Kitap Sevgili’nin Gül Goncası Hazreti Fatıma
Yazar Nurdan Damla
Yayınevi Hayat Yayınları
Kağıt Cilt 2.Hamur, Karton kapak cilt
Sayfa Ebat 496 Sayfa - 13.5x21 cm
Nurdan Damla Hazreti Fatıma kitabı nı incelemektesiniz.
Hayat Yayınları Sevgili’nin Gül Goncası Hazreti Fatıma kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Nurdan Damla
Fatıma olmasaydı tanımayacaktık aşkı.
Muhabbeti Muhammedi'yi (s.a.v.) bilemeyecektik.
Onsuzluğun ölüm olduğunu anlamayacaktık.
Fatıma olmasaydı evlatlığın incisi dağılıp saçılacaktı yerlere. Kadın olmanın bestesi ahenksiz olacaktı.
Yıldızsız geceler gibi yürekler rehbersiz kalıp üşüyecekti. Anneliğin ritmi anlamsız, şiiri ise yarım kalacaktı.
Yeryüzünde muhteşem bir hikâye daha itinayla yazılıyordu.
Ali ile Fatıma'nın hikâyesi, gelecek çağlara kadim bir destan ve ihtişamlı bir miras olarak kalacaktı.
"Aşka Adanmış Bir Ömür Hz. Hatice" ile okuyucuların gönlüne taht kuran Nurdan Damla'nın bu romanı da, kalbinizde ve gönlünüzde ayrı bir yer bulacak.
BİSMİLLAH
Kitabınızı okurken Sevgililer Sevgilisi Peygamberimize ve onun kutlu Ehl-i Beytine selatu selam göndermeyi hassaten rica ediyoruz.
Gökte yıldız, yerde çiçekti Zühre. Aralarında gizemli bir bağ vardı. Şeklini, rengini ve ahengini yıldızdan alıyordu çiçek. Kehkeşan'ın on iki burcu gibi görkemliydi. Göğün bağrından kopup inmişti yere sanki. Zühre çiçeği kendini arayanlara sırrım teslim ederdi:
"Onda beni, bende ise onu gör. Beni seyret Zehra'yı öyle tarif et. Mahremini gözün gibi setret. Rengimde tenini, nizamımda kulluğunu, gizemimde edebini, ahengimde ölçüsünü, bereketinde tohumlarımı, öbeğimde seçilmişler silsilesinin ahengini gör. Süreyya'nın on iki burcunu yakala. Bana bak, onu anlat. Anlat ki suskun sayfalara dökülüver-sin kelam. Saklı düğümler çözülsün. Sırlar hazinesinin kapağı açılsın. Bilsin ki yürekler; ülfet perdeleri gerisinde ne ahenkler gizlidir."
* * *
"Kızım Vatıma beşerî bir huridir.
Allah, Ali'yi yaratmasaydı, Fatıma'ya denk bir eş bulunmayacaktı."
(Firdevs sahibi, Yenaibul Mevedde c.3, s.237.)
"Sen Ali'ye cariye ol ki, o sana köle olsun."
"Vatıma benden bir parçadır."
"Saliha eş kimdir ya Resulullah (s.a.v.)?
- Kocası baktığı zaman huzur duyan kadın."
"Cennet'teki kadınların hanımefendisi olmak seni sevindirmiyor mu Ey Fatıma!"
"Size iki değerli emanet bırakıyorum; onlara sarıldığınız sürece asla sapıklığa düşmezsiniz. Onlar Allah'ın kitabı ve benim Ehl-i Beyt'imdir."
Miraçta görmüştü:
"Yedi kat semada İsa'nın annesi Meryem, Asiye'nin ve Hatice'nin yakuttan köşkleri vardı. Fatıma'nın sütunları güzel kokulu ud ağacından olan kırmızı mercan üzerine incilerle bezeli yetmiş köşkü vardı."
"Kızım Fatıma insan hurisidir."
"Kızım Fatıma'yı seven beni sevmiştir, Fatıma'yı memnun eden beni memnun etmiştir, Fatıma'yı üzen beni üzmüştür. Fatıma benden bir parçadır, kim onu incitirse beni incitmiş olur, beni incitense Allah'ı incitmiştir." (Hadisi Şerif)
Fatma'nın elinden tutmuş şöyle diyordu Nebi:
"Bu kızımı tanıyan iyi tanısın!
Onu tanımayana tanıtıyorum.
O Muhammed'in (sav) kızıdır.
O benim kalbimdir.
O benim canımdır.
îki yanımın ortasında ki ruhumdur. Ona eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah eziyet etmiş olur." (imam Mücahit Rivayeti)
"Yorgun bir günün bitiminde eve gelip Fatıma'nın yüzüne baktığımda bütün gam ve üzüntüm yok olup giderdi." (Hz. Ali)
"Kalp bir sevgi, beş nefsinle eşini, şefkatinle çocuklarını, ruhunla Allah'ı, kalbinde Resulullah (s.a.v.)'ı seveceksin.
Seven sevdiğinin gönlünü eylemeden su bile içmez." (Hz. Fatıma)
"Bize teşekkür etmeyiniz, biz bunu Allah için yaptık." (Hz.AU-Hz. Fatıma)
Fatma'nın Duası:
"Ya Hayy! Ya Kayyum! Birahmetike esteğisü.
Fe'aslıhli şe'nî Küllehû
Ve lâ tekilnî
İlâ nefsi tarfete aynin.
"Allah'ım göz açıp kapayıncaya dek beni nefsimle baş başa bırakma."
"Onların yuvası Huld-i Berin'di. Dışı çamurla kaplı, sarı samanla sıvalı, hurma yapraklarıyla örtülü sade tek göz bir oda. İçi huzur köşkü, mutluluğun Huld-i Berini."
"Zülfikar sahibi Ali'ye ve onun Zühre çiçeği Fatma'ya selam olsun."
Yeryüzünde muhteşem bir hikâye daha itinayla yazılıyordu.
Ali ile Fatıma'nın hikâyesi, gelecek çağlara kadim bir destan ve muhteşem bir miras olarak kalacaktı.
ÖNSÖZ
İlk tarihi romanım "Hz. Hatice'den sonra yüzlerce mail ve mesaj aldım. Fuar, seminer, organizasyon, kısacası bir araya geldiğimiz her alanda aynı talepti gelen:
"Hz. Fatıma'yı yazın!"
Kolay iş değil. "Fatıma'yı yazmak ne haddine. Bu ne cürettir," diyor iç sesim. Ruhumu sarmalayan, iliklerimi titreten bir ürperti... Okuyucunun arzusu baş tacımız iken; kalem ketum, kelam kıt, kalp takatsiz kesildi. Kalemim titriyor, mürekkep kurumuş, ifade cılız, meram tükenik. Kelimelere dokunamıyorum içimde devasa fırtınalar. Arz ile araz kasırgaları. Nasıl anlatacağım seni.
Adını duyunca içim titriyor. Öte yandan tarifi zor bir yazma ve tanıma arzusu. Marazi bir sevda bu... Çileli bir kıvranış içindeyken ilk sürgünü vermiş yeşil tebessümle toparlanıyorum. Vazgeçmek mümkün değil. Bu dosyayı hiç açmadan kapatıp kaldırmak imkânsız... İçsel kasırgalarım hiç kesintisiz sürerken sözü harmanlıyorum.
İçimde sayısız istifhamla Rahmanların Rabbinedir istidam. Medet Rabbena!
Mısırın Nil'i, Sebe'nin yeli, Save'nin seli, Tur'un nuru iken aşk, medet senden Ya Mevla! Musa'da yol, Lut için göl, Hacer'de çöl, Süleyman'da bülbül, Son Nebinin nefesinde gül ise aşk, güldür bizi Ya Mevla!
Yusuf'ça bekleyişe, Hatice'ce adanışa, Meryem'ce iffete, Asiye'ce sabra, Aişe'ce sevdaya, Zeynep'çe vefaya, Fatıma'ca aşka muhtaçlığımız Sana âyan iken bu çırpınışıda da bizden kabul eyle!
Musa Nebi kelamı, İdris Nebi kalemi, Davut Nebi mahareti, Aliyyül Murtaza'nın yakîni hürmetine ilticamızı kabul kıl. Hatalarımızı ört. Kusurlar nefsimizin ayinesi iken sen Settarül Uyub'sun. Ayıbı örtensin. Affın kuşanmışlığımız, Keremin ise muhtaçlığımızdır.
Bu çabada varsa kusurumuz bizlere imdat eyle! Rol modelliğinden yoksun bir neslin sancısı içimizi sızlatırken Fatıma'nın kadim öyküsü dertlere şifa olsun.
Ey Zühre! Ey Yıldız! Ey Çiçek!
Sen olmasaydın anlamayacaktık aşkı. Muhabbeti Muhammedi'yi (s.a.v.) bilemeyecektik. Onsuzluğun ölüm olduğunu anlamayacaktık. Sen olmasaydın evlatlığın incileri dağılıp saçılacaktı yerlere. Kadın olmanın bestesi ahenksiz olacaktı. Yıldızsız geceler gibi yürekler yönsüz kalıp üşüyecekti. Anneliğin ritmi anlamsız, şiiri ise yarım kalacaktı.
Nurdan DAMLA
26.10.2017, Ankara
ZÜHRE ÇİÇEĞİ FATIMA
Medine...
Sabahın erken saatleri...
Altın huzmeli bir güneş, günü yudumluyor.
Varlık tatlı ürperişlerle güne başlarken, kuşlar hoş cıvıltılarla uçuşuyorlar.
Medine hurmalıkları arasında bir yiğit, ak tüylü sürmeli devesiyle gidiyor.
Serin gölgelikler altından heybetle süzülürken aklında, Son Nebi ve kızı var.
Adını dahi anmaya imtina ettiği Fatıma'yı anınca alnından terler boşanıyor.
Vakar dolu bir edep içinde yürüyor Ali. Sevinç, heyecan, merak dolu gidiyor. Son Nebinin yüzüne nasıl bakacak, nasıl diyecek, nasıl isteyecek Ondan can çiçeğini. İliklerine kadar irkiliyor. Avuç içlerini ter basıyor. Fırtınalı bir dalgaya tutulmuş gibi kalbi. O helecanla yol alıyor. Hali ve edebiyle dikkat çeken Fatıma'ya yoldaş olabilme güzelliği erişilmez, ancak öyle de olsa şansını denemeli. Onunla sonsuza yürümek, yüce bir baht çünkü... Ezeli bir tecelli, ebedi bir teselli gibi sanki Fatıma. Değip geçtiği yerleri zümrüde çeviren, Nebi gülzarının çeşmesi, berrak akışıyla sulayan, yeşerten, sümbülleyen ve sevindirendi. Cuş-u huruşa geldi kalbi. Önünde değme cengâverlerin kılıç bıraktığı yiğidin kalbi üzerinde tazecik bir filiz boy vermişti. O saklı çiçeğin adını heceledi:
İnsandı bu. Sırdan öte sırlarla doluydu. Her yönden gelen fikirler ve hislerin istilası altındaydı. O nehrin kıyısında yürümek cesaret isterdi. Ama nehrin kaynağım düşününce huzurdan dalgalar indi ruhuna. Daha hızlı ve daha seri yürüdü Ali. Ne sıcak, ne yorgunluk, ne de susuzluğunu bilemedi. Aklında fırtınalı demler, ruhunda döngü-sel devranlar, kalbinde zamansız kıyametlerle yürüdü. Utangaçlıklar, bilinmezlikler, sevinçler içinde ilerledi. Kısa bir an-ı seyyalede ne çok şey değişmişti. O her şeyden habersizken ne hızlı gelişmişti her şey.
***
Hicretin ikinci senesi zaten, hoş esintilerle gelmişti. Her yeni gün, farklı bir sevinçle gelirken, Peygamberin Zehra'sı üzerinde titreşiyordu kalpler.
Server-i Enbiyaya damat olmak; kanıyla, canıyla, nuruyla hem dem olmak isteyenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. Diğer kızlarının nişanlısı Ukbe ve Uteybe'nin ihânetinden sonra Sevgilinin bir kez daha üzülmesini istemeyenlerin endişesi derindi:
"Fatıma bir kadir bilmeze düşerse Resulullah (s.a.v.) çok üzülür."
Öte yandan Arapların ileri gelenleri kızlarını evlendirmek için; kabile, güç, kudret bakımından kendilerine denk kimseleri tercih ederlerdi. Bunun dışındakiler reddedilirdi. Bu uzun geçmişi olan gelenekten dolayı, eşraf ve büyükler Peygamber'in en küçük kızı Fatıma ile evlenmekte ısrarlıydılar. Bu durumda Peygambere zorluk çıkarmayacaklarını ve onun rızasını kazanmak için gerekli imkânlara sahip olduklarını düşünürlerdi. Rukiye ile Zeynep bu şartlara haiz kişilerle evliydiler.
Asalet, cömertlik, zenginlik yeterli değildi oysa. Damat adaylarının göremediği incelikler vardı. Peygamberin Fatıması'nın manevi boyutunun pek az kişi farkındaydı. Süreyya yıldızı gibiydi. Gecede yolunu kaybedenlere yol gösterecek gibi parlaktı her cephesi. Peygamberin diğer kızları da çok değerliydi; ancak mükemmelin bir de ötesi vardı. Onlar Nebi bahçesinin goncası, Fatıma ise gülü; onlar Nebi ocağının ırmağı, Fatıma ise nehri; onlar Nebi evinin yıldızı,
Fatıma ise güneşiydi. İşi maddi boyutlarda düşünerek hataya düşenlerin göremediği kör noktalar vardı. Altınla oynayanların payı değildi bu liyakat. Fatıma'nın denginin bulunamayışı güzellik ve zenginlikten öte içsel donanımla alakalıydı. Züht ve takvası, iman ve ihlâsıyla ona uygun biri olmalıydı. Günaha girmemiş, şirke bulaşmamış, asil ve saffetli biri olmalıydı. Cebrail'in nefesini hissetmiş, vahyin suyunu ilk andan itibaren yudumlamış biri. Soyca, şerefçe, malca üstün olanlar tek tek çalmışlardı kapısını Sevgilinin. Son Nebinin her defasında cevabı aynıydı: "Fatıma için Rabbimden emir bekliyorum."[1]
Malın, soyun, şöhretin, şerefin çok ötesinde birisi vardı ki; Son Nebinin gözü onun üzerindeydi. Neredeyse kendinden bile saklı tuttuğu bir isimdi. Ama Rabbinin izni olmadıkça dile almıyordu.
Yiğitliğin destanını yazan adamdı Ali. Yürüyüşüyle yerleri titreten genç... İmanı ve ilmiyle düşmanı eriten yiğit... "Perde-i gayb kalksa yakînim ziyadeleşmeyecek." diyecek kadar sağlam ve metin tabiatlıydı. Allah'ın Peygamberi için canını ortaya koyan, gözünü budaktan esirgemeyendi.
Gaybın perdeleri sökülüp kalksa, her şey aşikâr görünse Ali'nin imanında bir artma olmayacak, yakîni artmayacak. O denli sadık ve kararlıydı. Sözünün eriydi. Adı pak, yüreği parlak yiğit daha yirmili yaşlarını sürüyordu. İstikameti sağlamdı. Zekânın, aklın ve erdemin aynı bedende hem dem olduğu karakteriyle gönüllere taht kurmuştu. Peygamberin gözdesi, cesaretin öznesi adam, kahramanlığın destanını yazarken mütevazı idi. Ateşin bakışları üzerine düştüğü her şeyin künhünü okuyordu derinden. Nurani çehresinde olağanüstü bir haşmet vardı. Buğday benzi üzerinde parıldayan iri siyah gözleriyle başka bir âlemden bakıyor gibi. Derin, müdakkik, rikkatli. Olağanüstü sezgisi ve nezaketiyle dikkat çekiyor. Geniş alnında sonsuz ilimlerin yakamozu yalazlanırken sırrını aşikâr etmek istemiyordu. Siyah gözlerinde gizli hazinelerin mührü var Ali'nin. Geniş omuzları ve cüssesiyle heybetli ve haşmetli yürüyor. Bakanın yüreğini titretiyor Ali.
İnce bir terbiyeden geçtiği her halinden belli oluyor. İşi düzenli, sağlam ve temiz, ağzından çıkan her kelime doğru, ahenkli ve anlamlıydı. Vakur ve derin gülümsemesiyle insana güven veriyor. O güne dek adı hiçbir nahoş işte anılmamıştı. Temiz, pirüpak namını yiğitlikle taçlandırmıştı. Şirkten uzak, küfürden ıraktı. Aşktan ve adanmışlıktan başka hedefi yoktu. Fatıma'yla aynı tezgâhtan çıkmış ama bir defaya mahsus dokunmuş çok özel bir kumaş gibilerdi. Gizli bir uyum içindeydi ruhları...
Aynı bakıp, aynı görebilen iki taze yürekti onlar. Fatıma ile Ali... Vahiy yağmurunun ilk nasiplileriydiler. İlahi sedayla irkilmiş kalpleri, aynı minval üzere çarpıyordu.
Vahyin tarifi olmayan sesi ve nefesiyle cilâlanmıştı ufukları... Aynı heyecan, aynı aşk içinde hem dem olmuşlardı. Ömürlerinin birkaç yıllık en taze yıllarında ikisi de neredeyse hiç çocukluk yaşamadan ve bir ânı yitirmeden düşmüşlerdi nurun ardına. Ne onun gibi yiğit, ne de Fatıma gibi genç kız hiçbir evde gözünü açmış değildi.
Peygamberin adını sır gibi gizlediği kişi Ali'den başkası değildi. Yeryüzünde kurulan üç kişilik sözleşmeye ant içmiş, üç kişinin üçüncüsü, göz ışığı Ali.
Son Nebi, Fatıma'sı için onu beklerken, onun bu kadim güzellikten haberi yoktu. Sevgili suskundu ve sırrını kimseye açmak istemiyordu. Yanındakilerin de gözünden kaçmıyordu bu hal. Mal ve mevki sahibi kişilerin her reddedilişinde,
"Anlaşıldı" diyorlar. Resulullah (s.a.v.), Fatıma'yı Ali için tutuyor. Fatıma'yı istemeyen bir o kaldı içimizde."
"Eğer öyleyse neden bu işe girişmiyor."
"Nedendir acaba!"
"Cesaret edemiyor belki de."
"Aklına gelmemiş olamaz mı? Gidip konuşalım kendisiyle. Hatırlatalım. Yol gösterip, teşvik edelim. Bu iş ihmale gelmez."
Yola düşmüştüler. Ali'nin yol arkadaşları onu arıyorlardı. Sorup, soruşturdular, hurmalıkları sulamaya gitmişti Ali. Hiç vakit kaybetmeden hurma bağlarına yürüdüler. Göğün yalın dinginliği içinde yayılan kuş sesleri ve su şırıltıları eşliğinde huzur dolu işini yaparken, her şeyden habersizdi Ali. Kurumuş kökleri suyla buluşturmak hoşuna gidiyordu. Atının kişnemesini duyunca gelenlerin olduğunu anlamıştı. Büyük bir dikkat ve intimam içinde ağaç köklerine açtığı minik su kanallarından su yürütürken dönüp baktı. Dostlarıydı gelenler. Sa'd ibni Mu'az, Ömer ve bir de Ebu Bekir. Hallerinden tuhaf bir telaş sezmişti. Onları öyle görünce şaşırdı. Selam verip üç beş kelam ettiler. Sonrasında ise vakit kaybetmeden asıl konuya girdiler:
"Resulullah (s.a.v.) Fatıma'yla evlenmek için bizi uygun görmedi. Bu işte derin sırlar olmalı/'dedi Muaz.
Arkadaşının yüzüne vakur ve anlamlı gülümsemeyle baktı Ali:
"Akıl aldanmaz, bir bildiği vardır elbette Resulullahın."
Ondaki sükûneti ve huzur halini görünce vakit kaybetmeden,
"Öyle sanıyoruz ki; O seni bekliyor!" dediler.
Aniden duyulan şiddetli bir ses karşısında ürperir gibi irkildi Ali:
"Bu nasıl olur!"
"Gayet güzel olur. Bu iş sana düştü Ey Ali. Hemen git. Acele et!" "Haydi, durma git!"
Hiç beklemediği bir teklifti. Yüksekçe bir dağdan üzerine boca edilmiş tonlarca su altında sırılsıklamdı sanki. İçini utanç bürüdü. Kulaklarına kadar kızarmışken iradesinin muhkemliğiyle toparlandı:
"Ne diyorsunuz siz?"
"Senin için en uygun olanı istiyoruz."
Kazmayı küreği bıraktı. Serin sundurmanın altına geçtiler.
"Şu ana kadar hiç düşünmediğim bir işle geldiniz bana," dedi. Öyle kolay bir iş değildir bu. Hem nasıl olur?"
"Kolay olur inşallah! "
"Beni de reddederse bir daha yüzüne bakamam Habibullah'ın."
Hayatın içindeki ritmi yakalayanların ve o incelikle bakanların sezişiyle gülümsedi Ali. İncecik damlalarla yağan bir yağmurun temasını çoğu kimse hissetmezken bağrını açanların sezişiydi. Ömer'in sert sesiyle irkildi:
"O seni reddetmez, öyle sanıyorum ki Allah'ın Elçisi, Fatıma'yı senin için bekletiyor." dedi.
Hayatın ağır şartları, önüne derin hendekler gibi dizilmişti Ali'nin:
"Siz ne diyorsunuz, ben onun canının olduğu gibi hanesinin de
fedaisiyken böyle bir şeye nasıl tevessül ederim. Haddimizi biliriz
biz." dedi.
Telaşlı açıklamalar ardı ardına geldi:
"Kureyş Peygambere zarar vermek için her an yeni planlar içindedir Ey Ali! Bunu sen de biliyorsun. Nebinin kendine ve hanesine zarar vermelerinden korkuyoruz."
"Bu iş nasıl olabilir. Ben Fatıma'yı nasıl isterim!" "Neden? İçimizde bu iş için en uygun kişi sensin!"dedi Sa'd İbni Muaz.
"Her şeyden evvel durumum el vermez. Hem ben... Böyle bir talep için Resulullah'dan (s.a.v.) utanırım!"
"O seni çok sever. Çekinme git! Fatıma'yı isteyiver" dedi Muaz heyecan yüklü sesiyle
Ne diyeceğini bilemedi. Şaşkındı. En son aklına gelen bahaneye tutundu:
"Bir aileyi geçindirecek kadar param yok! Siz de bilirsiniz ki buna gücüm yetmez." dedi.
"Bu iş sana düştü. Korkma git! İste Fatıma'yı. Her konuda sana destek olacağız." dediler.
Aklından geçenler ona geçit vermiyordu:
"Bugüne dek Resulullah'ın (s.a.v.) canını canımdan aziz bildim. Onun hane halkını kutsal bir emanet gibi kollayıp gözetmekten başka hiç bir düşünce içine girmemişken bunu kendime nasıl anlatacağım. Hem sonra..."dedi az durakladı. Zihnine hücum eden düşünceleri önce sıraya koydu. Aklı, malı ve imanı kavi olan Mekkeli tacir, Ab-durrahman bin Afv, Fatıma için yükü mücevher, ipek ve nakışlı kumaşlardan tam yüz adet mavi gözlü, siyah tüylü genç deve ile birbkte on bin dinar mehir teklif etmişti de Resulullah (s.a.v.) reddetmişti. Hal böyle olunca ne yapabilirdi. Aklından bin bir düşünce kuşağı geçerken Abdurrahman'ın ısrarlı sesiyle toparlandı:
"Resulullah (s.a.v.) mal arzu etseydi kızını içimizden birine verirdi zaten Ey Ah! Neden bu kadar çekmiyorsun. Haydi, kalk git!"
"Acele et!"
"Korkma git!"
"Haydi git!"
"Haydar Ali!"
"Yiğit Ali!"
"Yâr Ali!"
"Can Ali!"
Onca ısrarın ve istişarenin hakkını vermek istedi. İç sesleri de aynı minval üzere olunca Rabbini vekil kıldı ve ayağa kalktı Ali:
"Tevekkeltü alallah!"
Cenk meydanlarının zalime eman vermeyen aslanının, ayakları utancından geri gitse de direndi. Mahcup, şaşkın, hicap dolu yürüdü. Zihninde soru işaretleri, aklında Habibullah, kalbinde Fatıma, yüzünde hayâ, yüreğinde bin içtinabla gitti. Nedenler ve niçinler ayağına dolanıyordu. Resulullah (s.a.v.), her biri diğerinden yiğit olan bu cengâverleri neden reddetmişti. Her yönden hücum eden düşünceler içinde ne yapacağını bilemeden ilerledi. Yürek bir arz meydanıysa eğer; arza sunulan her hal ilk önce oradan geçmez miydi? Fikirlerin çetin harbinde yazlar, kışlar, güzler, baharlar geçti yüreğinden. Bakışları derinleştikçe iklimlerin sıcağını, ayazını, kokusunu, avazını, hüznünü duydu yüreğinde. Heyecandan öte, helecanla hızlı, daha hızlı yürüdü. Duygularının dizginini elinde tutmasa yalpalayacaktı. Adımları geri çekiyordu. Bir ayağı ileri öteki ise geri gidiyor gibi. Ah şu hicap... Adı, tarifi, hali anlatılamayan hal... Aklında kocaman haykırışlar. Kulaklarında sesler. Muhasebe çetin:
"Daha ne duruyorsun git! Git çabuk git."
"Fatıma, Resulün ciğer paresi. Sevgilinin en sevgilisi, Ondan nasıl istenir?"
İçinde haşin fırtınalar. Kalbinde med-cezirler Ali'nin. Gök yerde, yer ise Ali'nin yüreğinde dürülüyor. Cenk meydanlarının gözde yiğidi ilk kez hamle yapmakta zorlanıyor. Ne diyeceğini ve ne yapacağını bilemeden gidiyor. İstemek zor tavır... Fatıma'yı istemek ise büsbütün ağır... Kült sancılar giriyor yüreğine. Bu titreyişte neyin nesi! Hicap ağır basarken kararlı gidişine kendi de şaşkın Şeytan her yönden kement atıyor:
"Yok, hayır olmaz/'diyor Ali'nin iç sesi. "Bu senin ne haddine!"
"Habibullah'tan Zehra'yı istemekte nerden çıktı. Bu ne cürettir! "
"Abdullah bin Mesut gibi zengin ve şöhretli kişilere 'yok' demişken sana mı 'evet' diyecek. Fatıma'yı nasıl sana versin Nebi."
Olup bitenden habersizken kendini bir anda olayın merkezinde bulmuştu. Uysal devesiyle bağların, bahçelerin, arkların, develerin, evlerin, çocukların, seslerin, renklerin arasından geçerken zihninde derin sorgulamalar vardı.
Yüksek bir dağın tepesinden akan coşkulu bir nehir gibiydi hayat. İnsan hayatı ise acının ve sevincin durağı. Bedir zaferinin sevinci daha çok tazeyken ablası Rukiye'nin vefat haberi gelmişti. Fatıma ablasının kabri başında ağlarken Sevgili babası cübbesinin ucuyla kızının gözyaşlarını siliyordu. Ali onları öyle görünce çok etkilenmişti. O kareyi unutamıyordu. Gözyaşlarının Peygamberin cübbesi üzerine damlayan genç kızın ruh derinliğini ihtişamlı babasından başka kim anlayabilirdi? Daha bir dolu duygu ve düşünce iklimi içinde çekingen adımlarla ilerlerken kalbi daha hızlı attı Ali'nin. Kime gidiyordu? Ne için gidiyordu? Nasıl yapacaktı? Düşündükçe iki kat heyecanlandı. O duygu seli içinde Fatıma'nın edebi geldi göz önüne. Gözü serada, gönlü süreyyada Zühre çiçeğinin. Yerle gök arasında göyermiş olarak, gaybın ve zahirin tüm renklerini içinde toplamış o has çiçek. Hani Zühre çiçeğinin güzelliği tohumunda saklıydı. Mis kokusu, rengi, ahengiyle bütün güzellikleri öbeğinde topladığı ve tohumlarında sümbüllendirdiği için kıymetliydi. Bu çiçeğin sırlı bir yönü vardı ki o da görünmezdi herkese. Ancak sırrını keşfedebilecek kişilere gözükürdü. Ve hakiki Zühre çiçeği göğe en yakın yerde açardı. Bulutların busesiyle alırdı güzelliğini. Tozpembe yaprakları kocaman bir yıldızı andırırdı. Öbeğinde yine o yapraklardan binlerce yıldız titreşirdi. Akıl sır ermezdi o güzelliğe. Gökteki Süreyya burcu yere inip çiçek olsa Zühre çiçeği olurdu sanki. İçinde binlerce yıldız, tohum, güzellik, renk, koku, ahenkle insanın yüreğini türetirdi bu çiçek. Ve tarif edilemezdi. Bu sebepten Fatıma'ya Zühre derlerdi. Güzelliğin, asaletin ve zarafetin simgesiydi Zühre. Göklerde yıldız, yerlerde ise eşi bulunmaz bir çiçekti Fatıma. Bu isim ona ne çok yakışırdı. Zühre... Zöhre... Zehra... Fatıma...
Daha hızlı attı adımlarını. Uysal gevişler getiren devesiyle bağların, bahçelerin, düz damh ahşap yapıların, eyvanların, çardakların, çocukların, atların, ıtırcıların, kumaşçıların, hurmacıların yamndan geçerken heyecanı hiç dinmedi. Her adımda başka bir renk ve başka bir kokuyla karşıladı Fatıma'yı.
Her adım farklı bir açılımdı şimdi. Yeni fikirler, yeni ufuklarla gidiyordu Ali. Hicazın, Serendib'in, Aden'in, Kulzüm Denizlerinin incileri kadar saf ve duru kalbiyle hep babasımn yanında görmüştü onu. Sevgilinin saklı goncası, Hatice'nin son çiçeği... O daha küçük bir kızken de farklıydı. Olgundu, akıllıydı, öngörülüydü.
Keskin zekâsı, duru zihni, emsalsiz takvasıyla dikkat çekiyordu. Zehra'ydı o. Az ile yetinen züht ile ziynetlenen Zehra...
Olağanüstü bir zekâya sahipti. Güzel ahlakı, selim aklı güçlü sezgisiyle boy verip gövermiş bu çiçek, hangi ocakta dal budak verecek-
Kimseye layık göremedi onu Ali. Kendine bile. Fatıma'yı sarartmadan yeşil tutmak hangi babayiğidin harcı olabilirdi? Fatıma'nın ilmine, hayasına ve asaletine hangi yürek mukabele edebilirdi. Hangi hal onun o saklı iffetine kavvam olabilirdi. Hangi kalp Fatıma'nın Cennet çiçekleriyle goncalanmış kalbine muhatap olabilirdi? Yüreği dalgalandı:
"Hayır, hayır, benzemiyor, Fatıma kimseye benzemiyor."dedi iç sesi.
Sıcağın gitgide yayıldığı anlarda her yönden hücum eden düşünceler içinde şehre girdi. Vesvese zincirine daha fazla bağlanmadan devesini sıkıca bağladı ve çabuk hareket etti. Kaybedecek vakti yoktu. Çarçabuk temizlendi, paklandı, giyindi, kokulandı ve hiç durmadan yola koyuldu. Dursa daha fazla evham daha çok vesveseye kapılabilirdi. Buna fırsat vermedi ve Resulullah'ın (s.a.v.) evine doğru yürüdü. Zor sınavdı:
"Evinde büyüdüm Ya Resulullah (s.a.v.). Ben şimdi senden kızını nasıl isteyeceğim."dedi usulca.
Kulağında arkadaşlarının sesi:
"Daha önce olduğu gibi Resulullah'ı (s.a.v.) üzecek kimseler almadan Fatıma'yı, bir an evvel yetiş!"
Hayatımın en zor hamlesiyle baş başaydı. Cenk meydanlarının korkusuz aslanı Ali o an anlamıştı ki; yiğitler de terler, kahramanlar da korkar, aslanlar da sinerdi...
Yer kayıyor, yıldız titriyor, rüzgâr utanıyor, Ali'nin saçlarının arasına giren rüzgâr hayâ ediyordu. İri siyah gözleri baktığı her gözden içeriye bir ürperti salarken şimdi mahbuptu. Her adımda başka bir hicap yağmuruna yakalandı. Kalbinin ritmi şiddetlendi. Nefesi kısık ve kesikti. Ayakları dolanıyor, terliyor, titriyor Ali... En hacaletâver, en can alıcı ve en göz alıcı ufuklardan aşağı koşuyor. İnsan bu, yedi mevsimi taşıyor içinde. Her birine uğrayarak gidiyor. Vehim derelerine düşmeden, tez toparlandı. Dilinde her zaman ki duasıyla "Rabbim! Gönlümdekini hakkımda hayırlı kıl! "dedi.
İnşirah indi yüreğine. Sekinete erdi. Evhamı lâl, endişesi sağırdı şimdi. En evvel onu nerede bulabileceğini düşündü. Sordu soruşturdu.
"Evindedir/'dediler. Ali oraya yürüdü besmeleyle. Mecenne suları kadar tatlı, duru, berrak bir yürekle tıklattı Peygamberin pirüpak kapısını. Elinde yüreği, yüreğinde saygısı, saygısında muhabbetiyle titreyerek kapının açılmasını bekledi.
[1] Keşfu l-Gumme, 1/3S3.