun kurucusudur. Ordusunu 10, 100, 1000 ve tümen denen 10.000 askerlik birlikler hâlinde onlu sisteme göre kurduğunu Çin kaynaklan yazıyor. 30 tümene yaklaşan bir ordu ile 18 milyon km
2 olarak hesaplanabilen genişlikte bir Kuzey Asya împaratorluğu kurdu. Doğuda Büyük Okyanus'a, güneyde Çin ve İran'a, kuzeyde Sibirya ormanlarına, batıda Doğu Avrupa'ya erişti.
Mete, Oğuz Han adiyle tebcil edilmiş ve 6 oğlunun 4'er oğlundan 24 Oğuz boyunun indiği farzedilmiştir. Büyük oğlu Gün Han'ın büyük oğlu Kayı Han, hakanlık dalını oluşturmuştur. Osmânoğulları bu Kayı Han'ın neslindendir. Ancak bütün Mete Sülâlesi'ne, Türkler'in Gök Tanrısı tarafından «kut verildiği» yânî Türkler'i ve idârele-rindeki kavimleri yönetmek hak, yetki ve tekeli tanındığı için, Mete'den inen Hun hanedanı prensleri, 2.000 küsur yıl içinde pek çok hânedân oluşturmuşlardır. Bütün Türk hakanlık hanedanları, hattâ Moğol'laşan Cengizoğulları, Mete'den inmektedir. Mete'den inmeyen hükümdarlar, Türk inancına göre gaasıb ve gayri meşru sayılmışlardır, esasen sayıları çok azdır. Oğuz Han şeref adını taşıyan Tanrıkut Mete Yabgu, Alp Er Tunga'nın ihtimal 14. kuşak torunudur.
Hun Hanedanı'nın yerine M.S. 216'da Tabgaç Hanedanı, onların yerine M.S. 394'te Avar Hanedanı, onların yerine 552'de Göktürk. Hanedanı, onların yerine 745'te Uygur Hanedanı, onların yerine 848'de Karahanlı Hanedanı, onların yerine 1040'ta Selçuklu Hanedanı, Büyük Türk Hakanlığı tahtına oturdular.
Ancak Orta-Kuzey Asya dışında Türkler; Doğu Avrupa'da, iran'da, Hindistan'da. Güney Hindistan'da, Çin'de ve Mısır'da, islâm'dan önceki ve sonraki dönemlerde imparatorluklar oluşturdular. Nihayet Türkiye devletini kurdular.
Göktürkler (552-745), Mete'nin 7-8 asır önce eriştiği sınırlara eriştiler. İlk Türkçe yazıtlar onların döneminden kalmıştır ki en ünlüleri, Türk edebiyatı ve dilinin temeli olan Göktürk veya Orhun âbide veya yazıtlarıdır. Göktürk prenslerinden Yulığ Tegin tarafından 730 yılı civarında kaleme alınmıştır.
Göktürkler'in Ergenekon vadisinden dağları delerek çıkmaları târihi 535 yılıdır. 439 yılında Ergenekon 'a sığınmışlardı.
Türkçe konuşan bütün kavimlere Türk denmesi, Göktürkler'le başlar ve Göktürkler'in prestijinin sonucudur. Burada «gök», «semavî» mânâsında bir şeref sıfatıdır. Göktürkler'den sonra da çeşitli Türk boyları, günümüze kadar isimlerini muhafaza ettiler. Ancak Göktürkler'le, hepsinin Türk olduğu, zira ayni dili konuştuğu bilinci oluştu.
Mete Sülâlesi'nin Dokuz Oğuz-On Uygur hanedanından Türk hakanları, 840 yılında, bugünki Moğolistan olan o zamanki esas Türk yurdundan ve taht şehirleri Öt tüken'den kovuldular. Güneye, bugünki Doğu Türkistan'a inerek orada daha mütevazı bir devlet kurdular ve bir kaç yıl sonra Karahanlı Hanedanı, büyük-hâkanlık tahtına oturdu. Bugünki Moğolistan toprakları 10. asırda geniş ölçüde Moğol'laştı. Doğudan Mançurya tarafından gelen Moğollar, Tüıkler'in geniş ölçüde boşalttıktarı bu topraklara yerleştiler.
Karahanlılar'dan Satuk Buğra Han, şehzadeliği zamanında Gök Tanrı dînini bırakarak Müslüman olmuştu. Amcasının yerine tahta geçince, 924 yılında, Abdülkerim İslâmî adını aldı. Sünnî-Hanefî (îtikad mezhebi olarak Mâtüridî) mezhebinden İslâm dînini, Türk Hâkanlığı'nın tek resmî dîni olarak ilân etti. Şüphesiz bu târihten önce Müslüman olmuş epey Türk kavmi vardı. Fakat esas Türk devletinin ve çağın en savaşçı milleti sayılan büyük târihî geçmişi olan bir milletin İslâm dînini toptan kabulünün Dünyâ târihinin akışını ne ölçüde değiştirdiği açıkça anlaşılır.
Türk Hâkanlığı'nın Abbasî halifelerinin mezhebi olan Hanefîliği kabul etmesi ayrıca önemlidir. Türkler'in bu mezhebi kabulünden önce Meşrık'ta (Doğu islâm âlemi) Şafiî ve Mağrib'de (Batı İslâm âlemi, Kuzey Afrika, ispanya ve Sicilya) Mâliki mezhebleri hâkimdi ve Hanbelî mezhebi ise Mısır'ın da dâhil bulunduğu Meşrık kesiminde azınlıktı (Güney Arabistan'da çoğunluk). Şiî olmayan bütün Türkler ve Türk hanedanları Hanefî oldukları için, bu mezhep, Selçuklulardan îtibâren en büyük İslâm mezhebi oldu ve Türkler'in gittikleri ülkelerde yayıldıkça yayıldı. En liberal Sünnî mezhep olduğu için, dîğer İslâm kavimleri ile Türkler'in hayâtı arasında bu faiktan da ileri gelen ayrı karakterler oluştu. Ancak Türkler; dîğer 3 Sünnî mezhebe tamamen eşit haklar tanıdılar. Meselâ en büyük Selçuklu veziri (başbakanı) olan İran asıllı Nizâmülmülk'ün Şafiî mezhebini muhafaza etmesine, tabîatiyle Hanefî olan Selçukoğulları, aldırmadılar.
Bununla beraber az da olsa Şiî Türk hanedanları da ortaya çıktı ve onlar, Türk olsun, gayri Türk İslâm olsun tebelalarının Şîî olmasına çalıştılar. Şia'nın İsnâ-Aşeri (Oniki imama) mezhebini kabul ettiler ki 18. asır başında Nâdir Şâh Avşar bu mezhebi daha ılımlı Caferi mezhebi hâline getirmiştir. Zeydî ve İsmâîlî gibi Şîî mezhebinden Türk hânedânlarına ise tesadüf edilmez. Haricî mezhebinden Türkler de yoktur.
Bununla beraber Türkler; yalnız İslâm'ın değil, Sünnîliğin, Hanefî mezhebinin, Abbasî halîfelerinin de büyük savunucusu olarak İslâmî Dönem Türk Târihini başlattılar. 1056'da Selçukoğulları, Abbasî halîfelerinin bütün dünyevî yetkilerini üzerlerine alarak onları sâdece İslâm bitliğinin senbolü ve en büyük islâm dînî lideri hâline getirdiler. 1000-1030 arasında Gazneli Sultân Mahmûd, babası Sebük Tekin'i izliyerek, Hindistan'ı fethetti ve bu kıt'ada bugün sayılan 350 milyona yaklaşan büyük İslâm kitlesinin oluşmasını sağladı.
Batıda ise Selçuklular, İslâm'ı Hristiyan'Iığa karşı savunma misyonunu üstlendiler. Zîrâ 1090'larda Haçlı Seferleri dönemi açıldı.
Mîlâd'dan Önce 7. asırdan beri çeşitli Türk boyları, Anadolu'ya akınlar yaptılar. M.S. 7. asırda Arablar; Güney-doğu Anadolu'yu fethederek İslâm'laştırdılar. 7. ve 8. asırlarda Müslüman Arab orduları, İstanbul'u bir çok defa kuşatmak derecesinde Anadolu'yu baskıya aldılarsa da, ne İstanbul'da, ne güney-doğu kuşağı dışında Anadolu'da nihâî bir sonuç alamadılar. Selçuklular târih sahnesine çıktığı zaman Anadolu, Urfa-Diyarbakır-Mardin-Siirt,Şırnak-Batman-Hakkâri-Bitlis dışında, tamamen Bizans (Doğu Roma) imparatorluğunun doğrudan yönetiminde idi. Ve Bizans, mukayese kabul etmez şekilde en kudretli Hristiyan devleti idi.
Karahanlılar'ın Türkistan'a taşıdıktarı esas Türk Devleti'nin ağırlık merkezini Selçuklular, Horasan'a inip bütün İran'ı ele geçirerek İran'a taşıdılar. Milyonlarca Türkmen, İran topraklarında bir çok ülkeyi Türk'leştirdi. Selçuklular, batılarında Bizans ile doğrudan komşu ve sınırdaş oldular. Dünyânın en kapalı ve açık denizlerden en uzak havzası olan Orta Asya ve Türkistan'dan sıyrılıp Hind Okyanusu'na, Basra Körfezi'ne ulaşmakla beraber Selçuklular, tamamen açık denizlere inmek istediler. Karadeniz ve Akdeniz'e ulaşmayı planladılar. Bunun için Bizans barajını yıkmaktan başka çare yoktu. Bu iki deniz vâsıtasıyle açık denizlere ulaşmak için, Bizans'tan Anadolu'yu almak, Bizans'ı Balkanlar ve Güney İtalya topraklarıyle yetinen bir devlet durumuna getirmek gerekiyordu.
Selçuklu büyük-hâkanı Sultân Alp Arslan, bu târihin akışını kökünden ve derinlemesine değiştirecek misyonu üstlendi. Selçuklu prenslerinden Kutalmış Bey, 1049'da Pasinler meydan muharebesinde Bizans ordusunu yok ederek ve 1064'te ölümüne kadar akınlarına devam ederek Anadolu kapılarını aralamıştı. Sultân Alp Arslan, 1071'de Anadolu'ya girdi. 26 Ağustos'ta Malazgirt'te Bizans ordusunu yok ederek İmparator'u esîr aldı.
Bunun üzerine Sultân Alp Arslan'ın kuzeni Kutalmış Bey oğlu Melik Süleymân-Şâh. Anadolu'yu fethe başladı. 3 yıl içinde Üsküdar'a gelip Boğaziçi üzerinden Aya Sofya kubbesini seyretti. Bu sırada Sultân Alp Arslan öldü. Oğlu Sultân Melik-Şâh, Büyük Selçuklu hâkaanı oldu. 1074 yılı sonunda Anadolu Fâtihi Süleymân-Şâh'a taht şehri İznik'e ferman göndererek Anadolu sultanlığını tevcih etti. Türkiye Devleti kurulmuş oldu.
Türkler'in bu yıldırım hamlesi, Boğaziçi'ne dayanmaları, Haçlı Seferleri'ni oluşturdu. Bizans'ın çökeceği sanıldı. Bir kaç yüz bin Türkmen gelip Anadolu'ya yerleşti. Türkiye Devleti çok gençti. Birinci Haçlı Seferi'ne karşı Türkiye'yi Birinci Sultân Süleymân-Şâh'ın oğlu ve halefi Birinci Sultân Kılıç-Arslan, İkinci Haçlı Seferi'ne karşı bunun küçük oğlu Birinci Sultân Mes'ûd, Üçüncü Haçlı Seferi'ne karşı bunun oğlu ve halefi İkinci Sultân Kılıç-Arslan savundu. Fransa Kralı, Almanya İmparatoru, Bizans İmparatorluğu gibi kudretli hükümdarlar, Anadolu'da bir şey yapamadılar, Türkiye devletinin yıkılamıyacağı ortaya çıktı. Ancak bütün Anadolu sahilleri Bizans'a geçti ve Selçukoğulları'nın elinde sâhilsiz bir Anadolu kaldı. Sonra gelen Türkiye Selçuklu Sultânları, Karadeniz ve Akdeniz sahillerini geri aldılar. Fakat hiç bir zaman, atatarı Birinci Sultân Süleymân-Şâh gibi Ege'ye ve Marmara'ya çıkamadılar, İzmir ve Üsküdar gibi şehirleri, hattâ Türkiye sultanlığının Konya'dan önceki taht şehri İznik'i geri alamadılar. Ancak ikinci Kılıç-Arslan'ın torunu, Anadolu Türkü'-nün «Uluğ (Ulu, Çok Büyük) Alâeddîn» dediği Birinci Sultân Keykubâd (1219-1237), Kırım'ı, Suriye, Kuzey Irak'ı Anadolu'ya bağladı. Dünyânın en zengin devleti oluştu. Bir ân için çok kudretli bir Türkiye oluştu. Fakat Büyük Alâeddin'den hemen sonra gelen Moğol istilâsı, Selçukoğulları'nın prestijini mahvetti. Son Selçuklu sultânı İkinci Sultân Mes'ûd (Sultân Alâeddîn'in torununun oğlu), 1308'de Kayseri'de öldü. Türkiye tahtı boşaldı. Anadolu, çoktan, bir sürü beyliğe bölünmüştü. Batıda Bizans'a karşı sının bir seri Türkmen beyliği tutuyordu. Tebriz'de oturan Cengizoğulları'ndan İlhanlılar, Anadolu'nun metbuu idiler.
Büyük Alâeddîn döneminde 15 milyon insanın yaşadığı Anadolu (bu târihte İngiltere krallığının nüfûsu 2 milyon idi), Moğol istilâsı altında perişan oldu. Selçukoğulları'nın o kadar gayretle inşâ ettikleri birliğini kaybetti. Nüfûsunu kaybetti. Mevlânâ ve Hacı Bektaş gibi Horasan erenlerinin tasavvuf sevgisine sığınarak teselli bulan Anadolu Türkü, büyük bekleyiş içine girdi. Türkiye'nin geleceğini belirieyen büyük gelişmenin Sakarya boyunda oluştuğunu bir asır kimse farkedemedi... (Büyük Osmanlı Tarihi , yılmaz öztuna Osmanlı tarihi kitabı , ötüken neşriyat Osmanlı tarihi , 10 cilt büyük Osmanlı tarihi , Osmanlı tarihi fiyatı , osmanlı devleti tarihi yılmaz öztuna , osmanlı tarihi kitapları )
Ankara, 6 Şubat 1992
Yılmaz Öztuna
Ötüken Neşriyat,
Yılmaz Öztuna nın yazdığı,
Büyük Osmanlı Tarihi kitabını incele diniz
.