Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri

Fiyat:
160,00 TL
Havale / EFT:
153,60 TL
Aynı Gün Kargo

Kitap               Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri  
Yazar              Ahmed Davudoğlu
Yayınevi          Bedir Yayınevi
Kağıt - Cilt       2.Hamur - Ciltli
Sayfa - Ebat    383 – 13,5x19,5 cm


 
Ahmed Davudoğlu nun Din Tahripçileri adlı kitabını incelemektesiniz.
Bedir Yayınevi Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri adlı kitap hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
 

Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
 
 
Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Düzceli Zahid Kevseri efendilerin yolundan giden merhum Üstad Ahmed Davudoğlu, yayınlandığı zaman fırtınalar kopartan bu eserinde dine hizmet iddiasıyla ortaya ortaya atılan birtakım yenilik, bid'at ve yersiz itihadların hizmet değil tahrip olduğunu iddia ve ispat etmektedir.

Maalesef son otuz yıl içinde Türkiye Müslümanlarının kafalarını karıştıracak, Kur'an-a ve Sünnet'e dayalı sahih islâm itikadını zedeleyecek ve Ümmet-i Muhammed'i çıkmaz sokaklara sokup enerjisini boşa harcatacak zararlı iddialar ortaya atılmıştır. Bu kitapta üstad orta ve doğru yolu göstermektedir.
 
 
Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri 
 
Günümüzün seyrek ilim adamlarından ve gerçek takva ve huşu sahibi olduğuna şehâdet ettiğim, Yüksek İslâm Enstitüsü Eski Müdürü Ahmed Davudoğlu'nun bu kitabı, ilk defa hakkında "Takriz-Önsöz" yazdığım bir eser... Eserin gerek mevzuu ve gerek o mevzua nüfuzudur ki, bana bu önsöz şevkini vermiş bulunuyor.
 
Günümüzde İslâmiyet'in en büyük belâsı, onu dışından ve cepheden helak etmeye yeltenenler değil, içinden ve özünden harap etmeye davrananlardır ve bu davranışlarını bir nevi onarma, düzeltme ve yenileme sayanlar...
 
"Reformcular" ismi altında topladığımız, 7-8 asır öncesindeki kuru ve nasipsiz akıl borazanına (İbn-i Teymiyye) mizaçları dayalı bir grup, birkaç asır sonra Vehhâbîlikten dolaşarak, nihayet Cemâleddin Afganî, Mısırlı Şeyh Abduh ve peşindekilerden bir bölük hâlinde öyle bir anlayış veya anlayışsızlık bataklığına uğramıştır ki, İslâm'ı, çökmek üzere bir binaya yapıldığı gibi, dışından payandalar ve kalaslarla tutmayı marifet bilmiş, böylece ruhlarındaki gizil şüpheyi ve İslâm'a güvensizlik duygusunu açığa vurmuştur.
 
Hâlbuki İslâm, dışından payandalar ve kalaslarla yıkılmaktan korunacak bir bina değil, Allah'ın ezelî ve ebedî yapısı olarak, asırlar boyunca üzerine kondurulan küf, pas, pürüz ve lekelerden temizlenip, olduğu gibi, bütün asliyet ve saffetiyle meydana çıkarılması lâzım, sonsuzluk sarayı...
 
İçten kırmak, eksiltmek, yontmak ve dıştan yapıştırmak, eklemek, yamamak... İşte, bugünkü varış noktalarıyla, olanca tabiyeleri, reformcuların!..
 
Mehmed Âkif in -heyhat ki, o da kendini reformculara kaptıranlardandır- sandığı gibi:
"Asrın idrâkine söyletmeliyi İslâm'ı..." değil de, yine aynı vezinle:
 
"İslâm'ın idrâkine söyletmeliyiz asrımızı..."
 
Bu gamızayı, bu nükteyi, bu sırrı, bu inceliği, bilhassa yeni nesillere, yeni gençliğe sindirdiğimiz gün doğacak olan büyük düşünce adamıdır ki, asrımızın gerçek kahramanı olacak; veya küfür, yahut küfürden beter bir dalâlet anlayışıyla sözde iman adına çalışmış sahte kahramanlardan ortalığı temizleyecektir.
 
Temenni edelim ki, bu eser, o düşünce adamına yol gösterici ve malzeme verici ilk teşhis ve tespitlerden biri olsun ve büyük zuhura basamak teşkil etsin...
 
Necip Fazıl Kısakürek

 
 Müslümanlığı Tehdit Eden En Kuvvetli Bid'at: Mezhepsizlik Fitnesi


Bin dört yüz yıllık tarihi boyunca, yüce İslâm dini, iki ana sınıfa ayırabileceğimiz büyük tehlikeler ile karşılaşmıştır: Dış tehlikeler ve iç tehlikeler... Vahşî Moğolların istilâsı, Cengiz ve Hülâgû mezâlimleri, Haçlı seferleri. Avrupa emperyalizmi, Sovyet ve Çin Nec—Kolonyalizmi ve Siyonizm emperyalimizi dıştan gelen tehlikelerin başlıcalardır. İç tehlikelere gelince: Bunların başında sapık mezhepleri saymamız gerekir. Bundan sonra ihlâssızlıktan, nifaktan, dünya sevgisinden, post kavgasından, kavmiyetçilik davasından ileri gelen kardeş kavgalarını zikretmeliyiz.

Milâdî yirminci asrın şu yıllarında İslâm dünyası çok perişan ve yaralı vaziyettedir. İslâm ümmeti paramparça olmuş, İslâm dünyası irili ufaklı bir yığın devlete ayrılmış, tabir caizse balkanlaşmıştır. Müslümanlar İspanya'dan, küçük bir azınlık müstesna bütün Doğu Avrupa'dan kovulmuştur. Türkistan iki küfür devi, yani Sovyet Rusya ve kızıl Çin tarafından istilâ edilmiştir. Birçok İslâm ülkeleri farmason, sosyalist veya mürted çeteler tarafından idare edilmektedir. Tarihlerinin hiçbir devresinde Müslümanlar bu kadar kötü bir vaziyete düşmemişlerdir.
 
Buhran sadece siyasî değildir. Buhran aynı zamanda dinî, içtimaî, kültürel ve iktisadîdir. Müslümanlar arasında iman zaafı baş göstermiştir. İslâm ilimleri kaybolmağa yüz tutmuştur. İslâmî prensiplerden uzaklaşma almış yürümüş, taklit zihniyeti her yeri sarmıştır. Sünnetler terk edilmiş, bid'atler zehirli otlar gibi yayılmıştır.
 
Böyle karanlık bir devirde, İslâm dünyası her şeyden fazla manevî birliğe muhtaçtır.
 
Bu birlik ise İslâm dininin ana prensiplerine sarılmakla elde edilebilir. Yıkılan birçok şeyler tekrar elde edilebilir. Yeter ki, İslâm imanı, İslâm dindarlığı muhafaza edilsin.
 
Asırlardan beri İslâm dünyasında bir sürü bozuk mezhepler ve cereyanlar türemiştir. Üçüncü Halife Hazret-i Osman -radıyallahu anh- Efendimizin hilâfeti sırasında açılan fitne kapılan tam bin üç yüz küsur seneden beri kapatılmamıştır. Fakat, bütün bozuk mezheplerle, bütün fitne ve fesat cereyanlanna rağmen hak apaçık ortada durmaktadır. Bu yol "Ehl-i Sünnet ve Cemaat"* yoludur.
 
Rivayet edilir ki: Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gün ashabından bir topluluğa şöyle buyurmuşlardı:
 
"Ümmetim yetmiş küsur parçaya ayrılacaktır. Bunların -biri dışında- hepsi de cehennemliktir."
Ashab -radıyallahu aleyhim ecmaîn- sormuşlar: "Bu kurtuluş yolu (Fırka-i Naciye) hangisidir?"
 
*Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi aslında tektir. Mâturidî, Es 'arî, Hanefî, Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleri derken kullandığımız "mezhepler" kelimesi "şubeler" manasına alınmalıdır. Muhterem kardeşlerimizin bu inceliğe dikkat buyurmalarını istirham ederiz.
 
Şöyle cevap buyurulmuş:
 
"Benim ve ashabımın yolundan gidenler; öylece iman ve amel edenler..."
İşte Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinin ne olduğunu açıklayan meşhur hadis-i şerifin meali yukarıda zikredildi...
 
Ehl-i Sünnet ve Cemaat topluluğu aslında tek bir mezheptir. Sadece kendi arasında altı şubeye ayrılmıştır: İkisi itikat (inanç meselelerinde), dördü amel (işlemeğe dair meseleler) sahasındadır
.
Bir Müslümana "Hangi mezheptensin?" diye sordukları vakit: "Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebindenim" cevabını vermelidir.
Böyle demekle "Ben Resûlullah Efendimizin -sallallahu aleyhi ve sellem- ve Ashab-ı Kiram'ın -radıyallahu anhüm- yolundan gidiyorum, onların iman ve amel hükümlerini kabul ediyorum" demiş olmaktadır.
 
Biraz önce Ehl-i Sünnet mezhebinin altı şubesi olduğundan bahsetmiştik. Kısaca onları da açıklayalım:

Ehl-i Sünnet'in itikatta iki büyük önderi yetişmiştir: Bunlardan birisi İmam Mâturidî, diğeri İmam Eş'arîdir. Bu iki büyük zat biz Sünnî Müslümanların itikat hükümlerinde önderlerimizdir, yani "imam"larımızdır. Biz Türkler umumiyet itibarıyla İmam Mâturidî Hazretlerini itikatta imam kabul etmişizdir. Fakat İmam Eş'arî Hazretleri de hak imamdır. Zaten bu iki imamın arasında kırk küsur kadar küçük ihtilâf, fikir ayrılığı vardır ki onlar da teferruata dairdir.
 
Amelde de dört sünnî şube vardır: Hanefî, Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleri. Bunların dördü de haktır.
 
Şöyle cevap buyurulmuş:
"Benim ve ashabımın yolundan gidenler; öylece iman ve amel edenler..."
İşte Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinin ne olduğunu açıklayan meşhur hadis-i şerifin meali yukarıda zikredildi...
 
Ehl-i Sünnet ve Cemaat topluluğu aslında tek bir mezheptir. Sadece kendi arasında altı şubeye ayrılmıştır: İkisi itikat (inanç meselelerinde), dördü amel (işlemeğe dair meseleler) sahasındadır.
Bir Müslümana "Hangi mezheptensin?" diye sordukları vakit: "Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebindenim" cevabını vermelidir.
Böyle demekle "Ben Resûlullah Efendimizin -sallallahu aleyhi ve sellem- ve Ashab-ı Kiram'ın -radıyallahu anhüm- yolundan gidiyorum, onların iman ve amel hükümlerini kabul ediyorum" demiş olmaktadır.
 
Biraz önce Ehl-i Sünnet mezhebinin altı şubesi olduğundan bahsetmiştik. Kısaca onları da açıklayalım:
 
Ehl-i Sünnet'in itikatta iki büyük önderi yetişmiştir: Bunlardan birisi İmam Mâturidî, diğeri İmam Eş'arîdir. Bu iki büyük zat biz Sünnî Müslümanların itikat hükümlerinde önderlerimizdir, yani "imam"larımızdır. Biz Türkler umumiyet itibarıyla İmam Mâturidî Hazretlerini itikatta imam kabul etmişizdir. Fakat İmam Eş'arî Hazretleri de hak imamdır. Zaten bu iki imamın arasında kırk küsur kadar küçük ihtilâf, fikir ayrılığı vardır ki onlar da teferruata dairdir.
 
Amelde de dört sünnî şube vardır: Hanefî, Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî mezhepleri.
 
Bunların dördü de haktır.
 
Bir Müslümanın bu devirde Ehl-i Sünnet Müslümanı, yani Sünnî olması için:
 
  1. İtikatta ya Mâturidî, yahut da Eş'arî olması,
  2. Amelde de dört mezhepten birisine bağlanmış olması,
  3. Bağlı olduğu amel mezhebini bütünüyle tatbik etmesi gerekir.
 
Asırlardan beri, İslâm dinini bozmak, içinden yıkmak isteyen bozuk mezhep taraftarları, hak mezhepleri yıkmak için uğraşıp durmaktadırlar. Bunlar doğrudan doğruya saldırmamakta, sinsi metodlara başvurmaktadırlar. Ağızlarında geveledikleri sözlerden biri de şudur:
 
"Efendim, bu mezhepler de nereden çıkmış... İslâmiyet birlik dinidir. Esas olan Kur'ân ve hadistir... Mezhepler ortadan kalksın, herkes ilhamını Kur'ân ve Sünnet'ten alsın..."

"Zehri teneke kupa içinde sunmazlar..." İslâm dininin safiyetini bozmak isteyen bozuk zihniyetliler de, işte böyle yaldızlı fikirlerin arkasına sığınarak menfi propagandalarını sürdürüyorlar.
 
Sünnî mezhepler ortadan kalkacak ve bütün Müslümanlar birleşecekmiş... Ne kadar boş bir hayaldir bu!.. Bilhassa bu devirde Ehl-i Sünnet mezhebi Müslümanların en sağlam kalesidir. Allah muhafaza etsin, bunlar da yıkıldığı takdirde her şey allak bullak olur, telâfisi imkânsız bir fikir perişanlığı ortalığı kaplar.
 
Mezhepleri kim yıkmak istiyor?
 
En kısa cevap şudur: "Bütün bozuk ve sapık mezheplerin taraftarları, Ehl-i Sünnet mezhebini yıkmak istiyorlar..."
 
Bu bozuk mezhepler hangileridir?
 
Başlıcalarını sayalım:

Vehhâbîlik, Mu'tezile mezhebi, Selefiyye cereyanı, Muhammed Abduh ve Cemâleddin Efgânî' nin müritleri, Suriyeli modern müçtehit(!) Nâsırüddin Elbanî taraftarları, Pakistanlı, Mısırlı modern İslâm mütefekkirlerinin peşlerinden gidenler ve saire...

Zamanımızdaki bütün bozuk fikir cereyanlarında az ve çok Vehhâbîlik kokusunu, rengini sezmek kabildir. Bundan iki buçuk asır önce Arabistan' ın Necid bölgesinde zuhur eden yalancı müçtehit Muhammed İbn-i Abdülvehhâb'ın kurduğu bu bozuk mezhebin korkunç yıkıcı tesirleri olmuştur ve olmaktadır. Bu zatın bilhassa itikat sahasında çok hatalı görüşleri vardır. Ehl-i Sünnet âlimleri (ki onların içinde Muhammed İbn-i Abdülvehhâb'ın kardeşi Süleyman da vardır) bu bozuk ve tehlikeli mezhep hakkında yüzlerce reddiye kaleme almışlardır.
 
Bütün bozuk mezhepler tek noktada birleşirler:
Ehl-i Sünnet mezhebini yıkmakta...
Neden?.. Çünkü Ehl-i Sünnet yıkılmazsa, kendilerinin bozuk ve sapık fikir ve inançları revaç bulamaz da ondan...
Maalesef memleketimizde de son on seneden beri mezhepsizlik cereyanın tahripkâr faaliyetine şahit olmaktayız. Bu zararlı faaliyetlerin kaynaklarını sıralamaya çalışalım:

1- Suudî Arabistan'dan para ve madde yardımı gören bazı kitapçılar Vehhâbîlerin eserlerinin tercüme ettirip basmışlardır.
2- Biraz Arapça ve yanm yamalak din tahsili yapan birtakım megalo-manyak kişiler meşhur olmak, Müslümanların başına önder kesilmek için mezhepleri inkâra ve müçtehitliklerini ilâna yeltenmişlerdir.
3-Para kazanmak hırsıyla cayır cayır yanan, kültürsüz ve cahil birtakım kitapçılar, daha doğrusu din simsarları Vehhâbîlerin ve bozuk fikirli mezhepsizlerin kitaplarını yalan yanlış tercüme ettirip ortaya sürmüşlerdir.
4—Birtakım din mekteplerine sızan mezhepsiz öğretmenler mezhepsizlik fikrini talebeleri arasına yaymışlardır.
 
Yazımızın başında İslâm dünyasını saran iki cins tehlikeden bahsetmiş, bunları dış ve iç tehlikeler diye iki sınıfa ayırmıştık. Şimdi sırası geldiği için açıkça söylüyoruz. İslâm dünyasını tehdit eden tehlikelerin en büyüğü iç tehlikelerdir ve onların başında da mezhepsizlik cereyanı gelmektedir.
 
Bu devirde İslâm dünyasında müçtehit kalmamıştır. Binaenaleyh içtihat yapılamaz. Zaten içtihada da lüzum yoktur.
 
Salahiyetli olmadığı halde içtihada yeltenen, müçtehitlik taslayan kimseler, İslâm birliğini yıkmak isteyen tehlikeli ve zararlı kimselerdir.
 
Dikkat ederseniz mezhep düşmanı müçtehit taslaklarının arasında bir tek salahiyetli din âlimi yoktur. Günümüzün en değerli din otoritesi Ahmed Davudoğlu hocamız "Biz mukallid bile sayılamayız..." derken, onun ayağının tozu bile olamayacak kişilerin içtihada yeltenmesi ne kadar gülünçtür!..
 
Son devrin en büyük âlimleri Vehhâbîlik, mezhepsizlik ve yalancı müçtehitlik cereyanlarına şiddetle cephe almışlar, değerli makale ve kitaplar yazarak bunları çürütmüşlerdir. Bu âlimlerden birkaçını sayalım:
 
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Düzceli Zâhidü'l-Kevserî Efendi, Mekke Reisü'l-Ulemâsı Şeyh Zeynî Dahlan Hazretleri, Beyrut kadılarından İsmail Nehbânî Hazretleri ve saire...
 
Zamanımızda da Suriye ulemasından Said Ramazan el-Butî "İslâm Şeriatını tehdit eden en tehlikeli bid'at: Mezhepsizlik" unvanlı Arapça eseriyle bu mevzua ışık tutmuş, Müslümanları uyandırmıştır.
 
Türkiye gibi, İslâmiyet'in büyük darbeler yediği; dinin, imanın, İslâm'ın tehlikede olduğu bir ülkede kof bir şöhret, yalancı bir ün kazanmak, bozuk kitaplar satarak dünyalık edinmek için Ehl-i Sünnet mezhebini yıkmak isteyenler büyük bir vebal altına girmiş olmaktadırlar.
 
Evet, dinimizin safiyetini tehdit eden bid' atlerin en tehlikelisi, en öldürücüsü mezhepsizlik cereyanıdır. Cenâb-ı Hakk cümle Müslümanları bu muzır cereyandan ve taraftarlarının şerrinden korusun. Âmin...
 
Ubeydullah Küçük
 
 
İkinci Baskının Önsözü
 
Bu küçük eser yazıldığı zaman, daha matbaaya verilmeden, itiraz ve tenkitlere uğradı. Bazı zevat, peşin hükümler vererek: "Bu eser Mehmed Akif'i küçültmek için yazılmıştır; binaenaleyh okumağa değmez!" dediler. Eseri bastıracak kitapçıyı tehdide gelenler oldu. Hatta bazı dostlarımdan: "Mehmed Âkifi silip de ne kazanacak!" şeklinde muaheze selâmları aldım.
 
Bugün kitap satışa arz edilmiş, hatta birinci tab'ı çarçabuk bitmiştir. Eser okunduktan sonra da bazı itiraz ve tenkitlere uğradı. Birkaç gün evvel Yüksek İslâm Enstitüsü talebesinden iki gençle Hz. Ebâ Eyyub Cami-i şerifi odasında görüştük. Eserin benim tarafımdan yazıldığına kendilerinin ve talebe arkadaşlarının çok üzüldüğünü söylediler. Bu yersiz üzüntü, doğrusu beni de üzdü.
 
Sebebini sordum: "Böyle bir eseri hocamız nasıl yazabilir; hayret ettik! İnanmak istemedik!" diye cevap verdiler. Çekinmemelerini, hatalarımı düzeltmelerinin sevap olduğunu söyledim. Onlar aynı cevabı vermekte ısrar ettiler. Ben de sualimde direndim. Nihayet mesele anlaşıldı. Ben bu eserle talebemi küçültmüşüm!.. Eseri koz olarak kullanan bazı kimseler enstitülerle imam-hatip okulları aleyhinde menfi propagandalar yapıyorlarmış!
 
Bunu duyunca üzüntüm daha da arttı. Eve dönünce kitabı bir daha gözden geçirdim. Gördüm ki; enstitü kelimesi kitabın bir önsözünde bir de son sözünde geçiyor. imam-hatip mekteplerindense yalnız son sözünde bir defacık bahsedilmiş.
 
Önsözde şöyle demişim: "Reformcuların serapa hatalı bir yol tuttuklarını İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretim üyesi bulunduğum yıllar boyunca talebeme anlatmağa çalıştım. Maalesef öyle görülüyor ki muvaffak olamamışım. Çünkü bugün talebemden bazılarının hâlâ bu müflis nazariye peşinde olduklarını üzülerek işitiyor ve görüyorum..."
 
Bu sözlerle değil bütün enstitülerin, yalnız İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünün bile bütün talebesi kastedilmemiştir. Nitekim "talebemden bazılarının" kaydı bu bapta daha fazla izaha lüzum bırakmayacak kadar açıktır.
 
Son sözümde muhatabım yine bu birkaç talebemdir. Kendilerine halisane nasihatte bulunmuşum, bu münasebetle fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini okumadıklarını söylemişim. İmam-hatip okullarında ve enstitülerde okudukları birkaç satırlık malûmatın usûl-i fıkıh demek olmadığını anlatmağa çalışmışım... Gerçi bundan bütün enstitülerde fıkıh ve usûl'okutulmadığı manası çıkar fakat, talebenin küçültülmesi asla! Zira müfredat programlarından talebe değil, o programları yapanlar, daha doğrusu yaptıranlar mesuldür. Talebenin bunda ne suçu olabilir.
 
Bize Millî Eğitim Bakanlığı üç defa müfredat programı hazırlatmıştır. Öğretmenlerden müteşekkil bir heyet olarak biz bunların içinde de imkân nispetinde fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerine yer vermiştik. Her neden ise yaptığımız programların üçü de kabul edilmemiştir.
 
Şimdiki programlarını bilmiyorum, fakat benim ayrıldığım yıllarda enstitüde fıkıhla usûl-i fıkıhın -birleştirilmek suretiyle- yalnız isimleri var, cisimleri yoktu. Biri baştanbaşa İslâm hukuku, diğeri o hukukun hikmet ve felsefesi demek olan bu iki ilme "Fıkıh ve Usûlü" namı altında, tarifleriyle, birkaç meşhur müellifin tarihçe-i hayatından başka fazla bir şeye yer verilmiyordu.
 
Talebelerim benim manevî evlâtlarımdırlar. Hem de vefakâr evlâdım! Ben hapishanedeyken her gün kendi yemeklerinden bana yemek taşıdılar; ziyaretimde bulundular; hâlimi sordular. Allah cümlesinden razı olsun! Bundan sonra benden kendilerine nankörlük beklenirse o başka!
 
Mehmed Âkif Bey meselesine gelince: Bu husustaki söylentiler bana Hz. Ali -radıyallahu anh-'nin bir hutbesini hatırlattı.
 
Müşarünileyh hazretleri bir gün hutbe irâd ederek: "Ey cemaat! Hazret-i Osman'la aramızdaki münasebetler hususunda dedikodu çoğalmıştır. Ama şunu iyi biliniz ki biz Osman'la cennette şöyleyiz!" demiş iki parmağını yan yana dikmişti.
 
Gördüğüm rüyalara göre Mehmed Âkif Bey merhumla biz de yan yanayız. İki sene evvel hapishanede iken gördüğüm bir rüyada Âkif Bey merhum ile bir arkadaşı beni ziyarete geldiler. Âkif Bey boynuma sarılarak iki gözümden öptü ve bir tek kelime söylemeden gittiler. Bundan birkaç akşam evvel gördüğüm rüyada ise bir eve davet olunmuşum. Eve girer girmez karşıma Mehmed Âkif Bey merhum çıktı. Saçı sakalı karmakarışık, üzerinde beyaz ve eski bir boy gömleği vardı. Yakaları açık, âdeta teni görünüyordu. Beni görünce telâşla geri döndü ve yandaki odaya girdi, orada biriyle konuşuyor; kendisine beni sorduğu anlaşılıyordu. Az sonra tekrar yanımıza geldi, fakat bu sefer gayet güzel giyinmiş; kravatını bile takmıştı. Son derece müeddeb ve beşuş bir tavırla elimi öpmek istedi, o esnada ben de uyandım.
 
Muhterem okuyucularım ne buyururlar bilmem, ben bu rüyaları hayra, yani Âkif Beyin benden razı olduğuna yoruyorum. Allah kendisine gani gani rahmet eylesin!..
 
Beni bu hususta tenkit eden kardeşlerime sözüm şudur: Âkif Bey merhumu değil, hiçbir kimseyi küçültmek benim ne haddimdir, ne de âdetim. Âkif Beye hürmet ve tazimim sonsuzdur. Ben ömrümde iki satırlık bir manzume yazabilmiş insan değilim, nasıl olur da en büyük şairimizle boy ölçüşmeye, onu tahtından indirerek yerine kendim geçmeye kalkışabilirim!.. Ben yalnız onun bir iki hatasını görerek düzeltmeye çalıştım. Bu onu küçültmek demek midir?
 
Bazı kimseler bu eserin ısmarlama olarak yazıldığını ilân ettiler. Hayır! Bana vicdanımdan başka kimse bir şey ısmarlamış değildir.
 
Bir takımları da kitabı öteden beri yaptığım nakillerle doldurduğumdan bahisle onun ilmî bir tarafı olmadığını propaganda ettiler. Evet, bu küçük eser öteden beriden topladığım, fakat senetlerini gösterdiğim nakillerle doludur.
 
İlmî olup olmadığı hususunda söz bana düşmez sanırım. Cenâb-ı Hak'tan niyazım şudur: Yazdıklarımın tesirini halk buyur ya Rabbi! Mü'min kullarına hidayetini arttır ya Rabbi! Âmin.
 
Ahmed Davudoğlu


                         Üçüncü Baskının Önsözü
 
Muhterem okuyucularım,
 
Bu eseri niçin yazdığımı sizlere birinci ve ikinci baskıların önsözlerinde arz etmiş; hakkımda itiraz yollu söylenen infıalli sözlerle yapılan nâbecâ hareketlerin bazılarını da bildirmiştim. Dikkat buyurulursa o yazılarımda bana muarız çıkan talebemin isimlerini vermediğim görülür. Ben bunu utanmasınlar; akran ve emsali arasında küçük düşmesinler diye yapmıştım. Çünkü tuttukları yolun iflâs etmiş sakat bir düşünce mahsulü olduğunu kendilerine bu kitapta en açık misalleriyle gösterdikten ve nasihatimi tazeledikten sonra akıllan başlarına gelir sanmıştım.
 
Maalesef netice beklediğimin aksine zuhur etti. Bu gençler susacakları yerde avazları çıktığı kadar yaygaraya başladılar. Siirt gençliği namına, Elazığ gençliği namına matbu beyannameler neşretmişler. Bunlardan bazıları elime geçti. Baktım... Tahsil görmüş gençlere değil, okumak yazmak nedir bilmeyen cahillere bile yakışmayacak bayağı sözler... Mantık ilmine hasret sözüm ona düşünceler... Gülünç iddialar... Yüz kızartıcı tahrikler!.. Düşündüm: Ben bu kitabı yollarını şaşırmak üzere olduklarını gördüğüm birkaç talebeme nasihat etmek, yollarını doğrultmak ve huzur-ı ilâhîye vazifesini yapmış bir kul sıfatıyla çıkabilmek niyetiyle yazmıştım. Bunlar da kim?.. Şunları bir tahkik edeyim dedim. Ne göreyim!.. Filistin gerillaları gibi örgütlenmiş taslak müştehitler güruhu değiller miymiş!.. Bunlar az çok memleketin her tarafına yayılmışlar icra-yı faaliyet ediyorlarmış. Hedefleri, önderleri olan şahsı müdafaa ve onun akıl almaz derecede büyük bir adam olduğunu millete anlatmakmış. Bu uğurda sohbetler yaparlar, konferanslar verirler; yazılar yazarlarmış!..
 
Dinimizde hiçbir sebep yokken bir Müslümanı zem ve gıybet etmek şiddetle haram kılınmıştır. Hak Teâlâ Hazretleri Hucurat sûresinin 12. âyetinde: "Birbirinizi gıybet de etmeyin. Hiç sizden biriniz ölü kardeşinizin etini seve seve yer mi? Elbette bundan tiksinirsiniz. O hâlde Allah'tan korkun! Şüphesiz ki Allah tevbeleri kabul edici ve)acıyıcıdır." buyuruyor ki, bununla gıybetin derece derece çirkinliğine işaret etmektedir.
 
Bir defa ölü eti yenmez. Hele bunu seve seve yemek olacak şey değildir. İşte bir din kardeşini zem ve gıybet etmek, ölen kardeşinin etini seve seve yemek kadar çirkin ve haramdır. Müslümanlar bundan son derece kaçınmalıdırlar.
 
Fakat meşru bir sebepten dolayı bir kimseyi zem ve gıybet etmek haram değildir. Meselâ fasık ve sapık bir kimsenin zemmi mubahtır. Onun kötülükleri başkalarına da söylenebilir. Ta ki ibret alsınlar da onun gibi yapmasınlar.
 
Ulema hadis rivayet eden ravîleri didik didik edercesine incelemiş; kendilerinde ufak bir gayri meşru hareket gördülerse bunu samimiytle beyan etmekten çekinmemişlerdir. Filân yalancıdır, filân Şiîdir ilh... demişlerdir. Zahiren zem ve gıybet gibi görünen bu hâl hakikatte kafiyen zem sayılmamış; bilakis bildirilmesi farz bir vazife addedilmiştir. Zira böyle yapılmasa hadisin doğrusu ile uydurmasını birbirinden ayırmaya imkân kalmazdı.
 
Bu sayededir ki Resûlullahtan -sallallahu aleyhi ve sellem- rivayet olunan bütün hadisler tasnif olunmuş; her birinin itimat derecesi tayin edilerek: "Bu hadis sahihtir; bu zayıftır; bu uydurmadır..." denilebilmiş ve hadisi ilmî kısımlara ayrılmıştır.
 
Yine bu cümleden olmak üzere sair ulemayı da tenkit caizdir. Tenkitten murat bir kimsenin iyi kötü bütün sözlerini, işlerini göz önüne sermektir. Tenkit öteden beri olagelmiştir.
 
Bu mukaddimeden sonra artık kitabımın dördüncü baskısında gençlerimize yolunu şaşırtan önderlerini açıklamağa mecburum. Bu kahraman "Hayreddin Karaman"dır. Şimdiye kadar ümitle bekleyerek ismini vermemişim. Artık ondan ıslâh ümidini kestim. Çünkü tecrübesini yaptım. Onun kim olduğunu ancak şimdi anlamış bulunuyorum.
 
Kitabımın bu baskısında onun şimdiye kadar ortaya attığı marifetlerinden ve son çılgınlıklarından bir nebze bahis ile örnekler verilecek; yardımcılarından Kadıoğlu'nun Nesil dergisindeki yazısı da ele alınacaktır. Karaman'ın biri sağ kolu diğeri sol kolu mesabesinde iki mesai arkadaşı daha var ki, onların isimlerini şimdilik yine açıklamayacağım.
 
Bu baskıda Pakistanlı şaşkın Mevdûdî ile Yugoslavyalı taşkın Hüseyin Cozu'ya da yer verilecektir. Çünkü biri Pakistan'da diğeri Yugoslavya' da aynı cürmü irtikap etmektedirler.
 
Muhterem okuyucularım! Bu kitabı dikkatle okuyun! Gerçi Karaman taifesi "Bu kitap okunmaz!" diye yoğun propagandalar yapmakta, hatta "Davudoğlu onu yazdığına pişman oldu!" diyerek utanmadan yalanlar uydurmakta iseler de siz bunlara aldırış etmeyin! Onlar kitabın kapağını bile dillerine doladılar. "Kara kaplı kitap" dediler. İçlerinden benim katlime fetva verenler de oldu. Fakat siz onlar gibi kitabı okumadan hüküm vermeyin!
 
Umarım bu eseri okuduktan sonra yolunuzu şaşırmaz; muhaliflerimin bana neden bu kadar garez bağladıklarını daha iyi anlarsınız. Allah cümlemizin yardımcısı olsun.
 
İstanbul, 24 Şubat 1978 Ahmed Davudoğlu

 
 Dördüncü Baskının Önsözü 


Bu baskıda sözü kısa kesiyorum. Çünkü karşıma Hayreddin Karaman Efendi tarafından döktürülmüş öyle marifetler çıktı ki, bunlara teker teker cevap verirsem kitabın hacmi iki mislini geçer ve bu israf olur. Çünkü bana cevap diye yazılan sözler öteden beri temcid pilâvı gibi ikide birde önüme sürülen bâtıl lâkırdılardır. Biz onun hatalarını mutemet kitaplardan şahitler göstermek suretiyle birer birer düzelttik.
 
Burada söylenecek tek bir söz vardır: Hayreddin Efendinin aklınca cevap diye yazdığı şeylerin hepsi asılsız ve yalandır. Eskilerine ilâve ettiği saçmalar arasında nikâh meselesindeki hâl sigası da var, ona göre hâl sigası ile pek âlâ akit olurmuş.
 
Muhterem okuyucularıma sesleniyorum... Hayır olmaz!.. Nikâhın rüknünü teşkil eden icap ve kabulün mazi sigaları olması lâzım geldiğinde en çok direnen Hidâye sahibi Merginânî'dir. Bu zat Türktür. Türkçede bir hâl sigası olduğunu her hâlde Hayreddin Efendiden daha iyice bilir veya en az onun kadar bilirdi. Buna rağmen başkaları "İcap ve kabul sığalarından biri mazi olmak şartıyla diğeri mazi olmayabilir" dedikleri hâlde o: "Hayır, ikisi de mazi olacaktır. Biri mazi değilse o tevkildir, vekâleti üzerine alan yine mazi sigası ile eda edecektir" demiştir.
 
Tam kitap baskıya verileceği zaman, bazı arkadaşlar bana Irak'tan gönderilmiş Arapça bir kitap getirdiler. Bu kitaptan yeni bir şeyler öğrendim. Cemâleddin-i Efgânî, Efganlı değil, iranlı imiş. Ehl-i Sünnetten değil, Şiilerden ve Şiilerin Caferi kolundan imiş. Binaenaleyh kitabımın Efgânî bölümüne, bu yeni eserden tercüme ettiğim bir parçacığı da ilâve ettim. Gençlerimize bu kitabı mutlaka okumalarını tekrar tavsiye eder, Cenâb-ı Hak'tan cümlemize feyiz ve muvaffakiyetler dilerim. 

Ahmed Davudoğlu İstanbul, 1980

Müellifin Önsözü
 
İki zümre var ki, bunlar islâm'da reform istiyorlar. Birinci zümre: Dinsiz olup, din ile alay etmek, onu Nasreddin Hoca merhumun kuşuna benzetmek isterler. Onlara göre Kur'ân-ı Kerim'in birçok âyetlerini atarak yerlerine insan sözlerinden vecizeler koymalı ve bunlar namazlarda okunmalı, camileri gazinolara, dans salonlarına benzetmelidir...
 
Benim bunlarla işim yoktur. Çünkü kendilerine lâzım gelen cevaplar birçok zevat tarafından verilmiştir.
 
İkinci zümre: Dinlidir. Bunlar Müslümanlığı yenileştirmek, daha açık tabirle Avrupalılaştırmak ve bu yoldan Müslümanları kalkındırmak sevdasındadırlar. Fakat kaş yapayım derken göz çıkarmışlardır.
 
Bu kitap ise ikinci zümreye karşı yazılmıştır. Burada bunların kimler olduğu görülecek, azîm birer cinayet teşkil eden hatalarından örnekler verilecektir. Ta ki kendilerine tâbi olanlar aynı yolda devam edeceklerse yaptıklarını bile bile yapsınlar ve huzur-ı ilâhîde sorguya çekildikleri vakit verecekleri cevaplan ona göre hazırlasınlar.
 
Reformcuların serapa hatalı bir yol tuttuklarını İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretim üyesi bulunduğum yıllar boyunca talebeme anlatmağa çalıştım. Maatteessüf öyle görülüyor ki, muvaffak olamamışım. Çünkü bugün talebemden bazılarının hâlâ bu müflis nazariye peşinde koştuklarını üzülerek işitiyor ve görüyorum.

Benim kimsenin şahsı ile bir davam yok. Bu kitabı hakikati söylediğime şahit olmak üzere yazıyorum. 

Cenâb-ı Hak doğrulara sebat ve muvaffakiyet, muhtâc-ı inayet olanlara hidayetler ihsan buyursun. ( Bedir Yayınevi, Ahmed DavudoğluDini Tamir Davasında Din Tahripçileri, Ahmed Davudoğlu, bedir yayınları, dini tamir davasında din tahripçileri ahmet davutoğlu )
 

 İstanbul, 2 Ocak 1974 Ahmed Davudoğlu
Camiu'l-Ezher Şeriat Fakültesi Eski Müdürü ve Arap Dili Edebiyatı Mezunu Yüksek İslâm Enstitüsü Muallimi


 
Bedir Yayınevi Ahmed Davudoğlu Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri kitabı incele diniz.
Diğer Özellikler
Stok Kodu9789758514534
MarkaBedir Yayınevi
Stok DurumuVar
9789758514534
En yeni ürünler
Güvenli teslimat
Kampanyalı ürünler
Piyasadaki en iyi fiyat

PlatinMarket® E-Ticaret Sistemi İle Hazırlanmıştır.