Kitap Fususul Hikem Tercüme ve Şerhi
Yazar Muhyiddin İbnul Arabi
Tercüme Ahmed Avni Konuk
Yayınevi Marmara İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları - İFAV
Kağıt - Cilt 2.Hamur kağıt - karton kapak cilt, 4 cilt, takım
Sayfa - Ebat 1.748 sayfa - 16x23,5 cm
Yayın Son Baskı
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları tarafından yayınlanan, Muhiddin İbni Arabi nin yazdığı Fususul Hikem Tercüme ve Şerhi kitabını incelemektesiniz.
Muhyiddin İbn-i Arabi nin yazdığı 4 cilt Fususul Hikem tercümesi kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Fususul Hikem Tercüme ve Şerhi
İbnul Arabî'nin en meşhur eseri olan Fusûsu'l-Hikem, İslâm tasvvufunun Mesnevi ile birlikte şah eserlerinden biridir. Hacmi küçük olmakla beraber anlaşılmasındaki güçlük, Sadreddin Konevî'den itibaren günümüze kadar yüzden fazla Arapça, Farsça ve Türkçe şerhlerinin yapılmasına sebep olmuştur. XX. asrın başlarında Avrupa'da İslâm tasavvufuna gösterilmeye başlayan alâka gittikçe artmış, İbnu'l-Arabî'nin eserleri hakkında çalışmalar yapılmış ve tercümeleri neşredilmiştir. Denebilir ki bugün batı dünyası İbnu'l-Arabî ve eserlerini doğudan çok daha fazla tanımaktadır.
İbnu'l Arabi, Konevî'den itibaren birkaç asır boyunca en fazla Anadolu'da bilinmiş, okunmuş ve itibar görmüştür. Osmanlı tasavvuf anlayış âdeta İbnu'l-Arabî ve Mevlâna'nın eserleriyle şekillenmiştir.
Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında yazılan, Mesnevi şarihi Ahmed Avni Konuk Bey'in Fusûsul Hikem Tercüme ve Şerhi, Osmanlı tasavvuf anlayışını günümüze nakleden bir köprü olarak kabul edilebilir. Bu şerh sayesinde okuyucu Fusûsu'l-Hikem'in kapalı ifadelerinin hiç olmazsa bazılarının açıldığını görebilecektir. Bu yönüyle eser bir Fusûs anahtarı olarak telakki edilebilir.
TAKDİM
Neşrini takdîm ettiğimiz
Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1334-1346 hicrî ve 1915-1928 milâdî yılları arasında kaleme alınmıştır. Müellifi merhum
Ahmed Avni Konuk Bey'in el yazısıyla olan nüsha Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphânesi'nde 3853-3880 numaralarda kayıtlı bulunmaktadır. Tamâmı 28 defter olan bu müellif nüshasından,
4 cilt hâlinde neşre hazırladığımız bu eserin ilk cildini tamamlamış bulunuyoruz.
İslâm tasavvuf ve tefekkür târihinin en mühim eserlerinden biri olan
Fusûsu'I-Hikem'in, M. E. Bakanlığı tarafından basılmış bir
tercümesi vardır. Geçmiş asırlarda yazılmış ve bir tanesi basılmış
türkçe şerhleri bulunduğu halde son altmış senede bunların hiçbiri basılamamıştır. Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında te'lîf edilmiş, fakat yayınlanmamış olan bu şerhin, Kütüphâne'de müellif nüshası olmasına rağmen, umûmun istifâdesinden uzak kalması, tasavvuf ve tefekkür târihimiz bakımından büyük bir kayıptı. Bu kaybı telâfi etmeyi, müellifin bastıramadığı bu eseri kültürümüze kazandırmayı bir vazife ve borç telakkî ederek neşre hazırlamaya teşebbüs ettik. Gerekli izinleri alarak bu eserin kopyısını te'mîn edip, bizi böyle bir çalışma yapmaya teşvik eden ve yardımlarını esirgemeyen Muhterem Ahmet Dağkurs ve Özkaya Duman Beylere teşekkür etmeyi bir borç bildiğimizi burada hemen ifâde etmek isteriz.
Osmanlı devri ile Cumhuriyet devri arasında ilim, düşünce ve san'at sahasında bir kopukluğun çeşitli sebepler dolayısıyla ortaya çıktığı, bu kopukluğun bir kültür boşluğuna, hattâ buhranına sebep olduğu söylenmekte ve yazılmaktadır. Sanıyoruz ki, ilim, tefekkür ve san'at sahasında bu kültür kopukluğunun ve boşluğunun doldurulmasında yapılacak ilk işlerden biri, Osmanlı devrine âit
türkçe eserleri dilini değiştirmeden bugünkü alfabe ile aynen, Türk müelliflerin yazdığı
arapça ve farsça eserlerin ise hem aslını, hem de tercümesini neşr etmektir. Son yıllarda edebiyat ve târih sahasında bu neviden eserlerin neşredilmesi sevindiricidir. Fakat din ilimleri ve tefekkürü sahasında, tercüme bir kaç eser müstesna aynen basılmış
türkçe eser yok denecek kadar azdır. Bu
türkçe eserlerin aynen bugünkü alfabe ile basılmasının devirler arası Türk dilinin devamlılığını sağlamak hususunda pek çok faydası olacağı şüphesizdir. Kültür kopukluğunun en müşahhas örneği Türk dilinin son 30-40 sene öncesine nisbetle fevkalâde değişmiş olmasıdır. Cumhuriyet devrini başlatanların
türkçesini bile yeni nesiller anlamamaktadır. Bunun çâresi anlaşılmayanların sadeleştirilmesi değil, gerek yakın yılların, gerekse daha uzak devirlerin
türkçe eserlerini dilini değiştirmeksizin aynen vermek, böylece önce dil bağı ve devamlılığını sağlamak, sonra bu vâsıta ile kültür köprüsünü kurmaktır. Dilin zamanla değişmesi gayet tabiî bir hâdisedir. Elimizdeki
Fusûs Şerhi bunun canlı bir örneğidir
. Ahmed Avni Bey'in kullandığı
türkçe, kendisinden 300 sene kadar önce Abdullah Bosnevî'nin (ö. 1054/1644)
Fusûs Şerhi'nde kullandığı türkçenin aynı değildir. Fakat bu iki eser arasında uzun bir zaman geçmesine rağmen bir dil kopukluğu yoktur.
A. Avni Bey'in eserinin
Türkçesiyle günümüz türkçesi arasında altmış senelik bir zaman farkı olduğu halde, değişiklik çok büyüktür. Geçmiş devirlerin, hattâ yakın zamanların eserlerini, pek de muvaffak olamayan sadeleştirmelerle vermek, bu dil farkının gittikçe artmasına mâni olmadığı gibi, kültür kopukluğunu kapatmakta da pek yararlı görünmemektedir. Kanâatimizce bu bakımdan daha verimli olabilecek şey, günümüz ilim, fikir ve san'at adamlarına, az sayıda bile olsalar, geçmiş devirlerin
türkçe eserlerini, bugünkü alfabe ile aynen okuyabilmek imkânını vermektir. Edebiyat fakültelerinde "transkripsiyon" işaretleriyle neşre hazırlanan eserler sâdece "türkolog"lar, tarihçiler, yâni mütehassıslar tarafından okunması lâzım gelen eserler değil, Türk ilim, tefekkür ve san'atına alâka duyan bütün Türk aydınları tarafından okunacak eserlerdir. Meselâ XVI. asra âit Fuzûlî'nin Divân'ı türkologları, yâni sahanın mütehassıslarını ilgilendirdiği gibi, lisede öğrenim göre şiire meraklı gençleri veya şâir bir elektrik mühendisini de alâkadar eder. Şu halde, bu misâlden hareketle diyebiliriz ki, Türk kültürüyle alâkalı eserler, yalnız mütehassısları değil, bütün Türk aydınlarını alâkadar ettiği için, onların istifâde edebileceği şekilde neşredilmelidir.
İşte bu eserler bir yandan Türk dilinin geçmişiyle irtibatını sağlayacak, diğer taraftan da ilim ve tefekkür bağının daha geniş bir çevrede kurulmasında çok faydalı bir rol oynayacaktır. Din ilimleri ve tefekkürü bakımından buna ilâve edilecek bir başka husus daha vardır. Milletimizin on asır boyunca yaşadığı İslâm medeniyet ve kültürü içinde elde etmiş olduğu üslûb, netice ve terkipler bilinmezse, müslüman diğer milletlerin tercihlerine yönelmesi kaçınılmaz bir davranış olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzün din ilim ve kültürü, târihimizin geçmiş devirleriyle irtibatını tam kuramadığı için, maalesef söz konusu kültür kopukluğundan hissesine düşeni bir çok bakımdan ağır bir buhran hâlinde yaşamaktadır. Dînî düşünce ve san'at dallarında te'lif eserlerin tercümelere nisbetle çok az olması bu durumun gözle görünür örneklerinden biridir. Dînî düşüncenin ana kollarından biri olan tasavvuf sahasında Osmanlı asırlarında pek çok türkçe eser mevcut olmasına rağmen, son yarım asırda yüksek seviyede te'iif eserlerin yok denecek kadar az olması da, kültür kopukluğunun üzücü bir neticesidir.
Gerek tasavvufî eserler, gerekse bütün diğer ilmî, fikrî ve edebî eserlerin, sahalarına göre bir kaç araştırmacının inhisarında olduğu düşünülemez. Vaktiyle bu milletin ilim ve fikir adamlarına, münevverlerine hizmet etmek ve onlara hitap etmek için yazılmış olan eserler, bugünün aydınlarının doğrudan istifâde edebileceği şekilde takdîm edilmelidir. Acemî ve yetersiz bir
türkçe ile bunları sadeleştirmek, müelliflerin görüş ve düşüncelerini az-çok bozmak veya anlaşılmaz hâle getirmek demektir.
Dilin değişmesinin ortaya büyük bir güçlük çıkardığı, okuyucu sayısını ise oldukça azaltacağı muhakkaktır. Fakat bir yabancı batı dilini öğrenmek için büyük zahmet ve külfetlere katlanan Türk aydını ve ilim adamının, kendi ana diline âit üç-beş kaide ve üç-beş bin kelimeyi öğrenemiyeceğini düşünmek, onlara güvensizlikten başka bir şey ifâde etmez. Her şeyiyle bir yabancı dili öğrenmeye gayret eden bir kimsenin kendi öz kültürünün mahsûlleri karşısında acz ve çaresizlik göstermesi hâlinde, bu yabancılaşmanın kendisine ve milletine ne kazandırdığı veya kendi öz benliğinden neler götürdüğü iyi bilinmelidir.
Matbaalarda ortaya çıkan güçlük ise teknik bir mes'eledir. Buna elbette daha kolayca çâre bulunabilir. Esas mühim olan mes'ele, dilci ve edebiyatçılarımızın, "transkripsiyon" işaretleri yerine, çok sâde ve karışıklıkları önleyici bir kaç işaret ihtiva eden imlâ kaideleri ile bu nevî neşirleri kolaylaştırmak ye bu neşirİer arasında imlâ birliğini sağlamak için bir usûl tesbit etmeleri ve üzerinde anlaşmalarıdır.
Fusûsul Hikem ve şerhlerinin İslâm ilim ve düşüncesindeki yeri ne olabilir? suâline cevap vermek, bir bakıma daha umûmî bir planda, tasavvufun İslâm ilimleri ve düşüncesindeki yeri nedir? suâlinin cevâbı olarak ele alınabilir.? Zîrâ Gazzâlînin İhyâu Ulûmi'd-Dîn'inden itibaren denilebilir ki, bütün düşünce akımları tasavvuf içinde ve büyük mutasavvıfların şahsiyetinde "terkîb"e ulaşmış, bilhassa Osmanlı münevveri bu terkîbi
Fusûsu'l-Hikem ve Mesnevî'de bulmuş ve şerhlerinde ifâde etmiştir. Bu terkîbi XIV-XVH. asırlar arasında kültür ve medeniyetinin her sahasında en yüksek seviyede yaşatmıştır. Sonraki asırlarda da bu anlayışın akislerinin bütün gerileme ve yıkılış alâmet ve şartlarına rağmen, müslüman Türk ilim, fikir ve san'atında devam ettiğini görürüz. Neşrini takdîm ettiğimiz bu
Fusûs Şerhi, neşredilen ve henüz neşredilmemiş Mesnevi Şerhleri de, bu "sentez"in Osmanlı'yı Cumhuriyet Türkiye'sine birleştiren köprüler olarak kabul edilebilir. Yeni bir devrin başlangıcında dînî düşünce ve ilimlerin ihyasında, geçmişte olduğu gibi yine tasavvufun merkezî bir rol oynayacağını, tasavvufî büyük eserlerin de bu yeni "terkîb" de klasik metinleriyle temel taşlan olacağını kavrayabilmek, muhakkak ki gelecekte yapılacak olan şeylerde isabetli adımlar atmak imkânını verecektir.
Ahmed Avni Bey
Fusûsul Hikem Şerhi 'nde şöyle bir usûl takip etmiştir: Her "fass"ın başlığı altında, o "fass"ta ele alınıp incelenen "hikmet'i açıklamış sonra
Fusûs'tan bir iki cümleyi aynen yazıp
tercümesini vermiş daha sonra da
şerhini yapmıştır. Bâzan fasların sonuna ilgili gördüğü
Mesnevi beyitlerinin şerhini ilâve etmiştir.
Bu takdîm ettiğimiz neşirde,
Fusûs'un arapça cümlelerini sarihin yaptığı şekilde,
şerhin içinde vermek teknik sebepler dolayısıyla mümkün olmamış, cildin sonunda topluca verilmiştir. Bunun için
Fusûs metninin tercümeleri siyah puntolarla ve sahîfenin biraz içerisinden dizilmiş ve sonuna tekabül ettiği arapça metni göstermek için numara konulmuştur. Cildin sonunda topluca verdiğimiz arapça metin üzerinde bu numaralar (/) çizgisi üzerinde gösterilmiştir.
Fusûs metnini Ebu'l-Alâ el-Afîfî'nin hazırladığı nüsha üzerinden vermeyi uygun bulduk. Zîrâ şârih Ahmet Avni Bey'in kullandığı metin ya bir nüshanın aynı veya muhtelif nüshalardan hareketle sarihin meydana getirdiği tercihli bir metin idi. Afîfî'nin üç nüshayı esas alarak hazırlamış olduğu tahkîkli
Fusûs metni ile pek az da olsa farklılıklar gösteriyordu. Hem Afîfî neşrini ve hem de sarihimizin metnini vermek
Fusûs üzerinde çalışmak isteyenlere bir kolaylık sağlayabilirdi. Onun için Afîfî'nin neşrettiği metin üzerinde, sarihimizin kullandığı nüsha ile farklarını belirtmek suretiyle, tahkîkli neşrin okuyucuya kazandırılması yolunu tercih ettik. Bu bizi ayrıca arapça metni dizdirmek ve türkçe şerh içine yerleştirmek hususundaki bâzı teknik güçlüklerden kurtarmış oldu. Afîfî'nin hazırladığı metin üzerinde sarihimizin kullandığı metni şu şekilde gösterdik:
a) Afîfî'nin nüsha farklarını belirttiği yerlerde, sarihimizin metni ile mutabakat olduğu takdirde, dipnottaki kelime veya cümlenin altını çizerek,
b) Tamamen farklı ise, farklı olan yere (*) işareti koyup dipnotta el yazısı rik'a ile yazarak bu farkları belirttik. Bu dip notlarını yazan ve arapça metindeki numaraları işaretleyen Hattat
Dr. Muhiddin Serin Bey'e burada teşekkürlerimizi ifâde etmek isteriz. Görülecektir ki, Afîfî neşriyle sarihimizin kullandığı
Fusûsu'l-Hikem metni arasında bir kaç kelime hâriç pek mühim bir fark yoktur. Bu farkların bilinmesinin araştırma yapanlar için faydalı olacağını sanıyoruz.
Neşrimizde müellif nüshasının sahîfe başlarını satırlar arasında (/) işaretiyle gösterip, beşer sahîfe ara ile numaraladık. Müellifin nüshasında bâzan mükerrer numaralar ve atlamalar olmasına rağmen, bunlar iki üç sahîfeyi geçmediği için yeniden numaralama yoluna gitmedik. Arapça metinler kısmına rastlayan sahîfe başlarını ise, bu metinleri cildin sonunda verdiğimiz için işaretlememiz mümkün olmamıştır. Böyle yerlerde sahîfe değişikliğini türkçe metinlerin başına veya sonuna koyduğumuz (/) işaretiyle îtibârî olarak gösterdik.
Şerh metni içindeki âyet, hadîs ve diğer arapça, farsça ibareleri aynen verdik. Sâdece âyetlerin sonunda geçtiği sûre adını ve sûre numarasını ve âyet numaralarını parantez içinde ilâve ettik. Cildin sonunda verdiğimiz âyetler fihristi sûre ad ve âyet numaralarına göre hazırlanmıştır.
Hadîs ve hadîs-i kudsî metinleri indeksi, ilk kelimesinin harflerine göre alfabetik bir sıralama ile yapılmıştır.
Fusûs'ta ve şerhinde geçen hadîslerin tahkîkine teşebbüs etmedik. Zîrâ ayrı bir ilim dalı olan hadîs ilmine göre bu hadislerin değerlendirilmesi yapılmak gerekir ki, bu da hadis sahasında çalışanların yapabileceği bir çalışmadır. Mesnevî'de geçen hadîsler hakkında Dr. Ali Yardım böyle bir doktora çalışması hazırlamıştır. Kanâatimizce diğer mühim tasavvuf
kitaplarındaki hadisler de aynı şekilde hadis sahasında çalışan meslekdaşlarımız tarafından araştırılmalı ve incelenmelidir. Yalnız burada şunu ifâde etmek isteriz ki, Mesnevi ve el-Fütûhât el-Mekkiyye gibi âlim mutasavvıflar tarafından te'lîf edilen tasavvuf eserlerinde kullanılan hadislerin büyük bir ekseriyeti muteber hadis kitaplarında yer almakta ve hadîs âlimleri tarafından kabul edilmiş bulunmaktadır. Bir kısmı ise "Küntü kenzen mahfiyyen..." hadîs-i kudsîsi gibi, bâzı hadîsçilerin tenkitlerine rağmen tasavvuf ehlince "keşfen" sahih kanaatiyle asırlardır kullanılmakta devam etmiştir. İşte bu nevî hadîs veya hadîs-i kudsîleri "mevzu" (uydurma v.s. gibi) tâbirlerle reddetmek yerine, bâzı hadisçilerin yaptığı gibi, hadîs ilminde kullanılabilecek daha nüanslı değerlendirme yoluna gitmek, böylece bunların İslâm ilim ve kültüründeki yerini vukuf ve isabetle tesbît edip "mânâ"larını anlamak ve muhafaza etmek yolunu tercîh etmek, İslâm ilim ve düşüncesinin yeniden incelenmeye başladığı devrimizde, İslâmî ilimler arasında olması gereken "bütünlük" bakımından daha verimli neticeler verecektir.
Şerhin bugünkü alfabe ile neşredilmesinde bâzı güçlüklerin ortaya çıkacağını bu nevî çalışma yapanlar bilirler. Bu güçlüğe, ayrıca türkçenin şu son 20-30 senede geçirdiği büyük değişiklik ilâve olunca, okunabilir sâde bir imlâ tercîh etmek ve bir de lügatçe ilâve etmek zarurî göründü. Türkçede tek sesle telaffuz edilen "hemze" ve "ayn"; "se", "sîn" ve "sâd"; "te" ve "ti" v.s. gibi harfleri tek harfle göstermek bâzan mânânın anlaşılmamasına ve karışmasına sebep olmaktadır. Bunları çok mühim yerlerde belirtmeye çalıştık. "Sakin ayn" ve "hemze" harflerini kitapta apostrof (') işaretiyle aynı şekilde göstermekle beraber, lügatçede "sakin ayn" ters apostrof (') ile, "sakin hemze"yi ise metinde kullandığımız apostrof ile gösterdik. Bâzan "harekeli ayn"ı belirtmek için yine apostrof kullandık. "Kaf" (kalın k sesi) harfinden sonra gelen uzun "â" ve "ü" seslerinin üzerine yatık çizgi (" ) işareti koyduk. (
A ) işaretini ise dâima uzun seslileri
1 Dr. Ali Yardım; Mesnevi Hadisleri (Doktora tezi, Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. 1984 İzmir).