Kitap Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Hayatı
Yazar İbn Kesir
Yayınevi Çelik Yayınevi
Tercüme Hanifi Akın
Kağıt Cilt 2.Hamur kağıt - Karton Cilt,
Sayfa Ebat 816 sayfa - 15x22 cm
İbn Kesir Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Hayatı kitabını incelemektesiniz.
Çelik yayınları Hz. Peygamberin Hayatı kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
ES SİYRETU'N NEBEVİYYE
İBN KESİR
"Tarih, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed s.a.v' in hayatının ayrıntılarından söz ettiği kadar, dünyada yaşamış hiçbir büyük kişinin hayatından bahsetmemiştir" dersek, gerçeği söylemiş oluruz.
Bu konudaki en önemli kitaplardan biri: tarih, tefsir ve hadis alanında geniş bir bilgi ve doğru görüş sahibi olan. Hz. Peygamber s.a.v in hayatını ele alan ve kendisine özgü bir üslupla anlatan Hafız İbn Kesir'in "el-Bİdâye ve'n Nihâye" adlı kitabından derlenmiş olan "es-Siyretu'n-Nebevİyye", diğer bir adı)da "Sîret-i İbn Kesir" adlı kitabı dır.
Hafız İbn Kesir, bu kitabında Hz. Peygamber s.a.v 'in genel ve özel işlerini: her Müslümanın bilmesi ve araştırması gereken konulardan, karşılaştığı olaylardan ve ele aldığı işlerden bazen detaylı ve bazen de kısa bir şekilde söz eder. Kaynak olarak verdiği tarihî olayları ve konuları ilgili hadisleri sağlamlık bakımından bütün boyutlarıyla kuşatarak ele alır.
Hafız İbn Kesir'in bu kitabında ortaya koyduğu yöntem: Allah Teâlâ'nın ona bahşetmiş olduğu bir lütfudur. Tarihî olay kıra İslâmî yorum getirilmesinde ve tarihin yorumunda. İslâmî düşüncenin önemli ilkelerine temas ederek. İslâm Tarihi'nin araştırılmasında hadisçilerin metotlarından nasıl yararlandığını ortaya koyuyor. Neticede de; tarihî rivayetlere, hadisçilerin ölçülerini uygu kıyarak elde edilen sonuçlara temas ediyor. Böylece gerek konu ve gerekse usûl bakımından takdire layık bir çalışma ortaya çıkmıştır.
ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ
İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkaran, Rabbimizin övülmüş yoluna iletmesi maksadıyla peygamberini kesin delillerle gönderen, verdiği nimetlerden dolayı ve yaptığı ikramlardan ötürü hamd, Allah'a mahsustur. Çünkü Yüce Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'i hak dinle göndermekle, dini kemale erdirmiş ve ilahi risaleti tamamlamıştır. Bunu da, İslâm'ı diğer şeriatlara üstün kılmak için yapmıştır.
Salât ve Selam; peygamberlerin efendisi, davetçilerin en şereflisi, peygamberlik halkasını Yüce Allah'ın kendisiyle tamamladığı, hayatını mü'min kimsenin her türlü yaşantısına rehber kıldığı, getirdiği dinle diğer şeriatlara son verdiği Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'in üzerine olsun.
Yine Salât ve Selam; İslâm'ı yeryüzündeki insanlara sunma şerefine sahip, bu yolda kanlarını akıtıp öz diyarlarını terk eden sahabilerinin üzerine olsun. Çünkü Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in sahabileri, Allah'ın kendilerine yüklediği sorumlulukları hakkıyla taşımışlardır. Çağrı görevini yerine getirip omuzlarındaki emaneti korumuşlar ve İslâm'ın nurundan birer kıvılcım olmuşlardır. Muhammedi risaletin anlamından taşıdıkları kıvılcımlar sebebiyle Allah onlardan razı olmuştur ve insanlığa rahmet etmiştir.
Çağımızda müslüman araştırmacıların, tarihi, İslâmî düşünceye göre yeniden yorumlamaları, ciddi ve hassas bir meseledir. Müslüman araştırmacı, takip edeceği metotta, olayları yorumlama ve yönlendirmede başıboş değildir; dinin koyduğu kurallara bağlı olmak durumundadır. O ancak İslâm tarihi ile ilgili bir konuda hadisçilerin takip ettiği metodu uygulayabilirse, tarihi yorumlamada İslâmî bir yol izlemiş olur. Özellikle de İslâm'ın ilk döneminin yeniden ele alınması... Çünkü bu dönem, İslâmî eğitim ve örnek uygulama dönemidir. Araştırmacının, genel çizgileriyle İslâmî bir metot takip edip konulan kurallara uyması, metodun sağlam temellere oturması, hareket noktasının düzgünlüğü ile daha ince ve hassas neticelere varmasına yardımcı olur.
TARİHİN TANIMI VE MAHİYETİ
Tarih, insanoğlunun hayat faaliyetlerini en kapsamlı bir şekilde ele alan sosyal ilimlerin başında gelmektedir. Çünkü tarih, geçmişin bilgisini bize getirmektedir. Özellikle bu, belirli bir toplumun bilgisidir. Ama bazen aynı kaderi taşıyan birkaç toplumun geçmişi ve birbirleri ile olan ilişkisi de tarihin belirli bir alanı içerisinde incelenir.
Tarihe içinden bakmak, yani ele alman devrin şahıslarıyla haşır neşir olmak, devrin toplumunun bütün problemlerini, dünyanın o çağdaki bütün akım ve eğilimlerini bilmek, tarihçi için kâfi değildir. Ele alınan konuya, objektif olarak yaklaşmak lazımdır.
Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek için, sağlam ve doğru bir tarih bilgisi şarttır. Başarılı ve büyük devlet adamları iyi tarih bilen adamlardır. Hareket edilen nokta bilinmeksizin, yönelecek hedefi bulmanın imkânı yoktur.
Bugün "gelişmiş ülke" diye anılan ülkelerde ve genel olarak sayılan iki yüz civarında bulunan diğer dünya devletleri arasında tarih ilmi, son derece ilerlemiştir. Bu milletler, tarihlerini en ince teferruatına kadar incelemişler, bütün tarih kaynaklarını yayınlamışlar, ilmî eserlerin bile halka mahsus baskılarını yapmışlardır. Netice olarak bu milletlerde, çok canlı bir tarih şuuru teşekkül etmiştir.
Tarih, geçmişler hakkında bilgi alma ve haberden ibaret değildir. Tarih, yalnızca önceden olmuş hadiseler değildir. Tarih, bir asırdaki bağımsız kültürlerin, bağımsız medeniyetlerin, bağımsız toplumların, belirli kavimlerin ve ırkların incelenmesi değildir. Tarih, şimdiki zamanı ortaya çıkarmış olan bir geçmiştir. Tarih, geleceğe dönük bir harekettir. Tarih, insan türünün ömrüdür. Gerçek bir insan gibidir. Doğumundan şimdiye kadarla ömür sürecinin üzerinden seneler geçmiş, şahsiyet bulmuştur. İnsan çeşidi de ömrü boyunca tarihte hayat sürmüş ve şimdiki şekle ulaşmıştır.
Bugün, toplumun veya kültürün sadece belli kesimini veya sadece bunların faaliyet alanını konu edinen, kısıtlı ve dar bir tarih anlayışına ortak yer verilmemektedir. Tarih, bütün kültür sahasını içine almaktadır. Burada ortaya çıkan tarih anlayışı İngilizlerin "kültür tarihi" ve Fransızların "ekonomik ve sosyal tarih" kavramlarıyla ifade etmek istedikleri tarih anlayışına tekabül etmektedir. Bu, üretim, mübadeleler ve sosyal münasebetler seviyesinde kavranan, düşünceyi ve duyguyu, ahlak ve estetiği içine alan toptan bir medeniyet tarihidir. Gerçekten dinî tarihi, sosyal tarihten; hukuki müesseseler tarihini bu müesseseleri değişikliğe uğratan ve yok eden siyasi kargaşalıklar tarihinden ayırmak mümkün değildir.
Bu ilişkileri XVI. asırda dünyada ilk defa gören ve sosyal ilimlerin temeli olarak tarih ilmini kuran İbn Haldun olmuştur. Onun anladığı tarih "Ümran ilmidir" ki, bu sosyal tarih yani, kültürlerin ve medeniyetlerin tarihinden başka bir şey değildir.
İbn Haldun, ilk defa, tarih ilminin, olayların sadece görünen yönü ile yetinilmemesini, bu arada onların arkasında yatan gerçek sebeplere eğilinmesini dile getirmiştir. Bu konudaki görüşü şöyledir:
"Tarih, zahiri itibariyle devletlerin ve çağların haberlerine bir şey eklemez. Oysa iç yapısında, bir görüşü, bir araştırmayı, var olanlar ve onların var oluş ilkeleri konusunda sağlam bir tümevarım gerektirir. Tarihi bu batınî yönüyle bilmek demek, olayların niteliğini ve derinden akan sebeplerini bilmek demektir. Bu yüzden bu ilim hikmetle soydaş, kökü derin bir ilimdir ve hikmet ilimlerinden sayılmaya yeterince layık ve uygundur."[1]
İslâm Tarihi
İslâm'ın tevhide daveti ve Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in asn; hurafelerle dolu, karışık bir ilme ve tarihî malumata sahip, aklı gönlüne, nefsi ahlakına, zulüm ve gazabı insafına galip bir toplum yapısına sahip bir milletle mücahede asrıdır.
İslâm, cahiliyyenin her müessesesine, fikir ve şahsiyetine karşı gerçekleştirilen tam bir inkılâpdır.
Kur'ân, aynı zamanda beşer tarihinden misallerle, hilkatten, peygamberlerin tevhid mücadelesinden, tarih boyunca geçmiş milletlerin ve ümmetlerin mücadelelerinden bahisle, Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile başlayıp, bütün insanlığı kuşatan bir "ıslah hareketi" niteliğinde olan, İslâm ta'lim ve tebliğini bildirir. Bu mesaj evrenseldir. Yine Kur'ân; kainatın yaratılış hikmetlerini, insanların varoluş sebeplerini, arzın gezilip görülmesi, insanların farklı yaratılışındaki hikmetleri, canlı türlerinin ve ekolojik dengedeki fıtratın yerini ve bunların Allah'ın âyetleri olduğunu; insanların dil, din, ırk gibi farklı yaratılmasındaki hikmeti, tanışıp görüşmelerinin inceliklerini, mahlukatı nutfeden, eşyayı ise zerreden halk ettiğinin hikmetlerini, insanın ise bu makro ve mikro âlemin merkezinde, Allah'ın halifesi olarak yüklendiği ve mesuliyetli olduğu kadar şerefli vazifenin hikmetlerini, Allah'a isyan eden milletleri, eski ve harap şehirleri dolaşmalarını, evvelkilerin akıbetlerini düşünüp, akıbetlerini tasavvur ederek, gerçek tarih yorum ve diyalektiğini bize haber vermektedir.
İlk müslüman tarihçiler, tarih ilminin gelişmesine kendilerinden önceki toplumların bilmediği iki esas noktada katkıda bulunmuşlardır.
1. Yaşadıkları asrın tarihini (hayatlarının her yönüyle) tespit ettiler.
2. İslâm'dan önce, şahitleri sadece yargısal konularda tatbik ettiler. Hakim, hak isteyenlerden, bizzat olayı görenden şahitlik istiyordu. İlk müslümanlar, şahitlik sınırlarını genişletip, bunu tarihî olaylara da tatbik ettiler. Öyle ki, herhangi bir haberi veya sözü duyan, olayı bizzat görenden alır ve silsile halinde nakledilen, "rivayet usulü"nü tespit ve kabul ediyordu.
Eski milletlerde, özellikle eski Yunan ve Roma'da, mitos, kıssa, hurafe, esatir ve masallarla karışık bir halde verilen tarih metinleri, İslâm'ın rivâyet metodu ile ilk defa ilmî ve güvenilir bir metot haline geldiğini, Alman oryantalist ve tarihçi Henry Springer de itiraf etmektedir. Zira onların Rabbi, sadece Kâbe'nin Rabbi değil, âlemlerin, âlemin (=akl ve temyiz sahiplerinin) hayrı şerden ayırabilenlerin Rabbi olarak kabul edilir.
Müslümanların Kur'ân'ın emirleri ve Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in sünneti sebebiyle ilme verdikleri yüksek değer sebebiyle, "Tarih" ilmi de hızlıca gelişmiş ve dünya tarih ve ilim anlayışına metodoloji açısından büyük katkılarda bulunmuştur.[2]
Sahabe-i kiram sayesinde, Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in hayat ve tevhid mücadelesini kendinden sonra gelen insanlara "tabiin"e nakil ve rivayetleriyle tarih ilmi faaliyetleri başladı. Bunu takip eden asırlarda, ortaya çıkan farklı rivâyet ve nakiller, ilmî metotlarla elenip doğrulan tespit edildi.
İslâm tarihinin ruhu, temeli "ibret" kelimesi üzerine oturur. Tarih, ibret kaynağıdır:
"Peygamberlerin haberlerinden onunla kalbini (tatmin ve) tespit edeceğiniz her çeşidini sana kıssa (tarih) olarak anlatıyoruz. Bunda (bu sûre ile) de sana hak ve mü'minlere bir öğüt ve bir muhtıra gelmiştir." (Hud, 11/120)
"Andolsun, onların kıssalarını (tarihlerini) açıklamada sâlim akıl sahipleri için birer ibret vardır." (Yusuf, 12/26)
Tarih, müslümanlar için, bilhassa tercüme-i hal (=biyografi) ile yakın münasebeti bakımından kendini müşahhas olarak ifade etmek, gündelik hayatın bütün cephelerine eğilmek, insanı ve onun temayüllerini tahlil etmek imkanını veren biricik alandır. Bunun kökleri, Kur'ân'ın tarih yorumuna dayanmaktadır. Kur'ân'da kabul edilen siyasi yol, daha ziyade tarihî metoddur. Onun için ön hükümler, Arabistan'ın ve civar memleketlerin tarihinden misallere müracaat suretiyle açıklanmıştır.
Görüldüğü üzere, tarihi bakış açısı ile Kur'ân, toplumların gelişme ve değişme durumlarına dikkati çekmekte ve buna ait bazı kanunların varlığına temas etmektedir. Bazı araştırmacılar, Kur'ân'ın, o zamana kadar rivâyet ve hikayelerden ibaret olan tarihe bir metod getirmek suretiyle, tarihi ilmî bir çehreye soktuğunu söylemektedirler. Böylece olaylar arasında bir ilişki kurulmakta ve geçmişten birtakım dersler alınması gerektiği anlaşılmaktadır. "Yeryüzünü gezin ve geçmiş kavimlerin eserlerini inceleyin, yoldan sapanların acıklı hallerinden ibret alın" teması çok sayıda Kur'ân âyetiyle dile getirilen bir konudur.[3]
İslâm Peygamberinin Hayatım Niçin Tetkik Ediyoruz?
"Allah'ın Elçisi" mefhumu, ülkelere, muhitlere ve asırlara göre değişik görünüşler alabilmektedir. Müslümanlar nazarında insan, bütün yaratıklar arasında en şerefli olanı ve Allah'ın bir elçisi ise, ondan daha da şerefli ve insanların en kâmilidir. Bu kemâl, hiç şüphesiz, ancak insanlığın en güzel ve mütekâmil görünüşleri olarak anlaşılmalıdır.
İnsan hayatı, iki büyük ayırım taşımaktadır: Maddî ve manevi. Bu iki alan arasında ayarlı bir denge meydana getirmek, böylesine muvazeneli bir hayatın yaşanan bir örneğini diğer insanlara vermek, şu fânî insanlara hidâyet yolunu göstermeye çalışan biri için herhalde ideal bir şey olacaktır.
Tarihte, hayatları taklîd ve takip edilmeye değer iyi birer örnek teşkil eden çok sayıda hükümdar, âlim, velî ve diğer birçok büyük şahsiyetler görülmektedir. Vefatının üzerinden on dört asır kadar bir zaman geçmiş ve bu arada, ilim inanılmaz gelişmeler kaydetmiş ve hayatımızın şart ve durumları, mefhumları bile derin değişikliklere uğramış olduğu günümüzde, acaba niçin Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'in hayatını tetkik ediyoruz?
Bir Müslüman için sorunun cevabı basittir. Hayatta, rehber olan Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)'ın gösterdiği yol takip edilmezse Müslüman olunamaz. Henüz Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in hayat hikâyesinin teferruatını (Sîret/siyret) bilmeyen bir kimse için öncelikle şu gerçekleri göstermek faydalı olacaktır:
Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in öğrettiği şeyler, bizzat kendisinin nezareti altında kaleme alınmış ve daha sonraki nesiller için tamamen itimada şayan bir şekilde muhafaza edilmiştir. Çeşitli büyük dinleri insanlara tebliğ edip anlatan diğer peygamberler arasında Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), Allah'tan zaman zaman almış olduğu vahiyleri ve diğer ilâhî emirleri sadece etrafındaki insanlara tebliğ etmek ve anlatmakla değil ve fakat aynı zamanda bunları kâtiplerine yazıyla tes-bit ettirmek ve kendisine iman edip bağlanan sahâbîler arasında dağıtılabilmesi için bunları çoğaltmak şeklinde tedbirler almakla temayüz eder. Bu öğretilip anlatılanların muhafazası, aynı vahiy metinlerinin ibâdet esnasında okunması şeklinde, müslümanların dînî bir vazifesi haline getirilerek sağlanmıştır. Bu durumda ilâhî menşeli âyetlerin ezberlenmesi mecburiyeti doğuyordu. Bu vahiylerin, yani Kur'ân-ı Kerîm'in yazılı nüshalarını meydana getirecek şeklindeki bu tatbikat kesilmeksizin sürdürüldü. Yazıyla tesbit ve ezber, bu iki usul, ilâhi tebliğin vahyedildiği asıl dilde ve dosdoğru bir biçimde, diğer nesillere aktarılabilmesi için birbirlerini tamamlayacak bir biçimde devam ettirildi. Kur'ân-ı Kerîm'in bu metni, Tevrat ve İncil'in ikisi bir arada teşkil ettiğinden daha hacimlidir. O halde, insan hayatının her alanı için bunun çok sayıda emirler ve tâlimat ihtiva etmesine şaşmamalıyız.
Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), Allah'ın Resulü olma şerefini inhisarında bulundurduğuna dair hiçbir açıklamada bulunmamış, aksine, kendisinden önce Allah'ın bütün milletlere benzer resûller gönderdiğini ifâde etmiştir. Âdem, İdrîs, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Dâvud, İsâ gibi bunlardan bazılarının adlarını vermiş ve isimlerini zikretmediği daha birçoklarının gelip geçmiş bulunduğunu ifâde etmiştir. Yüce Yaratıcının söylediği şey; bunların yegâne fonksiyonunun, ezelî ve ebedî gerçeğin yeniden inşâsı ile daha eski peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilip öğretilmiş ve fakat Âdem (aleyhisselâm) ile Havva'nın soyundan gelenlerin üzücü tarihlerinde yer alan harpler ve inkılaplar sonucu bozulup kaybolmuş bütün şeylerin yeniden ihya edilip canlandırılması olduğudur. Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), bizzat onun getirdiği ilâhi tebliğin, kendisinden sonra, Allah'ın yeni bir peygamber göndermesine ihtiyaç duymayacağı bir şekilde el değmemiş ve bozulmamış olarak kalacağına dair inanış üzerinde ısrarla durmuştur. Gerçekten de bugün Kur'ân-ı Kerim ile onun sahih hadislerini içine alan kitaplar, kendi aslî dili ile aynen elimiz altında bulunmaktadır.
İlâhî tebliğe başlamasının ilk gününden itibaren Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), bütün dünyaya hitap ediyordu; kendisini hiçbir şekilde sadece bir milletle yahut herhangi bir belli asırla sınırlandırmıyordu; ırk ve sınıf farklarını tanımıyordu, islâm açısından, insanların mutlak eşitliği ve ancak gönülden gelerek yaptığı işler dolayısiyle (takva bakımından) bazı fertlerin üstün olabileceği, köklü bir kaidedir.
"Mutlak kötü insan" gibi "mutlak iyi insan", beşer topluluğunda ancak nâdir istisnalardır ve ekseriyet, "vasat insan" tabakasında toplanmıştır. Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), kendisini, insanlar arasındaki "melek" tabiatlılarla sınırlandırmamıştır: Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in tebliği, esas itibariyle insanların büyük ekseriyetini teşkil eden vasat, ortalama insana hitap etmektedir. Kur'ân'daki bir ayette yer alan ifâdeye göre; (el-Bakara, 2/201) insanın peşinde koşacağı asıl şey"... Bu dünyada ve ahirette iyilik, güzellik..." olmalıdır.
İnsanlık tarihinde, büyük hükümdarlar, büyük fâtihler, büyük reformcular, büyük velîler vs. eksik olmamıştır; fakat, çoğunlukla bunların her biri, kendilerine has alanlarda bir değer sahibi olmuşlardır. Bütün bu çeşitli vasıfların bir arada, tek bir insanda toplanması -işte bu Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'e görülür- sadece pek nâdir bir olay değil, fakat aynı zamanda O'nun öğrettiklerine inanmış kimseler tarafından kendi hayatlannda da yaşanabilme imkânına sahip bir öğretim olayı teşkil eder: Bunun yönü ise, hayat olaylan içinde muvâzenelenmiştir.
Reformculuk vasfını belirtmek bakımından Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'in, her zaman için güçlü kuvvetli bir din olan ve kayıpları ise, gün başına düşen ortalama kazançlarıyla mukayese edildiğinde hemen hemen bir hiç tutan günümüz dünyasının ileri gelen büyük dinlerinden İslâm dininin muallimi ve mübel-liği olduğunu söylemek yeterlidir. Allah'ın sevgili bir kulu ve sahip kılındığı doktrinleri yaşayan, gerçekleştiren bir kimse olması vasfı bakımından görüyoruz ki; onun hayatı kusursuzluk ve tam bir masumiyet içindedir. Sosyal bir teşkilâtçı olarak bel-lum omnium contra omnes (=tam bir karışıklık ve vuruşma) hali yaşayan bir ülkede o, bir hiç ile işe başlamış ve on sene içinde, Irak ve Filistin'in güney bölgeleri de dahil, bütün Arap Yanmadası'nın tamamını kapsayan, mesahası üç milyon kilometrekareden fazla bir devlet kurma sonucuna ulaşmıştı. Bu devleti O, kendisinden sonra on beş yıl gibi kısa bir müddet içinde Avrupa, Asya ve Afrika gibi üç kıtaya olmak üzere, aynı ülkeyi genişleten haleflerine emânet edip çekildi. Bir fâtih sıfatıyla giriştiği savaşlarda, her iki taraftan da verilen kayıplar birkaç yüz kişiyi aşmaz; bununla beraber bütün bu fetholunmuş topraklarda yaşayan insanlar tam bir itaat altına alınmışlardır. Gerçekte o, bedenler üzerinde olmaktan çok, kalplere hükmediyordu. Kendi hayatında iken din tebliğinde elde ettiği başarı, Veda Haccı esnasında Arafat'ta yüz elli bin kişilik bir mü'min topluluğuna hitap edecek kadar büyük olmuştur ki, bu tarihî olayın cereyan ettiği esnada, çok daha büyük sayıda müslümanın o yıl Hacc'a iştirak edemeyip kendi bölgelerinde kalmış olduklarını düşünebiliriz; zîra, bir müslüman için her yıl Hacc'a gitmek mecbûriyeti yoktur.
Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), kendisini, mü'minlere tatbikini emrettiği kaidelerin üstünde asla görmemiştir. Tamamen aksine O, namaz kılmış, oruç tutmuş ve etrafındaki sahâbîlerine verilmesini emrettği zekât miktarını çok aşan nispetlerde tasaddukta bulunmuştur. O, ister harp zamanında olsun, ister sulh, düşmanlarına karşı dosdoğru ve hatta merhametli, yumuşak davranmıştır.
Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)'in öğrettiği şeylere gelince; O, insan hayatının bütün görünüşleriyle ilgilenmiştir, inanışlar, ruhî-manevî alan, ahlâk, iktisat, siyâset, hülâsa ister ferdi veya toplumsal, ister ruhî veya dünyevî olsun, her alanda kaideler getirmiştir. Bütün bunların da ötesinde, ayrıca kendi şahsında en güzel örneği de bize bırakmıştır.
Bütün bu durumlar karşısında hüküm vermeden evvel O'nun hayatını tetkik etmemiz gerekmektedir.
[1] (Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Gelişmenin Yasaları, 1987)
[2] (M. Hüseyin Tabatabai, İnsanın Tarihte Tekâmülü, 1989).
[3] (Sami Şener, Tarih-Sosyoloji Münasebeti, 1992).