Kitap Fıkhus Sünne Ayet hadislerle İslam hukuku
Yazar Seyyid Sabık
Tercüme Ahmet Sarıoğlu, Tayyar Tekin
Yayınevi Pınar Yayınları
Kağıt - Cilt 2.Hamur - 2 Cilt Takım
Sayfa - Ebat 1.763 sayfa - 13,5X21 cm
Yayın Yılı 2021 - Son Baskı
Pınar Yayınları, Seyyid Sabık tarafından yazılan Fıkhus Sünne Ayet hadislerle İslam hukuku adlı kitabı incelemektesiniz.
4 Cilt Fıkhus Sünne Ayet hadislerle İslam hukuku kitabı hakkında yorumları okuyup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satışı hakkında bilgiyi aşağıda geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Fıkhu’s Sünne ayet ve hadislerle islam ilmihali ve islam hukuku islam fıkhı
Sunuş
İslâm, akide ve amel gibi birbirini tamamlayan iki temel unsurdan meydana gelir. Akidesiz amel etmenin bir anlamı olmadığı gibi, amelsiz imanın da devamlı ve sıhhatli olması mümkün değildir.
Allah Teâlâ, Ankebût sûresinde: "İnsanlar sadece 'iman ettik' demekle, denemeden geçirilmeden bırakılıvereceklerini mi sandılar?" (Ayet: 2) buyurarak yalnız iman etmenin yeterli olmadığını bizlere bildirmektedir, Kur'ân'da iman'dan söz edilen hemen her âyette, arkasından "sâlih amel" ifadesi kullanılır. Bunun en güzel örneğini Asr sûresinde görürüz. Bu sûre, hüsrana uğramaktan kurtulmanın sadece iman etmekle değil, buna ilaveten salih amellerde bulunup hakk'ı ve sabr'ı tavsiye etmekle mümkün olacağım belirtmektedir.
Allah'ın Rasûlü de (s.a.v): "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahadet edinceye, namazlarını kılıp zekâtlarını verinceye kadar insanlarla savaşmaya emrolundum." diyerek, sadece iman'ın kurtuluş için yeterli olmadığını ifade buyurmuştur.
Şu halde amel, imanın tamamlayıcısıdır ve amel olmadan, yalnızca imanla bu dünya imtihanı kazanılmaz.
İslâm'ın amel cephesi, yani muamelât; fert ve toplum hayatının tâbi olması gereken kurallarla helâl ve haram hudutlarını tayin eder. Müslüman, yapması ve yapmaması gerekenleri bilmek zorundadır. Aksi halde islâm'ı yaşaması mümkün olmaz.
İslâm Fıkhı: Teorik kalıplardan, faraziyelerden ve birtakım soyut terimlerden ibaret olamaz. Fıkıh: Pratik, canlı ve delillere dayalı olmak zorundadır.
Bugün, Türkiye Müslümanları genelde, iki uç noktada seyrediyorlar: Ya mü'mini delillere ulaşmaktan alıkoyan taklitçi, kolaycı ve yer yer bid'atlara boğulmuş, şekilcilikten kurtulamayan bir Islâmî anlayış (yani ifrat), ya da müslümanı yine delillere ulaşmaktan alıkoyan, amelden çok akideye, dua ve zikirden çok ci-had, tebliğ vb. konulara önem veren 'radikal' anlayış (yani tefrit). İslâm sadece ci-haddan ibaret olmadığı gibi, yalnızca dua ve zikirden de ibaret değildir. İslâm; Kur'an ve sünnet'te iman edilmesi emredilen şeylere inanmak, yapılması istenenleri yapmak, yasaklanan şeylerden kaçınmaktır.
İşte "Fıkhu's-Sünne", müslümanın günlük hayatında yapması ve yapmaması gerekenleri en ince ayrıntılarıyla, Kuran, sünnet ve selef-i sâlihin'den deliller sunarak ortaya koyan mufassal bir eser. Müslüman, ihtiyaç duyduğu bütün fıkhî konuları bu eserde genelde delilleriyle birlikte bulacaktır. Eserde hemen bütün fıkhî meseleler ele alınmış olup, konuyla ilgili sahabe, tabiîn ve müctehid imamların (Ebû Hanife, Mâlik, Şafiî, Hanbel, Evzâî, Sevrî vb.) görüşlerine de yer verilerek delillerinin kuvvetliliği veya zayıflığı da incelenmiştir.
Bu arada elinizdeki eserin yayınlanmasını bize tavsiye eden, birinci cildin tercümesinde Tayyar Hoca ile beraber çalışan ve baştan sona kadar kontrolden geçiren rahmetli Ahmed Hoca'mızdan bahsetmeyi yerine getirilmesi gereken bir vefa olarak görüyoruz. Ahmed Hoca bu tür delillere dayalı, Kur'an ve sünnet çizgisinde eserlerin yayınlanmasını büyük bir heyecanla istiyordu. Kendisinden "Fık-hu's-Sünne'yi tercüme etmesini istediğimizde, zaman olarak hiç de müsait olmamasına rağmen, sadece bu yüzden kabul etti. Tayyar Hoca ile birlikte, büyük bir titizlikle birinci cildin tercümesini tamamladılar.
Ahmed Hoca bu süre içinde bize, "Fıkhu's-Sünne" gibi kaynak eserlerin mutlaka dilimize kazandırılması gerektiğini ve bunun gerçek bir hizmet olacağım telkin ediyordu. Bir gün kendisine îbni Kayyım'ın "Zadü'l Meâd", Şevkânî'nin "Fet-hu'l Kadir" adlı eserlerini tercüme ettirmeyi düşündüğümüzü söylediğimizde, heyecanla elini uzatarak bizi susturdu. Ve memnuniyetini belirten bir ifadeyle "bir kitap ismi daha söylerseniz bu hasta kalbim böylesi bir heyecanı kaldırmaz, beni kalpten gönderirsiniz" dedi. Evet biz bir kitap ismi daha söylemedik ama, o hasta kalp, her zaman taze olan heyecanı gerçekten kaldıramadı. Heyecanla, tercümesine ortak olduğu bu birinci cildin basımını göremeden genç yaşta Rahmet-i Rahman'a kavuştu. Kendisini rahmetle anıyor, "Fıkhu's-Sünne'nin, delillerle, amel etme düşüncesinin bir basamağı olması dileğini, aynı zamanda kendi dileğimiz olarak da tekrar ediyoruz...
Şehit Hasan el-Bennâ'nın Takdimi
Hamd Allah'a mahsustur. Salât ve selam, Efendimiz Muhammed (s.a.v)'e, O'nun âline ve ashabına olsun.
"Mü'minlerin tümünün savaşa çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri (fıkhetmeleri) ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman onlan uyarıp korkutmaları gerekir. Umulur ki onlar yanlış hareketten kaçınıp-sakınırlar"
(Tevbe: 122)
Şüphesiz, insanları Allah'a yaklaştıracak amellerin en büyüklerinden biri de; İslâm davetini ve bu davetin hükümlerini yaymak ve İslâm'ın fıkhî yönünü açıklayarak sonuçta insanları ibadet ve muamelatta belli bir eses üzerinde birleştirmektir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Allah (c.c), kendisine hayır dilediği kişiyi dinde fakih yapar. Şüphesiz, ilim öğrenmekle olur. Muhakkak âlimler, nebilerin mirasçılarıdır. Nebiler, ne bir dirhem, ne de bir dinar miras bırakmışlardır. Onların bıraktığı miras sadece ilimdir. İlme nail olan ise, büyük bir nasibe ve yüksek bir mertebeye ulaşmış demektir."1
ibadete teallûk eden hükümlerle, bütün ümmete sunulacak olan umumî dinî bilgiler başta olmak üzere, İslâm fıkhını öğretirken takib edilecek en güzel metod; akıllara ve kalplere hitab edecek yolu seçmek, İslâm fıkhını bir takım teknik terimlerden ve varsayımlardan uzaklaştırmak, mümkün olduğu kadar kolay ve akıcı bir üslûpla Kuran ve hadisten delillere dayandırmaktır. Ayrıca fıkıh ilmini okuyanların, öğrendikleri şeylerden dünya ve ahirette yararlanmalarını sağlamak ve doğrudan doğruya Allah ve Rasûlü'nün hükümlerine bağlandıklarını hissetmeleri için, bu delillerdeki hüküm ve faydalara da işaret edilmelidir.
* Bu önsöz, Fıkhu's-SüTiııe'iîia Dârül-Fikr yayınlamaca .1977'de yayınlanan 1. baskısından tercüme edilmiştir.
Bu metod; müslümanların bilgilerinin artmasını ve onların ilme yönelmesini sağlayacak güçlü ve sevkedici bir metoddur.
Allah (c.c) faziletli üstad Seyyid Sabık'ı bu yolda muvaffak kılmıştır. O, bu kitabını, kolay bir üslûpla ve kaynaklara dayanarak açıklamıştır, inşallah, bu çalışmasıyla Allah'ın bahşedeceği sevaba nail olmuş ve islâm'ı öğrenmeye çalışanların takdirini kazanmış olacaktır.
islâm'a olan hizmeti, Ümmet-i Muhammed'i faydalandırması ve İslâm'a yaptığı davetten dolayı Allah (c.c) kendisini hayırla mükafatlandırsın ve bu çalışmasıyla Allah Teâlâ kendisine ve insanlara hayır ihsan eylesin.
Âmin
Hicrî: 1365 (15 Şaban)
Kahire
Giriş
İslâm Daveti, Umumî Oluşu ve Gayesi
Allah Teâlâ (c.c), Muhammed (s.a.v)'i, insanlar için düzenli bir hayatı sağlayacak olan, onları en olgun ve en yüce mertebelere ulaştıran mükemmel tevhid diniyle, evrensel tslam nizam ıyla gönderdi.
Rasûlüllah (s.a.v), yaklaşık 23 sene boyunca, insanlara Allah'a davet konusunda bu mükemmel nizamla hükmetti ve dini tebliğ edip insanları bu dinde toplamak amacına da ulaştı.
İslam, daha önceki dinler gibi, bir nesle ya da kabileye mahsus olan ve diğerlerini ilgilendirmeyen mahallî, sınırlı bir din değildir. Bilâkis, yeryüzündekilerin hepsini kuşatan umumî bir dindir. Bir bölgeye veya belirli bir zaman dilimine has değildir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Bütün âlemlere bir korkutucu olsun diye, kuluna Kür'anH indiren Allah'ın şanı ne yücedir" (Furkan: 1} Yüce Allah yine şöyle buyuruyor:
"Ey Rasulüm, bizseni ancak insanlara Cenneti müjdeleyici, azabı haber verici bir peygamber olarak gönderdik" (Sebe: 28) Bir başka ayette de şöyle deniyor: 21
"Rasûlüm de ki: 'Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize gelen Allah'ın peygamberiyim. O Allah kî, göklerin ve yerin tasarrufu O'nundur. O'ndan başka hiç bir ilah yoktur, öldürür ve diriltir. O'nun için hem Allah'a, hem de bütün kelimelerine iman getiren o ümmî peygambere, Rasûlüne iman edin ve o peygambere uyun ki, doğru yolu bulaşınız" (A'raf: 158) Keza sahîh bir hadiste de şöyle buyurulur: "Her nebî, hususî olarak kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise kızıl ve siyah derili bütün insanlara gönderildim."2
Bu davetin genel ve kapsamlı olduğunu pekiştiren deliller şunlardır:
1-İslâm dininin, insanlar için, inanması zor ve yaşanması güç olan bir tarafı
yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor
"Allah bir kimseye ancak gücü yettiği kadar teklif eder." (Bakara: 286)
"Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez. "(Bakara: 185)
"Allah din işlerinde üzerinize bir güçlük yühlemedz." (Hac: 78)
Buhârî'de, Ebû Sa'îd el-Hudrî'den yapılan rivayete göre, Rasûlüllah (s.a.v); "Bu din kolaydır; kim bu dini zorlaştırmaya kalkarsa, "din ona galib gelir," buyurmuştur.3
Müslim'de, Rasûlüllah (s.a.v) den rivayet edilen hadiste şöyle buyurulmuş-tur: "Allah'a en sevimli gelen din, kolay din olan islâmiyet'tir."4
2- Apaçık delillerle gelmesi ve ifadelerinin anlaşılır bir şekilde olmasından dolayı; zaman ve mekanın değişmesiyle, itikad ve ibadet hükümleri değişmez. Hiçbir kimsenin bunlara ilavede bulunmaya veya noksanlaştırmaya yetkisi yoktur. Dinî maslahat, siyasî işler ve harp durumları gibi zaman ve mekanın değişmesiyle değişen unsurlar; her asırda insanların maslahatlarına uygun düşsün, ûlülemr'in hak ve adaleti yerine getirmesi mümkün olsun diye ana hatlarıyla zikredilmiştir.
3- İslâm'daki her talimat ile, dinin, aklın, neslin ve malm muhafazası kastedilmiştir. Bu durumun fıtrata uygunluğu, akla ve ilerlemeye her zaman ve mekânda uygun olduğu apaçıktır. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
"De ki: 'Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?' De ki: 'bu zinet ve hoş nzık, dünya hayatında iman edenler içindir. Kâfirler de faydalanır. Fakat kıyamet gününde yalnız mü'minlere aittir.' Böylece ayetlerimizi bilen kimselere açıklıyoruz!" "De ki: 'Rabbim şunları haram etti: Bütün fuhşiyyatı, -açığını ve gizlisini-, her türlü günahı, haksız isyanı ve Allah'a, hakkında hiç bir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allah'a isnad etmenizi.'"(A'râf: 32-33)
"Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Fakat ahirette onu; küfürden sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize iman etmiş olanlara has kılacağım. Onlar ki, yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de ismini yazılı buldukları ümmi Nebi olan o Resule tabi olurlar. O kendilerine iyiliği emrediyor, fenalıklardan alıkoyuyor; onlara nefislerine haram ettikleri temiz şeyleri helal kılıyor, murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor; onların ağır yüklerini, üzerlerindeki bağlan indiriyor. Ve onlar ki, o Rasûl'e îman ederler, kendisine tazim ederler, O'na yardım ederler ve kendisine indirilen Kur'an'a tabi olurlar. İşte bunlar kurtulanlardır. "(A'râf: 156-157)
İslâm Davetinin Gayesi
İslâm davetinin yöneldiği gaye; nefisleri temizlemek, insanları Allah'ı öğrenme ve O'na ibadet etme yoluna sevketmek, insanlık bağlarını kuvvetlendirerek o bağları sevgi, rahmet, kardeşlik ve adalet esasları üzerine oturtmaktır. İşte insan, bununla dünya ve ahiret saadetine erer. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "
Çoğu okum a-yazma bilmeyen araplar için, soylarından bir Rasûl gönderen O'dur. Üzerlerine O'nun ayetlerim okuyor, onları temizliyor, kendilerine Kur'ân ve şeriat öğretiyor. Halbuki bundan önceaçık bir sapıklık içinde idiîer"(Cum'a: 2)
"Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. "(Enbiyâ: 107) Hadisde ise; "Ben hidayet yolunu gösteren bir rahmetim" Duyurulmaktadır.3
İslâm Teşrii: Fıkıh
İslâm teşrii, İslâm davetinin düzenlediği mühim kısımlardan birisidir. Risaletin amelî bölümünü temsil etmektedir. İslâm şeriatı, Allah'ın Nebi'sine olan vahyinden başka bir şeyden çıkmış değildir. Rasülüllah (s.a.v)'in gayreti, şeriatı tebliğ ve açıklama dairesini aşmamaktadır. Allah Teâlâ:
"O, kendi nefsine göre konuşmaz: O'nun konuştukları, kendisine gelen vahiyden başkası değildir. "(Necm: 3-4) buyurmuştur.
Hüküm verme, siyaset ve harp gibi dünya işleriyle ilgili teşrie gelince: Rasülüllah (s.a.v), bu konularda müşavereyle emrolunmuştur. Bazan bir meselede -Bedir ve Uhud savaşlarında olduğu gibi- görüş belirtir, sonra ashabının görüşüne dönerdi. Ashab, bilmedikleri konulan Rasülüllah (s.a.v)'e sorar, ayetlerin manasından kapalı olanların açıklamasını ister ve kendi anladıklarını Rasülüllah (s.a.v)'e sunarlardı. Rasülüllah (s.a.v), bazen onların anlayışlarını beğenir, bazen de görüşlerinin hatalı yanlarını onlara açıklardı.
İslâm'ın, ışığında yürümeleri için müslümanlara koymuş olduğu genel kaideler şunlardır:
1- Meydana gelmeyen bir olay hakkında soru sormayı, olay meydana gelinceye kadar nehyetmesi. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ey îman edenler! Öyle şeylerden Rasûl'e sormayın ki; size açıklanırsa fenanıza gidecektir. Halbuki, Kur'ân indirilirken sorarsanız, onlar size açılır, meydana çıkar.
Allah, şimdiye kadarki sorularınızı bağışladı. Allah çok bağışlayıcıdır, azabında aceleci değildir. "(Maide: 101)
Bir hadîs-i şerifinde Nebî aleyhisselatu ve's-selam, meydana gelmemiş meseleler hakkında soru sormaktan nehyetmiştir.6
2-Çok soru sormaktan ve karmaşık meseleler ortaya atmaktan sakındırması. Hadiste şöyle geçmektedir: "Allah Teâlâ size, dedikoduyu, çok soru sormayı ve malı zâyî etmeyi hoş görmez".1 Yine bir başka hadiste şöyle buyuruluyor: "Allah' Teâlâ bir takım farzlar koymuştur, onları zayi etmeyiniz; bir takım hudutlar çizmiştir, onları aşmayınız; bir takım haramlar koymuştur, onlan çiğnemeyiniz; bir takım şeyler hakkında -unutmahsızm- sizlere rahmet olsun diye hüküm belirtmemiştir, onları araştırmayınız."8 Yine bir hadiste; "İnsanların en suçlusu, bir şey haram değilken, onun sorusundan dolayı haram kılındığı kişidir," denmektedir.9
3-Dinde tefrika ve ihtilaftan uzak durmak. "İşte bu dininiz, esasta tek bir dindir. "(Mû'min'ün: 52)
"Elbirlik Allah'ın dinine sımsıkı şaftlın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın."(Ali îmrân: 103),
"Çekişmeyin, sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. "(Enfâl: 46.)
"Dinlerini ayrı ayrı fırkalara ayırıp parçalayanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilgin yoktur. "(En'âm: 159),
"Böylece parça parça olmuşlardı. "(Rûm: 32)
Ey Mü'minler! Kendilerine açık deliller ve ayetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşen Hıristiyan ve Yahudi'ler gibi olmayın. İşte onlar için çok büyük bir azab vardır. "(Ali îmrân: 105)
4-Tartışmalı konulan, şu âyet-i kerimeyle amel ederek Kitab ve Sünnet'e döndürmek: "Bir şey hakkında çekiştiğinizde, hemen onu Allah'a ve Rasûlü'ne arzediniz. "(Nisa: 59)
"Anlaşamadığınız herhangi bir şey hakkında hüküm Allah'a aittir. "(Şûra: 10) Bunun sebebi, Kur'ân-ı Kerîm'in din'i açıklamış olmasıdır.
"Sana bu hitabı, her şeyi beyan etmek için ve bir hidayet, bir rahmet, müminlere de bir müjde olarak peyderpey gönderdik. "(Nahl: 89)
"Biz o kitapta hiç bir şeyi noksan bırakmadık." (En'am: 38) Bu hususu amelî sünnet de açıklamıştır:
"Ey Rasûlüm! Sana da Kur'an'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara anlatasam. "(Nahl: 44) "Gerçekten biz kitabı sana hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin." (Nahl: 89) Bununla Allah'ın emri tamam oldu ve İslâm'ın esasları açıklığa kavuştu.
"Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak islam'ı seçtim. "(Mâide: 3)
Dinî meseleler bu kaideler üzerine bina edildiği, hakem olması için başvurulacak asıl merci belli olduğu müddetçe ihtilâfın anlamı ve yeri yoktur.
"Rabbin hakkı için, onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiç bir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe îman etmiş olmazlar. "(Nisa: 65)
Ashab ve hayırla anılan ashaba tâbi nesiller bu kaidelerin ışığı altında yürümüşlerdir. Farklı müracaat kaynakları ve bazısının bildiğini diğer bazısının bilmemesi gibi bir kaç mesele dışında, aralarında ihtilaf olmamıştır.
Dört mezhep imamlarına gelince; bunlar da öncekilerin çığırına girmişlerdir. Yalnız, bazısı -Hicaz bölgesi gibi- sünnete daha yakındı, hadis bilenler ve hadis rivayet edenler çoğunluktaydı; bazısı ise -İraklılar gibi- rey taraftarıydılar, çünkü vahyin doğduğu yerden uzak olmaları sebebiyle hadis hafızları azdı. Bu imamlar olanca gayretleriyle insanlara dinlerini öğretmeye ve onları hidayete erdirmeye çalıştılar. Onlar kendilerinin taklit edilmesini nehyederek şöyle diyorlardı:
"Bizim delilimizi bilmeden bir kimsenin sözümüzü söylemesi caiz değildir." Mezheplerinin "sahih hadis" olduğunu açıkça belirtmişlerdi. Çünkü maksatları, Ra-sûlüllah (s.a.v) gibi masum kabul edilip taklid edilmek değil, bilakis insanlara, Allah'ın hükümlerini anlamada yardımcı olmaktı.
Ancak, sonraki insanların gayretleri gevşedi, azimleri zayıfladı. Onlarda hikaye ve taklid huyu harekete geçti. Her topluluk kendi mezhebinin muayyen görüşüyle yetinerek onun etrafında dönüp durmaya ve taassupla onu savunmaya başladı; onun zaferi için bütün kuvvetini kullanmaya ve imamının görüşünü Allah'ın sözü mertebesine çıkarmaya çalıştı. İmamının verdiği fetvaya ters düşen bir mesele hakında, kendisini fetva vermeye yetkili görmedi. İmamlara güvenme o dereceye ulaştı ki, hatta Kerhi; "eshâbımızın (mezheb alimlerimizin) görüşüne ters düşen bir âyet ve hadis ya mensuhtur veya te'vîl edilmiştir," demiştir.
Mezhebleri taklid ve taassub sebebiyle ümmet, Kur'ân ve Sünnet'in hidayet yolunu kaybetti. "Ictihad kapısı kapalıdır" sözü ortaya çıkarak, şeriat, fukahâmn sözleri; fukâhânın sözleri de şeriat kabul edildi. Fukahâ'nın sözlerinden çıkanlar, sözlerine güvenilmeyen, fetvaları geçerli olmayan bidatçılar olarak kabul edildi. Bu yanlış ruhun yayılmasına, iktidar sahiplerinin ve zenginlerin yaptırdıkları medreseler ve bu medreselerde bir mezheb veya belli mezhebler üzerine yapılan tedrisât da yardım etti. Bu durum, kendileri için tâyin edilen maaşları korumak endişesiyle ictihaddan yüz çevirmeye ve mezheblere taassupla bağlanmaya sebep oldu.
Ebû Zura'a, hocası Bulkinî'ye: "Şeyh Takiyyuddin Sübkî ictihad araçlarını mükemmelleştirmişken niçin içtihadı ihmal etti?" diye sorunca Bulkînî sustu. Ebû Zura'a şöyle dedi: "Bence ictihaddan kaçmışları, dört mezheb üzere olan fakihle-re verilen görevler sebebiyledir. Çünkü bu mezheplerden çıkanlar makama nail olamayacaklardır; hüküm verme hakkından mahrum kalacaklar, insanlar onlara fetva sormaktan sakınacaklar ve onlara bidatçı diyecekler." Bunun üzerine Bulkînî güldü; bu konuda onu haklı buldu.
Taklide bağlanıp, Kitab ve Sünnet'in rehberliğini kaybettikten sonra, "İçtihad kapısı kapalıdır" sözüyle Ümmet-i Muhammed en büyük belâlara uğrayarak Ra-sûlüllah (s.a.v)'in sakındırmış olduğu keler yuvasına10 girdi. Bu taklidin sonucu olarak, ümmet grup ve hiziplere ayrıldı. Hatta onlar, Hanefi bir müslümanla Şâ-fî'i bir müslümamn evlenmesinde ihtilafa düştüler. Bazıları; "sahih olmaz, çünkü Şâfî'iler imanlarında şüphe içindedirler" derken, (Şâfi'îlerce 'inşaallah ben mü'minim' demek caiz olduğu için...) diğer bazıları da, "gayri müslimle evlenmenin caiz olmasına kıyasen caiz olur" demişlerdir. Yine bu taklidciliğin eseri olarak bidatler yayıldı, sünnet'in izleri gizlendi. Aklî hareket öldürülerek fikrî heyecan durduruldu. Ümmetin şahsiyetini zayıflatacak biçimde, ilmî bağımsızlık kayboldu. Böylece ümmete, kurtarıcı bir hayatı kaybettirerek gelişmesini ve ayağa kalkmasını engellediler. Yabancılar, bununla bir gedik bularak islâm'ın özüne nüfuz etmeye başladılar. Seneler geçti, asırlar bitti. Allahu Teâlâ, bu ümmete, her zaman dinini ihya edecek, onları uykularından uyandıracak ve doğru yöne çevirecek kişiler gönderdi. Fakat bu kişiler, onları ikaz etmeye devam etlikçe, onlar bulundukları bale tekrar dönüyor veya daha da şiddetleniyorlardı. Sonuç olarak, Allah'ın, bütün insanların hayatını kendisiyle tanzim ettiği, dünya ve ahiret hayatları için bir kanun kıldığı İslâm nizâmı, örneği görülmemiş bir dereceye düştü, çok derin bir çukura girmiş oldu. İslâm teşrii ile uğraşmak; aklı ve kalbi, bazan da zamanı öldürme olarak telakki edildi. Artık İslâm teşrii Allah'ın dinini ifade etmez, insan hayatım tanzim etmez duruma düştü.
İşte, son fakihlerden birinin yazdığı bir misal: "tbni Arefe, icâre'yi tarif ederek şöyle dedi: 'Gemi ve hayvan dışında, kendinden doğan makul bir karşılığı olmadan, o karşılığın bâzısı, menfaatin bâzısına denk gelecek şekilde olmayan ve nakli mümkün olmayan menfaatin satılmasıdır.' Öğrencilerinden birisi hocasına itiraz ederek, buradaki "bâzı" kelimesinin, tarifin kısa olması kuralına ters düştüğünü, zikredilmesinde de zaruret olmadığını söyleyince, hocası iki gün düşündükten sonra, "bazı" kelimesinin tarifte bir anlamı olmadığına karar verdi."
işte şer'î meseleler bu noktada kaldı. Âlimler, metinlerden başka bir şey ortaya koyamaz oldular. Haşiyelerden, haşiyelerdeki farazî soru ve itirazlardan, bilmecelerden ve bunlar üzerine yazılan takrirlerden başka birşey bilemez oldular. Nihayet, Avrupa, eliyle Şark'ın başına vurmaya, ayağıyla da tekmelemeye başladı. Bu darbelerle uyanması ve sagına-soluna dönerek kendine gelmesi gerekirken, o, durmadan yürüyen hayatın gerisinde kaldı;,yürüyen kafilenin karşısında oturmaya devam etti. Halbuki o, kendini, tamamı hayat, kuvvet ve gelişme olan yeni bir âlemin önünde bulmaktaydı. Gördüğü şey onu korkuttu: Tanık olduğu durum ise şaşkına çevirdi. Tarihini inkâr edip ecdadına karşı gelen, din ve âdetlerim unutanlar şöyle bağırdılar: "Ey şarklılar! îşte Avrupa! Onların yoluna girin. İyi ve kötü işlerde, iman ve küfürde, acı ve tatlı herşeyde onları taklid edin!" O zamana kadar vaziyete aldırış etmeyenler, cevap olarak "la havle" ve "innâ lillâh" kelimelerini tekrarlamakla yetinip, kendi içlerine kapanarak evlerine çekildiler.
Bu durum, böyle gafillerin elinde, İslâm'ın, yükselme yoluna giremeyeceği ve zamanla yanşamayacağı şeklindeki yanlış kanaate dair diğer bir delil oldu. Yabancı kültürler; dinine, örf ve adetleri zil olmasına rağmen Doğu'nun hayatını kunlrol eder hale geldi. Avrupa kültürü, evlere, sokak ve caddelere, okul ve üniversitelere kadar saldırıya geçti. Her bölgeden takviyeler alarak galibiyetler elde etmeye başladı. Doğu, az kalsın dinini ve âdetlerini unutacak hale geldi. Geçmiş ile arasındaki bağları kopardı. Ancak, yeryüzü, Allah'ın yoluna hüccetle çağıranlardan hiç bir zaman uzak kalmamıştır, islâm davetçileri, Batı'ya aklanan bu kimseleri uyandırmaya başladılar: "Tedbirlerinizi alın, onların propagandalarından sakının. Muhakkak ki, Batılıların bozuk ahlâkı, onları kötü bir sonuca ulaştıracaktır. Yaradılışlarını sağlam bir imanla, tabiatlarını yüksek bir ahlak örneği ile düzeltmedikleri sürece, Batılıların sahip oldukları ilim yakında harab olup bozulacak, medeniyetleri aıeşe dönüşerek onları yutacak ve üzerlerine son hükmü geçerli kılacaktır:
"Ey Muhammedi Rabbinin, hiç bir memlekette benzeri ortaya konmayan sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Âd milletine ne ettiğini görmedin mi? Vadide kayaları, kesip yontan Semûd milletine, memleketlerde aşın giden, omlarda bozgunculuğu artıran sarsılmaz bir saltanat sahibi Firavun'a Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Rabbin onları azab kırbacından geçirmiştir. Doğrusu Rabbin hep gözetlemekteydi." (Fecr. 6-14)
Hak dâvetçileri, bu donmuş insanları, değerli hidayete ve temiz kaynağa çağırmak için şöyle sesleniyorlardı: "Haydi, Kitab ve Sünnet kaynağına dönün! Dininizi o ikisinden ahn. Başkalarını o ikisiyle müjdeleyin. Bu durumda, bizi şaşırtan dünya sizinle hidayete erecek, azap çeken insanlar sizinle mesud olacak!"
"Ey insanlar! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe inanmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasûlüllah en güzel örnektir." (Ahzâb: 21)
Allah'ın fazlındandır ki, bu davayı pek çok iyi insan hoş karşıladı. Samimi kalpler kabul etti ve gençler onu kucaklayarak canlarını ve malik oldukları mallarının en değerlilerini bu yolda feda ettiler.
Acaba Allah, nurunun yeryüzünü aydınlatmasına izin verecek midir? İnsanın; îman, sevgi, iyilik ve adaletin yönettiği temiz bir hayatla hayat bulmasını takdir edecek midir? İşte bu sorulara:
"Bütün dinlerden üstün kılmak üzere Rasülünü doğruluk rehberi Kufâı ve Hak din ile gönderen O'dur." (Fetih: 28)
"Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar, varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet: 53) ayetleri en güzel şekilde cevap vermektedir.
DİPNOTLAR
1-Bu tek bir hadis olmayıp üç ayrı hadisten oluşmaktadır. "Allah (cc) kendisine hayır dilediği kişiyi dinde fakih yapar" şeklindeki ilk kısım, Muaviye (ra.) yoluyla rivayet edilmiş olup müttefekun aleyhtir, bk. Buharı, Ilın, 13; Müslim, Zekât, 33. Hadisin geri kalan kısmı Ebu'd-Derdâ (ra.)'dan mervî olup baş tarafı "Kim ilim öğrenmek üzere bir yola girerse, Allah ona Cennete giden bir yolu kolaylaştırır..." şeklindedir, bk. Ebû Dâvûd, Hm, I; Tir-mizt, llm, 19; 2--Ibni Mâce, Mukaddime, 17.
2-Müslim, Mesâcid, (mukaddime kısmı, hd no. 3).
3-Buhâri, iman, 29; Nesdî, İman ve Şerâiuh, 28.
4-Buhârî, İman, 29. Buhârî bu hadisi burada muallak olarak verir, tbni Hacer şöyle der: "...Müellif bu muallak hadisi bu kitapta müsned olarak vermemiştir, çünkü kendi şartına uygun değildir; fakat el-Edebu'1-müired'de mevsul olarak verir. Yine Ahmed b. Hanbel ve başkaları da Muhammed b. Ishak an Dâvûd b. Husayn an tkrime an lbni Abbas tarikıyla mevsul olarak verirler. Senedi hasendir..." Bk. Fethul-bârî, 1/94. Hadis Müslim'de bulunmamaktadır.
5-Hâkim, Mûstedrek, 1/35. Hadisin lafzı şöyledir: "Ey insanlar! Ben hidayet yolunu gösteren bir rahmetim". Hâkim şöyle demiştir: "Hadis Şeyhayn'm şartı üzere sahihtir, her ikisi de seneddeki Mâlik b. Saîd ile ihticac etmişlerdir, sika râvîlerin teferrüdü makbuldür." Zehe-bî de Telhîsu'l-müstedrek'ie ona muvafakat etmiştir.
6-Ebû Dâvûd, tim, 8; Ahmed, Müsned, 5/435.
7-Buharı, İstikraz, 20; Müslim, Akziye, 5; Ahmed, Müsned, 4/239.
8-Dârekutnî, 4/184; Hâkim, Mûstedrek, 4/115; Beyhâkî, Cimâu ebvâbi kesbi'l-haccâm, 38.
9-Buhârî, t'tisâm, 3; Müslim, Fezâil, 37; Ahmed, Müsned, 1/179.
10-Yazar şu hadise atıfta bulunmuştur: "Sizler karış karış, zir'a zir'a sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. Hatta insanın giremeyeceği küçük bir keler deliğine girecek olsalar, siz de onları takib edeceksiniz" (Ashab) Sorduk: "Ya Rasulallah! Bunlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı olacak?" (c.n.) ( Fıkhu sünne islam hukuku , seyyid sabık islam fıkhı, fıkhus Sünne , FIKHUS SÜNNE , fıkhus sünne , pınar yayınları )
Pınar Yayınları, Seyyid Sabık tarafından yazılan Fıkhus Sünne Ayet hadislerle İslam hukuku adlı kitabı incele diniz.