Kitap El Munkizü Mine’d Dalal ve Tasavvufi İncelemeler
Yazar İmam Gazali
Yayınevi Kayıhan Yayınları
Kağıt Cilt 2.Hamur, Karton Cilt
Sayfa Ebat 464 Sayfa - 14x20 cm
İmam Gazali El Munkizü Mine’d Dalal ve Tasavvufi İncelemeler kitabını incelemektesiniz.
Kayıhan Yayınları El Munkizü Mined Dalal kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
El Munkizü Mine'd Dalal
Kitap Bilgisi
Bu mükemmel kitap, İmam Gazali´nin üç eserinden biri ve birincisidir. Tasavvufi İncelemeler konusunda en geniş ve en kapsamlı eserin "El Munkiz" olduğu tescil edilmiştir.
Bu eserde, tasavvufi konular en ince ayrıntısına kadar incelenmiş ve irdelenmiştir. Türkçe karşılığı "Dalaletten Hidayete" olan bu kitap çok ciddi bir çalışmadır. İmam Gazali bu eserinde, tasavvufun insanlar üzerindeki müspet ve menfi tesirlerini açıklamıştır.
Eserde geçen bazı konular şunlardır.
Tasavvuf nedir?
Tasavvufu kimler kabul eder?
Tasavvufu kimler inkar eder?
Tasavvufu inkar edenlerin, inkar ettikleri en önemli konular nelerdir?
Tasavvuf Aristokrasi midir?
Tasavvuf seçkin insanların kullandıkları bir yöntem midir?
Tasavvuf Ruhbanlık mıdır?
Tasavvuf yabancı kaynaklı bir sistem midir?...vb ve daha çok ayrıntılı konular.
Ayrıca bu müthiş eserle birlikte, İmam Gazalinin hayatını, yaşam mücadelesini, hangi hocalardan ders aldığını, kimlere ders verdiğini öğreneceksiniz. Araştırma ve inceleme yaptığı konularda Gazali, Kelamcılarla, Felsefecilerle, Batınilerle ve Sufilerle yaptığı farklı görüşlerini de bu eserine almıştır.
TAKDİM
Hamd, her risale ve makalenin başı kendisine hamdetmek olan Allah'a mahsustur. Selât ve selâm, nübüvvet ve risalet sahibi olan Muhammed Mustafa ile O'nun hidayete ermiş âh ve sahabileri üzerine olsun.
İmdi, ey din kardeşlerim, benden ilimlerin amacı ile sırla-nnı, mezheplerin tehlikeleri ile iç yüzlerini sana bildirmemi, meslek ve yollarının aykırılığına rağmen çok sayıdaki zıt görüşlü mezhep arasından gerçeği bulup çıkarmak için katlandığım sıkıntıları anlatmamı ve taklid tabanından basirete dayanarak değerlendirme doruğuna tırmanmaya nasıl cesaret ettiğimi söylememi istiyorsun.
Ayrıca, önce kelâm ilminden nasıl faydalandığımı; ikinci olarak gerçeği kavramak için sadece imamlarını taklit etmekle yetinen Talimiye mezhebinin metodundan niye soğuduğumu; üçüncü olarak felsefe metodunu niçin hafife aldığımı, yerdiğimi; sonuncu olarak tasavvuf yolunu neden beğendiğimi; halk kültürünü yoğun bir şekilde inceledikten sonra edindiğim öz gerçeği; talebelerimin çokluğuna rağmen Bağdat'ta ders vermekten niçin vazgeçtiğimi ve uzun bir ayrılıktan sonra tekrar Nişabur'a dönmeme yolaçan sebepleri açıklamamı istiyorsun.[1]
İsteğinin samimiyetine inandıktan hemen sana cevap vermeye koyuluyor ve Allah'dan yardım isteyerek, Ona dayanarak, O'ndan başarı dileyerek ve O'na sığınarak diyorum ki:
Ulu Allah sizi en güzel şekilde doğru yola iletsin ve gerçek karşısında kolaylıkla boyun eğmenizi nasib buyursun. Bilesiniz ki insanların farklı dinlere ve inanç sistemlerine bağlı oluşu, bundan başka ümmetin yolları farklı ve metodları değişik bir çok mezheplere ayrılmış olması, içinde çoklarının boğulduğu, az sayıda kimsenin kurtulduğu engin bir denizdir. Her grup kurtuluşa erenin kendisi olduğunu sanır; Kur'an-ı Kerim'in bir ayetine göre "Her grup kendi inancından memnundur."[2] Bunun böyle olacağını, peygamberlerin sonuncusu ve doğru sözlülerin en doğrusu olan Peygamberimiz bize daha önce haber vererek şöyle buyurmuştu:
"Ümmetim, yetmiş üç fırkaya bölünecek ve bunların içinden yalnız biri kurtulacaktır."[3]
Gerçekten Peygamberimizin dediği gibi oldu.
Gençlik döneminin başlangıcından, yani yirmi yaşıma ermeden bulûğ çağımdan elli yaşımı doldurduğum şu ana kadar bu engin denizin dalgaları ile boğuşuyorum. Onun karanlık derinliklerine çekingen bir korkak gibi değil, cesur bir dalgıç gibi dalıyorum. Her karanlığa atılıyor, her problemin üzerine yükleniyor ve her tehlikeye dalıyorum. Hak veya batıl, sünnete bağlı veya bidatçı ayırımı gözetmeksizin her fırkanın inanç sistemini didik didik inceliyor ve her grubun görüşünün gözlerden kaçan inceliklerini ortaya çıkarmaya çalışıyorum.
Bu yolda hiç bir batini mezhepliyi ihmal etmeden onun batınîliğinin mahiyetini incelemeyi diliyor, hiç bir zahirî görüşlüyü istisna etmeden zahirîliğinin sonucunu bilmek istiyor, hiç bir felsefe taraftarını bir yana bırakmaksızın felsefesinin özünü kavramayı amaçlıyor, hiç bir kelâm âlimini hariç tutmaksızın kelâmının ve tartışmasının gayesinden haberdar olmak istiyor, hiç bir sûfiyi gözardı etmeksizin tarikatının sırrına can atıyor, hiç bir ibadetle meşgul kişiyi (âbid) görmezlikten gelmeksizin ibadetinden ne elde ettiğini gözlemeye çalışıyor ve hiç bir Allah'ı tanımaz zındığı ihmal etmeksizin bu kişinin Allah tanımazlığa ve zındıklığa cüret edişinin arkasındaki sebepleri kavramak istiyordum.
Çocukluğumdan beri her şeyin iç yüzünü kavramaya karşı içimde duyduğum, benim huyum ve karakterim olmuştur, ömrümün ilk yıllarından itibaren bu tutum benim yaratılış hamuruma Allah tarafından katılmış bir özellik, bir iç güdü olmuştur. Bu konuda benim ne tercihim ve ne de rolüm sözkonusudur. Bu yüzden Çocukluğumun erken yaşlarmdan itibaren taklit batağından sıyrıldım ve büyüklerimden miras kalan inançlardan koptum.
Çünkü Hıristiyan çocuklarının kesinlikle Hıristiyan, Yahudi çocuklarının istisnasız olarak Yahudi ve Müslüman çocuklarının da sadece Müslüman olarak yetiştiğini gördüm. Öte yandan Peygamberimizin (selât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurduğunu duymuştum:
"Her çocuk İslâm karakterine uygun olarak doğar. Daha sonra ana-babası onu ya Yahudi, ya Hıristiyan veMecusî (ateşperest) yapar."
Doğuştan getirilmiş orijinal yapının mahiyetini, ana-baba ve hocaları taklit etmekten ileri gelen arızî inançların iç yüzünü ve bu taklit unsurlarını birbirinden ayırdetmeyi araştırmak hususunda içimde karşı durulmaz bir arzu duydum. Bu taklit unsurları başlangıçta birtakım telkinlere dayanıyordu ve bu telkinlerin hangisinin hak, hangisinin batıl olduğu tartışmalı idi.
İçimden şöyle dedim: Benim asıl amacım her şeyin iç yüzünü, mahiyetini bilmek olduğuna göre ilk önce bilginin mahiyetini öğrenmem gerekir. Acaba ilim (bilgi) nedir?
Bu sorunun arkasından açıkça içime doğdu ki kesin bilgi (ilm-i yakîn) bilgi konusu şeyin şüphe izi taşımayacak şekilde belirmesi ve bu belirişin hiç bir yanılgı ve vehim ihtimali taşımaması, hatta insanın içinden böyle bir ihtimalin asla geçmemesidir. Tersine yanılgıdan uzak olmak, kesin bilginin o derece ayrılmaz özelliği olmalı ki faraza, taşı altın ve değneği yılan haline çeviren bir sihirbaz ortaya çıkıp da bu çeşit bilginin asılsız olduğunu ileri sürse bu iddia bile o bilgiden kuşku duymaya veya onu reddetmeye yol açamamalıdır. Meselâ ben on sayısının üç sayısından daha büyük olduğunu bildikten sonra biri ortaya çıkıp da: 'Hayır, üç ondan daha büyüktür. Çünkü ben şu değneği yılan yapabilirim' dese ve gerçekten değneği yılan haline getirse de ben bunu gözlerimle görsem, bu olay yüzünden rakamlarla ilgili bilgimden asla şüpheye düşmem; sadece adamın nasıl olup da değneği yılan yaptığına hayret ederim.
Daha sonra tespit ettim ki bu şekilde kesin olmayan bütün bilgilerim güvenilmez, emin olma özelliği taşımayan bilgilerdir. Güvenilmez bilgi ise kesin bilgi (ilm-i yakîn) değildir.
Safsata Yolunu Tutuşum
Bu karara vardıktan sonra bütün bildiklerimi inceden inceye gözden geçirince gördüm ki duyu organları aracılığı ile elde edilenler (mahsusat) ile zarurî akıl prensipleri (zaruriyet) dışında kalan tüm bildiklerim bu vasıftan yoksun bilgilerdir. Bunu görünce umutsuzluğa kapılarak içimden şöyle dedim: Şu anda apaçık bilgiler (celiyat) dışında problemleri çözecek hiç bir ümit kaynağı kalmadı. Apaçık bilgiler ise duyu organlarının sağladıkları ile zarurî akıl prensipleridir. Buna göre ilk önce bu bilgileri değerlendirmek gerekir. Acaba duyu organları yolu ile elde edilmiş bilgilerle zarurî akıl prensiplerinin yanılgıdan uzak olduğu şeklindeki güvenim daha önce benim taklit ürünü bilgilere karşı beslediğim ve halk çoğunluğunun nazarî bilgilere karşı duydukları cinsten (asılsız bir) güven midir? Yoksa bu güven ölçülü ve tehlikeden uzak kesin bir güven midir?
Olanca gayretimle hemen duyu organlarının ürünü olan bilgilerle zarurî akıl prensipleri üzerine düşünmeye koyuldum. Acaba bu bilgilerden de kuşku duyabilir, içimden onları da şüphe ile karşılayabilir miydim? Uzun bir tereddüt döneminden sonra vicdanım (nefsim) duyu organları aracılığı ile elde edilmiş bilgilere de güvenmeme izin vermedi, içimde beliren bu kuşku gitgide genişliyordu. Vicdanım şöyle diyordu: Duyu organlarına nasıl güvenilebilir? Bunların en güçlüsü görme duyuşudur (gözdür). Göz gölgeye bakınca onu durgun, hareketsiz sanır ve onun yerinden kımıldamadığına hükmeder. Oysa bir süre sonra tecrübe ve gözlem ile anlar ki durgun sandığı gölge hareket halindedir. Üstelik bu hareket bir defada ve ansızın meydana gelmiş değil, yavaş yavaş, tedrici şekilde ortaya çıkmış bir harekettir. Öyle ki bu gölgenin durgun kaldığı, yerinden kımıldamadığı hiç bir an yoktur.
Yine bu göz yıldızlara bakınca onları sarı lira iriliğinde ufacık yuvarlaklar gibi görür. Fakat bir süre sonra hendese (matematik ve astronomi) delilleri bu yıldızların yeryüzünden daha iyi şeyler olduğunu ispat eder. Bu ve bunun gibi duyu organı ürünü bilgiler konusunda hakim durumundaki duyu organı belirli bir hüküm veriyor, fakat akıl hakimi bu hükmü savunmaya imkân bırakmayacak bir kesinlikte yalanlıyor ve duyu organını ihanetle suçluyor.
4.Kâf Sûresi, 22.
O zaman şöyle dedim: Duyu organlarının sağladığı bilgilere de güvenim kalmadı. O halde galiba bilgilerimizin başlangıç dayanağı (evveliyat) olan zarurî akıl prensiplerinden başka güvenilebilecek bilgi çeşidi yoktur. 'On sayısı üç sayısından daha büyüktür', 'Bir hüküm aynı anda hem müspet, hem menfî olamaz', 'Bir şey hem hadis (sonradan yaratılmış) hem kadim (varlığı başlangıçsız), hem var hem yok, hem vacip (varlığı gerekli) hem de muhal (varlığı imkânsız) olamaz' şeklindeki hükümlerimiz gibi.
Fakat bu hükmüme duyu organı şöyle karşı çıktı: Akıl prensiplerine karşı duyduğun güvenin de duyu organları ürünü bilgilere karşı beslemiş olduğun güven gibi olmadığından nasıl emin olabilirsin? Daha önce bana da güveniyordun, fakat akıl hakimi ortaya çıkıp beni yalanladı. Eğer akıl hakimi olmasaydı yine beni tasdik etmeye devam edecektin. Buna göre akıl hakimi nasıl ortaya çıkıp duyu organının verdiği hükmü yalanladı ise aynı şekilde ortaya çıkıp aklın hükmünü yalanlayacak akıl ötesi bir idrak hakimi de ortaya çıkabilir. Böyle bir idrakin ortaya çıkmayışı, onun imkânsız olduğunu göstermez.
Vicdanım (nefsim) duyu organının bu itirazı karşısında bir süre bocaladı, verecek cevap bulamadı. Buna karşılık duyu organı itirazını desteklemek üzere uyku (rüya) halini örnek göstererek sözlerine şöyle devam ediyordu: Görmüyor musun ki uyurken rüyanda birtakım şeylere inanıyor ve bazı haller hayal ediyorsun, üstelik bu hallerin kalıcı ve istikrarlı olduğuna inanıyorsun; o durumda, yani uykudayken bunlardan hiç bir şekilde kuşku duymuyorsun. Oysa bir süre sonra uyanınca rüya halinde hayal ettiğin ve inandığın hiç bir şeyin aslı ve dayanağı olmadığını anlayıveriyorsun.
Nereden biliyorsun? Belki de duyu organları ve akıl yolu ile elde edip de inandığın tüm bilgiler sadece içinde bulunduğun duruma bağlı olarak gerçektir. Buna göre öyle bir duruma geçebilirsin ki o durumun uyanıklığa göre mahiyeti, uyanıklığın uykuya göre mahiyeti gibi olur; başka bir deyimle uyanık halin o duruma göre uyku olur. İşte bu duruma geçince akıl yolu ile elde ettiğin bütün vehimlerin kesinlikle asılsız olduğunu görebilirsin.
Belki de bu durum sufîlerin içinde bulunduklarını ileri sürdükleri haldir. Çünkü onlar duyu organlarının etkilerinden sıyrılıp iç âlemlerine dalınca karşılaştıkları durumda akıl ürünleri ile bağdaşmayan gelişmeler (haller) müşahede ettiklerini iddia ederler.
Belki de söz konusu durum ölümdür. Nitekim Peygamberimiz (selât ve selâm üzerine olsun);
"İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar."
Belki de dünya hayatı Ahirete göre bir uykudur. İnsan ölünce şimdi her gördüğüne ters düşecek önünde apaçık olarak meydana çıkar da o zaman kendisine tıpkı şu ayette buyurulduğu gibi seslenilir:
"Perdeyi önünden kaldırdık. Bu gün bakışın (gözlerin) keskindir.'"3
Bu kuşkular içime doğup da vicdanımda (nefsimde) iz bırakınca, bunları tedavi edeyim dedim; fakat mümkün olmadı. Çünkü bu kuşkular ancak delil ile giderilebilirdi. Delil de temel akıl prensiplerine dayanarak ortaya konabilirdi. Temel akıl prensiplerini kuşkulu gördüğüme ve kabul etmediğime göre delil meydana getirmek mümkün değildi.
Bu hastalık, bu bunalım, iki aya yakın bir süre koyulaşarak devam etti. Bu süre içinde ben fiilen bir safsatacı idim. Fakat bu durumumu açıklayamıyor, hiç kimseye söylemiyordum.
Nihayet günün birinde Ulu Allah beni bu dertten, bu bunalımdan kurtardı. Vicdanım normal sağlıklı haline döndü. Artık zarurî akıl prensiplerini onaylıyor, onları güvenilir temel dayanaklar olarak kabul ediyordum.
Bu bunalımdan çıkışım delil düzerek veya ard arda cümleler (kıyas önermeleri) sıralayarak değil, doğrudan doğruya Ulu Allah'ın kalbime akıtmış olduğu bir nur sayesinde oldu. Bu nur bilgilerin çoğunluğunun anahtarıdır. Buna göre kim keşfini, yani apaçık gerçeği elde etmenin serbest delillere bağlı olduğunu sanırsa Ulu Allah'ın geniş rahmetini sınırlandırmış, daraltmış olur. Nitekim Ulu Allah'ın;
"Allah kimi hidayete erdirmek isterse göğsünü (kalbini) İslama açar."s 5.Enam Sûresi, 125. Mealindeki buyruğunda geçen göğsü açma' ifadesinin ne demek olduğu Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) sorulunca 'O, Allah'ın kalbe akıtmış olduğu bir nurdur.' buyurmuştur. Yine kendisine 'Bu nurun alâmeti nedir?' diye sorulunca bu soruya aldatıcı dünya yurdundan uzaklaşıp ebediyet yurdu olan âhirete yönelmektir' şeklinde cevap vermiştir. Aynı nur ile ilgili olarak yine Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurmuştur:
"Ulu Allah tüm varlıkları karanlık içinde yarattı. Fakat sonra kendi nurundan üzerlerine saçtı."
İşte keşif (apaçık bilgi) bu nurdan beklenmelidir. Bu nur bazı anlarda ilâhî cömertliğin eseri olarak, yerden su fışkırır gibi, gürül gürül akar. Böyle mutlu anları göz5.Enam Sûresi, 125.etlemek gerekir. Nitekim Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:
"Rabbiniz, yaşadığınız dönemin bazı demlerinde rahmet meltemleri estirir. Dikkatli olunuz da bu esintilere açık durunuz."
Bütün bunları anlatmaktan maksadım, gerçeği araştırırken gayet titiz ve ölçülü davranılması gerektiğini belirtmektir. Aksi halde araştırılmaması gereken şeylerin araştırılması gayretkeşliğine düşülür. Meselâ ilimlerin başlangıç prensipleri (evveliyat) araştırma konusu şeyler değil, apaçık önümüzde duran dayanaklardır. Apaçık olan şey araştırılınca bizden kaçıverir, saklanır. Ayrıca araştırılmaması gerekeni araştıran kimse, asıl araştırılması gerekeni araştırmayı savsaklayabilir.
Gerçeği Arayanlar
Ulu Allah, fazileti ve geniş cömertliği sayesinde beni içine düştüğüm bunalımdan kurtarınca gerçeği arayanların şu dört guruba ayrıldığı kanaatine vardım:
- Kelâmcılar: Bunlar görüş ve nazariye ehli olduklarını ileri sürerler.
- Batınîler: Bunlar gerçeği sadece yanılmaz imamdan öğrendiklerini söylerler.
- Felsefeciler: Bunlar mantığa ve kesin delile (burhana) dayandıklarını iddia ederler.
- Sûftler: Bunlar müşahede ve mükâşefeye dayanan ve hiç bir zaman Allah'dan gafil kalmamayı özellik haline getirmiş kimseler olduklarını söylerler.
İçimden şöyle dedim: Aradığım gerçek bu dört grubun dışında değildir. Çünkü gerçeği arama yollarına koyulanlar bu dört grupta toplanır. Eğer gerçeği bu guruplarda bulamazsa, o zaman onu kavrama ümidi kalmaz. Sebebine gelince taklit yolunu bıraktığıma göre bir daha o yola dönme ümidim de kalmamıştır. Çünkü taklitçinin taklitçi olabilmesi için taklitçi olduğunu bilmemesi şarttır. Taklitçi olduğunu fark edince elindeki taklit bardağı kırılmış olur. Geride kalan cam parçaları ateşte eritilip yeniden kalıba dökülmedikçe bir daha eski haline gelemez.
Bu düşünce ile yukarıdaki grupların yollarına koyularak sahip oldukları bilgi ve düşünceleri geniş bir şekilde araştırmaya giriştim. İlk önce kelâm ilmini, ikinci olarak felsefe yolunu, üçüncü olarak batınîlerin öğrenim metodunu, dördüncü olarak da süfîlerin yolunu inceleyip değerlendirdim.
Kelâm İlmi
İşe önce kelâm ilmini ele alarak başladım. Önce bu ilim dalını iyice öğrendim, üzerinde derin derin düşündüm, ilk kurucularının (muhakkik) eserlerini inceledim. Arkasından bu ilim dalı ile ilgili olarak yazmak istediğim eserleri yazdım. Sonunda anladım ki bu ilim dalı kendi maksadı açısından yeterli, fakat amacım açısından yetersizdir.
Kelâm ilminin gayesi, ehl-i sünnet inancını bidatçıların vesvese ve kuruntularına karşı korumaktır. Ulu Allah Peygamberinin (salât ve selâm üzerine olsun) dili ile kullarına bir inanç sistemi sunmuştur. Bu inanç sistemi Kuranda ve hadislerde belirtildiği üzere gerçek olduğu gibi kulların hem dünya hem de âhiret yararını gözetmektedir. Buna karşılık şeytan da bid'atçılara sünnete aykırı birtakım vesveseler, kuruntular sunmuştur. Bid'atçılar bu vesvese ve kuruntulara dört elle sarılarak bunlara ehl-i sünnet inancına bağlı kimselerin kafalarını karıştırmaya neredeyse muvaffak olmuşlardı. Bunun üzerine Ulu Allah kelâmcıları ortaya çıkarmış ve kelâm sözcülerinin sünneti savunmalarını sağlamış, uydurmacı bidatçıların sünnete aykırı olarak uyandırmış oldukları yanıltıcı vesveselere mantıklı sözlerle karşı çıkmalarını nasib buyurmuştur. İşte kelâm ilmi ile kelâmcılar bu ihtiyaçtan doğmuştur.
Kelâmcıların bir grubu Ulu Allah'ın kendilerine yüklemiş olduğu görevi omuzlayarak en güzel şekilde sünneti savunmuş, nübüvvetin getirdiklerini benimsemeye dayanan inanç sistemi uğruna mücâdele etmiş ve uydurma bidatleri gözden düşürmeyi başarmıştır. Fakat kelâmcılar bu görevi yaparken, muarızlarından aldıkları mukaddimelere dayanmışlardır. Onları bu mukaddimeleri benimsemeye zorlayan gerekçe bazan taklit, bazan icma-i ümmet, bazan da Kur'an ve hadisleri mücerred şekilde kabul etmeleridir.
En çok önem verdikleri şey muarızlarının sözleri arasındaki çelişkileri yakalamak, onları benimsedikleri görüşlerin gerekli hale getirdiği sonuçlarla kıstırmaktır. Oysa bu metod, aklın zarurî prensiplerinden başka hiç bir şeyi asla kabul etmeyen kimseye fazla yarar sağlamaz. Bu yüzden kelâm ilmi benim için yeterli olmamış, pençesinde kıvrandığım bunalıma çare getirememiştir.
Evet, kelâm sanatı doğup bu ilme karşı ilgi artınca uzunca bir süre sonra kelâmcılar sünneti savunmak için derin meselelerin mahiyetlerini araştırma merakına kapılmışlar, bu merakın sonucu olarak cevheri, arazı ve bunlarla ilgili hükümleri incelemeye girişmişlerdir. Fakat bu konular ilim dallarının asıl amacı
olmadığı için bu konularla ilgili sözleri nihâî kaliteye varam mış, böyle olunca da bu konularda söyledikleri şeyler, halk ar sında fikir ayrılıklarına yol açan şaşkınlık bulutlarını tümü il dağıtıcı olamamıştır.
Bununla birlikte kelâm ilminin benim dışımdaki kimsel için şüphe bulutlarını dağıtıcı bir etki yapmış olabileceği ihtimalini uzak görmüyorum. Daha doğrusu bazıları hakkın böyle bir etki meydana getirdiğinden şüphem yok. Fakat lın zarurî prensipleri dışındaki konularda bu etki taklitle rışık, özenti kokusu taşıyan bir etkidir. Her neyse; benim andaki amacım, kelâm ilmi sayesinde şifa bulanları kınam değil, kendi durumumu anlatmaktır. Çünkü hastalıklar de~ tikçe ilaçlar da değişir. Nice ilaç vardır ki hastanın birine geldiği halde başka bir hastaya zararlı olur.
[1] Gazâli'nin en önemli eserlerinden biri olan 'el-Münkızu Mine'd Dalâl' risale üslûbu ile kaleme alınmıştır. Risale üslûbu, adından da anlaşılacağı
gibi, birinin soru soran mektubuna cevap biçiminde eser yazmak demektir. Gazalinin yaşadığı günlerde pek geçerli olan bu üslûba göre birinin yazara mektup yazmış olup olmaması fazla önemli değildir.
[2] Mü'minûn Sûresi, 53.
[3] Bu hadis, metin kısmında bazı farklı ifadelerle bir çok hadis kitabında, değişik isnad zincirine dayanarak rivayet edilmiş, fakat Buhari ile Müslim'de yeralmamıştır. İbn-i Hazma göre bu hadis aslında isnad zinciri bakımından sahih değildir. İbn-ül Vezir ise 'al-Avâsim ve'l-Kavâsım' adlı eserinde bu hadis ile ilgili olarak şöyle diyor: 'Biri hariç hepsi cehennemliktir, şeklindeki ilâveye sakın aldanma; bu asılsız bir ilâvedir ve kâfirler tarafından uydurulmuş olması uzak bir ihtimal değildir.'
Bununla birlikte hadis, yetmiş ikisi cehennemlik, birisi ise cennetliktir ifadesi ile sona ermiş biçimde rivayet edilmiştir. Makdısı 'Ahsenü't-Tekâsim' adlı eserinde en sahih isnada göre hadis bu şekildedir diyor. Bütün bunlara rağmen 'Şehristanî' gibi bazı din tarihçileri kendilerini yetmiş iki fırkayı tamamlama yükümlülüğü altında kabul ederek cehennemlik fırkaları saymaya bile koyulmuşlardır Oysa ki farklı mezheplerin ortaya çıkması, değişik görüş ve inançların belirmesi, kıyamet gününe kadar devam edecektir.