Kitap İbn-i Kesir Tefsiri - Hadislerle Kuran Tefsiri, 2.EL
Yazar İbn-i Kesir
Tercüme Prof. Dr. Bekir Karlığa, Pof. Dr. Bedreddin Çetiner
Yayınevi Çağrı Yayınları
Kağıt - Cilt 1.Hamur - Bez Ciltli, 16 Cilt
Sayfa - Ebat 10.240 sayfa - 16x24 cm
Baskı 1982 yılı. Resimdeki kitap gönderilecektir.
Kondisyonu İyi, Kenarlarında Sararma var. Resimdeki gbi.
Not: Sadece bu ÇOK ÇOK UCUZ KELEPİR kategorisindeki kitaplar 2. El kitaptır. Diğer bölümlerdeki kitaplar sıfır ve yeni ürünlerdir.
İbni Kesir Tefsiri Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri
Bugüne kadar yazılmış, bütün
tefsirleri bir araya getiren şaheser.Kur ân-ı Kerîm i anlamak istiyorsanız;
Kur ân ın Kurân la tefsîrini öğrenmek istiyorsanız,
Kur ânın Hadislerle Tefsîrini öğrenmek istiyorsanız, Ashâb-ı Kirâm ın Kur ân ı nasıl
tefsîr ettiğini bilmek istiyorsanız, Kur ân ın Tâbiîn ve Tebai Tâbiîn tarafından yapılan tefsîrini bilmek istiyorsanız, Dört mezheb imamları; İmam Âzam, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed İbn Hanbel in
Kur ân tefsîrlerini bilmek istiyorsanız, "
Rivayet Tefsîri" okumak istiyorsanız, "
Dirayet Tefsîri" okumak istiyorsanız, Taberî Tefsîri ni, Ebu l-Leys Semerkandî nin tefsîrini, İmam Süyûtî nin tefsîrini, İbn Kesîr Tefsîri ni, Zemahşerî nin Keşşâf ını, Kurtubî nin tefsîrini, Fahreddîn Râzî nin Tefsîr-i Kebîr ini, Muhyiddîn Ârabî nin tefsîrini, Kadı Beydâvî nin tefsîrini, Nesefî nin Medârik ini, Hâzin Tefsîri ni, İsmâîl Hakkı Bursevî nin tefsîrini, Âlûsî nin tefsîrini, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ın tefsîrini, Tantâvî Cevherî nin tefsîrini, Ömer Nasuhî Bilmen in tefsîrini, Seyyid Kutub un Fizilâlil-Kurânını, Mevdûdî nin Tefhîmul-Kur'ânını okumak istiyorsanız, Ayrıca 200'e yakın tefsîr âlimini tanımak istiyorsanız, Yüzlerce cildi okumaya vaktiniz yoksa, maddi imkanımız kafi gelmiyorsa, aynı şeyleri tekrar tekrar okumak istemiyorsanız,
Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri,
İbn Kesîr tefsirini okumalısınız.
SUNUŞ
Sayın Okuyucu!
Kuruluşumuzdan bu yana okuyucularımıza temel ve kaynak eserlerin orijinallerini sunduk.
Bunlar arasında; 6 ciltlik (4.000 sayfa) Mecma'u't-Tefâsîr, 23 ciltlik (23.000 sayfa) Kütüb-ü Sitte, 10 ciltlik (6.500 sayfa) el-Mebsût gibi İslâm ilimlerinin temeli olan tefsîr, hadîs, fıkıh ilmine dair eserlerin Arapça metinleri bulunduğu gibi, İmâm Gazâlî'den Seyyîd Kutub'a kadar klasik ve çağdaş düşünürlerimizin 40'ın üzerinde -gerek
tercüme gerekse telif-
Türkçe eseri de bulunmaktadır.
Şimdi ise; Asr-ı Saadet'ten günümüze kadar yaşamış bütün müfessirlerin görüşlerini ihtiva eden ve dilimizde yazılmış
tefsirlerin en büyüğü; «
Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri » ni değerli okuyucularımıza sunmanın mutluluğu içindeyiz.
İnsanların yeryüzünde mutlu bir hayat sürmeleri için gerekli düstûr lan toplayan, insanlar için hidâyet rehberi olan yüce kitabımız Kur'an-ı Kerîm Peygamberimize Arapça olarak indirildi. Peygamberimizden günümüze bir çok müfessir Kur'an-ı Kerîm'in insanlar tarafından iyice anlaşılabilmesi için çalıştı, gayret gösterdi. Bunlardan bir kısmı Kur'an-ı Kerîm'i, Kur'an-ı Kerîm âyetleri,
Peygamberimizin hadîsleri ve sahabenin nakilleriyle
tefsîr ederek «
Rivayet Tefsîrleri»ni meydana getirdiler. Diğer bir kısım ise İslâm kültüründe ve müsbet ilimlerdeki derin vukûfiyetleriyle Kur'an-ı Kerîm'i yorumlamaya çalıştılar ve «
Dirayet Tefsîrleri»ni meydana getirdiler. Günümüze kadar her iki usûlde yazılmış, %90'ı Arapça olan bu eserleri günümüz insanının baştan sona okuması, yeteri kadar anlaması mümkün olmadığı gibi ülkemizin büyük bir kültür değişimi geçirdiği ve nesiller arasındaki büyük anlayış ve kavram farkları bulunduğu da inkârı imkânsız bir gerçektir. Temel İslâm kültürünün bir çok kelime ve kavramları, yeni nesiller tarafından bilinmemektedir. Dinî eserlerin birçoğu gibi, dilimizde yazılmış, yayınlanmış
Kur'an-ı Kerîm tefsirlerinin çoğunluğu da yeni nesil tarafından yeterince anlaşılamamaktadır. Bizim amacımız bu eserlerin bir benzerini neşretmek değil, Bugüne kadar
Türkçemizde mevcut olmayan hem «Rivayet», hem «Dirayet» tefsirini ihtiva eden anlaşılır
Türkçeyle hazırlanmış ihtiyaç duyulan, eksiklikleri gideren yediden yetmişe herkesin okuyup anlayabileceği bir tefsir ortaya koymaktır.
«
Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri » hazırlanırken kendisinden önce geçen bütün
rivayet tefsirlerini toplayıp değerlendirerek sahîh gördüğü rivayetleri eserine alan büyük müfessir «
İbn Kesîr'in Tefsîr el-Kur'an el-Azîm » i
tercüme edildi. Buna ilâveten Asr-ı Saadetten bu güne kadar eser vermiş yetmişi aşkın müfessirin eserleri tek tek gözden geçirildi. Farklı görüşleri bulunan müfessirlerin görüşleri iktibaslar yapılarak tercüme edildikten sonra izah başlığı altında esere ilâve edildi. Ancak tekrarlar alınmadı. Böylece başlangıçtan günümüze kadar gelen «İslâm Müfessirleri» nin eserlerini bir araya toplayan, ansiklopedik biçimde hazırlanmış, zengin malzemelerle dolu, zevkle okuyacağımız mükemmel bir
tefsir ortaya çıktı.
Elinizdeki bu eserin güvenilir bir «Rivayet» ve «Dirayet»
tefsiri olarak büyük bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz.
Kağıt ve baskı giderlerinin baş döndürücü bir hızla yükseldiği, okuyucunun alım gücünün azaldığı bir ortamda yirmileri aşan ciltlere yayılmayı israf kabul ettik. Böylesine geniş bir muhtevayı yazı karakterini küçük (10 punto) ciltlerde, sayfa alan ve sayılarını geniş tutarak 15
cilde sığdırmayı başardık.
Bu eser şimdiye kadar yayınlanmış tefsirlerde bulamadığınız, genel anlamda Kur'an-ı Kerîm ve Kur'an ilimlerini anlatan bir giriş cildi ile 14 ciltlik
Kur'an-ı Kerîm tefsirinden ve İslâm müfessirlerinin hayatlarını, yaşadıkları devrin özelliklerini ve Kur'an-ı Kerîm'e bakış tarzlarım bulabileceğiniz bir ciltlik tefsir tarihinden ibaret olmak üzere ceman
16 ciltten oluşmaktadır.
Eserin mükemmel bir baskıyla çıkması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadık, elimizden gelen titizliği gösterdik.
Okuyucularımıza her bakımdan mükemmel bir eser sunmayı gaye edindik. Alım gücünün düşüklüğünü gözönünde bulundurarak eseri iki cins kağıda bastık. Herkesin istifade edebilmesini sağlamaya çalıştık.
Çağrı Yayınları mensûbları olarak; lâyık olmadığımız halde bize, Kur'an-ı Azimüşşan'a böylesine hizmet imkânı bahşeden Rabbımıza sonsuz hamd ve senalar olsun.
Çağrı Yayınları
ÖNSÖZ
«Doğrusu bu Kur'an; en doğru olana götürür.»
1
Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Hamdolsun âlemlerin Rabbı olan Allah'a. Salât ve selâm olsun onun sevgili peygamberine ve o yüce peygamberin âline, ashabına.
Günümüzde insanlığın büyük bir bunalım geçirdiği ve bu bunalımın bütün insanlığın mahvına vesile olacağı gerçeği üzerinde hemen hemen doğulu ve batılı aydınların hepsi ittifak etmiş bulunuyor. Gösterdikleri çare birbirinden farklı da olsa; ister Allah'a inansın, ister inanmasın, ister materyalist olsun, ister maneviyâta bağlı bulunsun düşünen kafalar bu bunalımın dünyamızın geleceğini tehdîd ettiğini, değişik ifâdelerle haykırmaktadırlar. Marksistler ise bu bunalımdan, ideolojileri adına bir pay çıkarmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla tarihin diyalektik yorumunun zorunlu gereği olarak; bunalımın neticesinde insanlığın tamamen komünist olacağım savunmaktadırlar. Ekonomik konularda marksizme karşı, fakat materyalist temelde onunla ortak olan öteki görüşlerin taraftarları ise bu felâketten kurtuluşu değişik iktisâdi çözümlerde, kültürel ve felsefî akımlarda aramaktadırlar.
(1) İsrâ, 9.
Görülüyor ki; bütün dünya ortada bir bunalımın bulunduğunda müttefik, ancak bu bunalımdan kurtuluş mevzuunda farklı teklifler Öne sürmektedirler. Gerçekte bu tekliflerin hiç birisi, dünyamızı içine düştüğü bu bunalımdan çıkarabilecek niteliğe sahip değildir. Çünkü bu görüşlerden hiçbirisi bunalımı her yönüyle ve objektif olarak ele alıp çıkış yollarını gösterememektedir. Körlerin fili tarifi gibi, herbiri kendi açısından bir çâre sunmakla meseleyi çözümlediğini sanmaktadır. Buna karşılık bu bunalımdan insanlığı kurtaracak olan en büyük düşünce sisteminin mensûbları, ne yazık ki kendi düşünce sistemlerim yeterince değerlendirip de kurtuluş bekleyen insanlığın imdadına koşma gücünden yoksun bulunmaktadırlar.
Temeline inmeye çalıştığımız zaman, bu günkü bunalımın asıl sebebinin; ilim ve din mücadelesiyle başlayan ve akılla vahyi birbirine düşman kardeşler haline getiren batılı anlayış olduğunu söylemek mümkündür. Bilindiği gibi, Hıristiyan dünyası orta çağda akıl dışı bir inanç sistemini insanlığa kabul ettirmeğe çalışmıştı. XII. asırda, Endülüs'te İslâm ilim ve düşüncesinin Latin dünyasına tercümesiyle birlikte gelişmeye başlayan pozitif ilimlere karşı kilise kendi doğmalarını savunabilmek için bir takım engelleyici kararlar almıştı. Bunun sonucunda kâfir oldukları gerekçesiyle İbn Sina, İbn Rüşd, Gazzâlî gibi büyük islâm düşünürlerinin eserlerini okuyanları engizisyon mahkemelerine şevketmiş, bir kısmını da acımasızca meydanlarda yakmıştı. Batı dünyasında ilim ile dinin -daha doğrusu Hıristiyanlığın- arası gittikçe açılmış ve neticede ilmî çalışma yapabilmek için dinî doğmaları reddetmek gerektiği kanaati hâkim olmuştu. Zaman zaman dozajını artıran bu çatışma, en sonunda ilmin zaferi ve kilisenin yenilgisiyle neticelendi. Ve artık ilim adamı olabilmek için, dinî inançları bütünüyle reddetmek gerektiği ilim adamları arasında bir müteârife haline geldi. Böylece Batı ilmi, gittikçe materyalistleşti ve pozitivizmin etkisiyle de büsbütün putlaştı. Kilise bir takım mahkemeler ve yasaklama kararlarıyla ilmi mağlûb edemeyeceğini anlayınca onun verilerini kabullenmek gereğini duydu ve XLX. yy.'ın sonlarına doğru dinî doğmalarla ilmî veriler arasında bir dostluk münâsebeti kurmayı denedi. İşte böylece yüzyılımızın başında artık dinin sâhâsı ile ilmin sâhâsı birbirinden tamamen ayrılmış oldu.
Batıda Hıristiyanlıkla, daha doğrusu Hıristiyanlığın kurumlaşmış merkezi olan kilise ile, ilim arasında cereyan eden bu 500 yıllık mücâdelede ilim, hâkimiyeti elde edince bunu fırsat sayan XIX. yy. materyalistleri ve dolayısıyla pozitivistleri Hıristiyanlığın ilme karşı tavrını bütün dinlere teşmîl ettiler.
İşte bu gün insanlığın içice bulunduğu bunalımın temelinde kısaca belirtmeye çalıştığımız bu ilim ve din mücâdelesi ve o uğursuz din ve ilim ayırımı yatmaktadır. Hıristiyanlıktan yakasını kurtarmış olan ilim, pozitif sâhâda büyük gelişmeler kaydetti. İnsanlığın milyonlarca senede elde edemeyeceği sonuçları kısa zamanda başararak fezanın fethini gerçekleştirdi. İlmî gelişmeler sayesinde hayat standardı yükseldi, insanların gelirleri arttı. Refah nisbeten topluma yayılmaya başladı. Ama bir şeyi alıp götürdü. Huzuru... İnsanın manevî dünyasının altüst ederek onu başıboş bir varlık haline getirdi.
Batı medeniyetinin insanlığı sürüklediği felâketin boyutlarını, bu medeniyetin çocuğu olan ve acılarını bizzat içinde yaşayarak görüp, bilâhare müslüman olan Roger Garaudy şöyle dile getiriyor:
«Batı bir karışık olaydır. Ortaya koyduğu kültür dayanıksızdır. Bu kültür derin çatlaklarla bölünerek parçalanmıştır. Yüzyıllardan beri Batı, Greko-Romen ve Yahûdi-Hıristiyan türünde ikili bir mirastan sözediyor...
Toplarla donatılmış Avrupalı fâtihlerin hayatına kıydıkları milyonlarca Amerika yerlisinin yanında Timur'un İsfahan savaşından sonra 70.000 kelleyi üstüste koyarak diktiği piramitin ne değeri vardır? Bu olay 10 veya 20 milyon Afrikalıyı yerinden oynatan büyük yıkımın yanında ne anlam taşır? 1980 yılında silâhlanma yarışında 450 milyar lira harcayan, eşitlik ilkesi tanımayan alış-veriş oyunları yüzünden aynı yıl III. dünya ülkelerinden 50 milyon insanın hayatım kaybetmesine yol açan Batının günümüzdeki hegemonya biçimine ne isim vermeli? Eğer geçip giden zamanlar binlerle ölçülecek olursa Batı, tarihte görülmemiş en büyük cânîdir. Bu gün Batı, ortak tanımayan iktisadî, siyâsî ve askerî gücüyle kendi gelişme modelini herkese zorla kabul ettiriyor. Bu model, üzerinde yaşadığımız gezegeni toplu intihara doğru sürüklemektedir. Zira bir taraftan insanlar arasındaki eşitsizlikleri bir daha hiçbir zaman kapanmamak üzere geniş uçurumlarla genişletirken, diğer taraftan her yaşayan dünyalının başı üzerine 5 tonluk bir patlayıcı madde atarak son kalan ümit kırıntılarını da ortadan kaldırmıştır. Bir şeyi daha Öğrenmenin zamanı geldi: Batının bu hayat görüşü insanları amansız bir hayat veya acele bir ölüme doğru götürürken aynı zamanda kendi kendisini doğrulamak maksadıyla yine içinde ölüm korkusu taşıyan bir kültür ve ideoloji modeli hazırlamaktadır. Çarpılmış bir tabîat anlayışı bu. Onu kendi malımız sayıyor ve istediğimiz gibi kullanma ve harcama hakkına sahip olduğumuzu düşünüyoruz.
Roma hukuku da böyle düşünüyordu. Bu tahrib ve harcamayı yeryüzünde hiçbir tabîî zenginlik kalmayıncaya kadar sürdürmek niyetindeyiz. Dünyayı bir çöp tenekesine çevirmeye yemîn etmişiz. Kaynakları sonuna kadar tahrîb ederek, her tarafı yakıp yıkmaya yönelik bu yoldan bizi hiç kimse geri çeviremez... Geleceğe karşı hiçbir ümit beslemeyen bir anlayış doğmuştur. Buna göre; gelecek yaşanan zamanın sayısal fazlalığından başka bir şey değildir. Değişecek hiçbir şey yoktur. İnsan için bir amaç yahut tanrı için bir hareket söz konusu değildir. Sonsuzluklara doğru uzanan tutkumuzu genişleterek bizim hayatımıza anlam kazandıracak, yahut bizi ölüm yolundan geri çevirecek hiçbir şey yoktur. Dünyada yeni bir kültür düzeni doğmadıkça, yeni bir ekonomik düzen de doğmayacaktır. Dünyanın yeni kültür düzeni Batı hegemonyasını yıkarak insanî bir projeyi gerçekleştirmek üzere yeryüzünde her ulusun âhenktâr katkıları ile şekillenecek ortak bir düzene geçmek demektir. Medeniyetler arası diyalog şimdi her zaman olduğundan çok daha zorunlu bir durum kazanmıştır. Bu bir hayat meselesidir. Alarm zilleri çalmıştır. Belki zaman geçmiştir bile. Yaşadığımız çağda hayatî önem taşıyan asıl konuşulacak konu, henüz sömürgeciliğin artıklarından kurtulamamış bir kapitalizm, yahut sonu gelmeyen savaşlar veya bizim Batı uygarlığımızın son krizleri değildir. Gösterdiği aynı çizgi üzerinde gelişmesini sürdürecek aynı kapitalist Batı gibi kendi halkının sömürücüsü kesilen III. dünya ülkelerinde baskı ve sömürü odakları kuran, silâhlanma, terör ve hegemonya yarışında ortaklarından hiç de aşağı kalmayan Sovyet modeli Sosyalizm de değildir. Yaşadığımız çağda asıl konuşulacak konu; Batının bir tür intihar anlamını taşıyan efsânevî gelişme ve büyüme ideolojisidir. Bu ideoloji bilim ve teknikte yani imkânların sıraya konması ve kuvvet kaynağı ile hikmet yani hayatın sonu ve anlamın arasında meydana gelen derin boşluktan doğmuştur. Bu ideoloji insanlara insanlıklarını unutturacak bir egoizm aşılar. Düşünceyi aşma, yani geçmişin korkusundan ve zamanın kaygısından kurtularak henüz bilinmeyen geleceğe doğru uzanmayı ve bu geleceği yaratmaya çaba harcamayı imkânsız kılar. Bu düşünce insanları toplum halinde yaşama duygusundan uzaklaştırarak, aramızda yaşayan herkesin diğerlerinden sorumlu olduğunu unutturur. Böylece dünyada varlık sürdüren her kadın, her erkek, her çocuk için ilim ve tekniğin ekonomi politika ve kültürün bütün kapılarını açarak onların tüm insanî zenginliklerini ortaya koymalarına ve yaratıcı güçlerini harekete geçirmelerine engeldir. Kaçırılan tarihî fırsatları ve Batı insanının kaybettiği ölçülerin karşısında bugün bize düşen görev, Doğu ve Batı medeniyetleri arasında yeniden diyalogu kurabilmeyi başarmak ve Batının kahredici monologuna bir son vermektir.»
1
- Roger Garaudy, İslâm'ın Vaadettikleri, Türkçe çev. Nezih Uzel,
Bu ünlü düşünür Batı medeniyetinin bugün insanlığı götürdüğü felâketli uçurumu da şöyle anlatıyor:
«İsfahan'ı ele geçirdikten sonra Timur'un 70.000 insan kellesini üstüste koyarak koca bir piramit inşâ etmesi için herhalde günlerce uğraşması gerekirdi. Hiroşima'da ise aynı sonuç bir kaç dakikada alınmıştır. Bu olay baş döndürücü bir bilimsel ve teknik ilerlemedir. Dünyamızın üzerinde şu anda Hiroşima bombasının 1.000.000 kere daha fazlasına eşit nükleer patlayıcı madde vardır. Bu ölçü yerküresinde yaşayan her insan başına 5 ton klasik patlayıcı madde demektir. Bu da bir başka bilimsel ve teknik gelişmedir. Ve gelişme durdurulamaz... Yeşil devrim ve mucize yaratan Ekim sistemleriyle Güney Doğu Asya'da beş yıldan beri pirinç zirâatı acaba nasıl bir şekilde gelişiyor? Üçüncü dünya ülkelerinde Batılılar tarafından uygulanan geniş toprak sürme metodlarıyla en ince pirinç tarlası kayboluyor. Batının daha fazla enerji yükü taşıyan kimyevî gübreyi satışa çıkardığı sırada III. dünyanın gittikçe daha fazla borca batan petrolsüz ülkeleri bunu satın alacak güç bulamamışlardır. Batının ormancılık ve mono kültür tekniklerinde elde ettiği gelişme sonucu Himalaya dağlarının etekleri ormansız kalmıştır. Bangladeş'i su basmış, sahilde açlık başlamıştır. Bilimsel ve teknik gelişme 1980 de rekor bir seviyeye ulaşmış ve dünyada o yıl 50.000.000 kişi açlıktan ölmüştür. Bu rakam 5 yıl sonra 85.000.000'a ulaşacaktır. ...Ve gelişme durdurulamamaktadır... Batının gelişme modelinin bir hilkat garibesi ve tarihî bir hastalık olduğu acaba ne zaman anlaşılacak?...» 1
- Roger Garaudy, A.g.e.
Batı medeniyetinin insanlığa takdîm ettiği en büyük hediye Garaudy'ninde belirttiği gibi büyük savaşlar, ekonomik ve ruhî bunalımlar, siyâsî ve sosyal krizlerdir. Bu krizler sonucu dünya iki cihan savaşının sancılarım çekmiş ve bir yandan dünyanın az gelişmiş kısmı sürekli ateş hattına sürülürken, diğer yandan da büyük bir kısmı korkunç bonbardıman tehlikleriyle yüzyüze gelmiş bulunmaktadır.
Ne yazık ki insanlığı Batı medeniyetinin sürüklemiş olduğu bu felâketli uçurumdan kurtarabilme gücüne sahip yegâne dünya görüşü olan islâm günümüzde en zor dönemini yaşamaktadır. Gerek mensûbları tarafından iyice anlaşılıp değerlendirilememiş olması, gerekse düşmanları tarafından her bakımdan düşmanca bir saldırı hedefi haline getirilmiş olması, İslâmı dünya konjonktüründen uzak bir noktaya itmiştir.
Bilindiği gibi, Haçlı savaşlarının acımasız saldırısı ve bilhassa Moğol istilâsının her bakımdan yıkıcı ve mahvedici hücumları neticesinde İslâm dünyasının fikir kaynakları kurutulmaya çalışılmıştır. Böylece Selçuklu ve Osmanlı dönemleri boyunca İslâm dünyası sürekli savaş ve saldırı alanı olarak seçilmiş bu sebeple fikrî sâhâda yapılması gereken faaliyetler daha çok askerî alanlara teksif edilmiştir. Fikrî alandaki durgunluk bir kaç yüzyıl sonra İslâm cemiyetini büyük bir atâlet içerisine itmiş, neticede de gelişme imkânlarından yoksun bırakmıştır. Bir süre sonra İslâm dünyasının en büyük dinamizm kaynağı olan ilim yuvaları çağın değişen şartlarına ayak uyduramaz duruma gelmişler ve belirli sahaların dışında hayat ile ilgilerini kesmişlerdir. Buna bağlı olarak İslâm toplumu; uzun süren bir durgunluk dönemine girmiştir. Kendi dışındaki gelişme ve ilerlemelerden habersiz, içine kapalı bir toplum hayatı sürmeye başlamıştır. Diğer taraftan Batı; aynı dönemlerde İslâm düşüncesinin tercümeler kanalıyla verdiği enerji sayesinde ilmî ve teknik alanda büyük başarılar elde etmiştir. Rönesans hareketiyle birlikte de Batı her alanda dünyaya egemen olmanın keyfini çıkarmaya başlamıştır.İslâm dünyası, uzun yıllar Batıdaki bu gelişmelerden asla haberdar olmadığı gibi, sürekli bir savunma psikolojisi içerisinde kendi dışındaki dünyaya ilgisiz kalmıştır. Ancak sanayi devriminin gerçekleştirilmesini müteakip sürekli mağlûbiyete dûçâr olmanın verdiği eziklikle İslâm dünyası Batıdaki gelişmelere ilgi duymaya başladı. Ve böylece İslâm ülkeleri Batı problemiyle yüzyüze geldiler. Ve bu karşılaşma müslümanlar bakımından bir şok tesiri icra etti. Batıdan neyin alınıp neyin alınmaması gerektiğini iyice kararlaştırmadan yetiştirilmek üzere Batıya elemanlar gönderildi.
Batının ilim ve tekniğini almak üzere gönderilmiş olan bu elemanlar, ülkelerine Batı hayranı olarak döndüler. Geleneksel anlamda Islâmî ve millî değerlerini muhafaza eden büyük halk yığınları bu taklîdçileri tepkiyle karşıladı. Böylece İslâm dünyasında yepyeni bir çatışma alanı zuhur etmiş oluyordu. İlim ve tefekkür yerine; «eski-yeni, Doğu-Batı, ilerici-gerici» gibi bir takım yaftaları esâs alan ve temelde kendi ülkelerinin değerleriyle ters düşmüş kişilerle, kendi değerlerinden nelerin yaşaması, nelerin atılması gerektiğini tam ve şuurlu olarak ayırd edemeyen iki zıt kutub ortaya çıktı.
Teknik ve ilmî sahada baş döndürücü gelişmelerin sonucunda güçlenen materyalizm ve pozitivizmin etkisiyle İslâm dünyasına kurtuluş reçeteleri hazırlayan bir takım düşünürler; İslâm ülkelerinin kurtuluş yolunun Batıyı olduğu gibi taklitten geçtiğini ve bütün kurumlarıyla Avrupayı örnek almadıkça ilerlemenin imkânsız olduğunu savunmaya başladılar. Gerçekten tutarlı bir çözüm getirememiş oldukları için eski değerlere bağlı kitleler tarafından reddedildiler. Buna karşılık büyük halk kitlelerini peşinden sürükleyen ve dinî makamları elinde bulunduran kişiler ise mes'eleyi din, ilim ve teknoloji mes'elesi halinde ele almaktan çok bir din ve medeniyet mes'elesi olarak ele almayı tercih ettiler. Dolayısıyla kendi köklü medeniyetlerini, detaylarını idrâk etmekten uzak da olsa dinî sevk-i tabîî ile üstün bir medeniyetin mensûbları olduklarım kabul ederek Batı medeniyetine karşı tavır takındılar. Batıya karşı takınılan bu tavır, bir süre sonra Batının her türlü faydalı ve faydasız bilimlerine de teşmîl edildi. Neticede Hıristiyan-İslâm, Haç ve Hilâl mücâdelesi, Batı kaynaklı her fikre karşı mücâdele halini aldı. İki tarafın da kendince haklı gerekçeleri bulunuyordu. Ancak bunun ortasından günümüzde dahî tartışması yapılan III. bir yol olup olmadığı pek tartışılmamıştır. Batıdan gelen her değere karşı çıkmakla Batıdan gelen her değeri kabul etmek arasında netîce itibariyle pek önemli bir fark yoktur. Çünkü her ikisi de şuurlu bir muhasebeye dayanmamaktadır. Ve her ikisi de sonunda aşırı bir fanatizm içerisinde muhalifini inkâr edecek bir kavga ortamından başka bir şey meydana getirmez. Bu mücâdele XX. yy. ın başında çok daha şiddetlendi. Ükemizde özellikle Fikret'le Akif in tartışmalarında ortaya çıktığı gibi; en sonunda bir İslâm ve Batı mücâdelesi şeklini aldı.
Batının da büyük desteği ile en sonunda İslâm ülkelerinde Batılı düşünce her alanda söz sahibi oldu. Sahipsiz ve korumasız kalan karşı düşünce ise her alanda susmak veya kabuğuna çekilmek zaruretini hissetti. Batı düşüncesinin hâkimiyeti ile birlikte yepyeni bir durum ortaya çıktı. Artık eskinin şuursuz da olsa cemiyeti ayakta tutan bütün değerleri birbir sökülüp atılırken, yerine Batıdan aktarma sun'î değerler yerleştirilmeye çalışıldı. Fakat toplumun bünyesi bu değerleri kabul etmedi. Böylece İslâm ülkelerinde belirli karakter yapısına sahip iki önemli kitle karşı karşıya yaşamak zorunda kaldı. Batı ve Doğu arasındaki bu mücâdele günümüzde de hâlâ sıcaklığını devam ettirmektedir. Ne var ki islâm dünyası bu Doğu-Batı mücâdelesi içerisinde birbirine girip dururken, Batı siyâsî, sosyal ve ekonomik alandaki başarılarım devam ettirip dünyanın söz sahibi biricik gücü olma imtiyazım korudu. Günümüzde de İslâm dünyası hâlâ bu ikilemin çözülememiş olmasının verdiği acılar, sıkıntılar ve buhranlar içerisinde yüzmektedir.
Bugün insanlık bir kurtarıcı beklemektedir. Bu kurtarıcı değişen şartları içerisinde insanın, bütün düşünce dünyasını kuşatan ve onun kafasında yer eden bütün problemleri objektif, dengeli, uyumlu ve tutarlı çözümlere kavuşturan bir dünya görüşü ve fikir sistemidir. İşte insanlık böyle bir fikir sisteminin hasreti içerisinde bulunmaktadır. Ve bu hasreti giderecek tek tutarlı düşünce de İslâm düşüncesidir.
İnsanlık ve yeryüzü günümüzde İslâm'a en çok muhtaç olduğu bir dönemi yaşamaktadır. Günümüz insanı, islâm'ın kurtarıcı sadâsından mahrum olduğu için, bataklıktan kurtuluşu; ya alkolde, ya uyuşturucu maddede ve buna bağlı olarak ta ortaya çıkan lüks hayat yaşama özlemleriyle koştuğu dans pistlerinde ve diskoteklerde aramaktadır. Ama ruhunun derinliklerinde yereden boşluğu bu yolla da dolduramadığı için en son durak olarak intiharı seçmektedir. Refah ve ekonomik kalkınma ile birlikte yükselen intihar grafikleri medenî denilen âlemin önüne bu korkunç manzarayı sermektedir. Fakat bu durumla yüz yüze gelen o âlem, gerçeği ikrar etmek yerine yine kurtuluşu bir başka yolla inkârda aramaktadır ve bu gelişmelerin psikolojik sosyolojik motivlerini araştırdığını söyleyerek hakikati çarpıtmaktadır. Çarpıtmak ne demek, gerçekle karşılaşmaktan korkup kaçmaktadır.
Yüzyılımızın ilk çeyreğinde bu gerçeği çok yakından görmüş olan büyük şair Muhammed İkbâl, yanık nefesleri ıstırâb ve heyecan dolu mısraları ile müslümanları sürekli uyarmış ve Kur'an'a dönmeye çağırmıştır.
«İnsanlık Frengin (Avrupalının) elinden inim inim inledi. Hayat onun yüzünden huzura kavuşamadı.
O halde ey Şark milletleri, ne yapmalıdır ki Şark tekrar aydınlığa kavuşsun.
Şarkın kalbinde bir inkilâb görünüyor. Artık gece sona erdi, güneş yükseldi.
Avrupa kendi kılıcı ile kendini boğazladı. Çünkü dine yüz çevirdi.
O, kuzu postuna bürünmüş bir kurttur. Pusuda kuzu bekler.
İnsan onun yüzünden müşküller içindedir. İnsanlığın içinde kanayan gizli dert onun yüzündendir.
İnsanlık onun nazarında bir su ve çamurdur. (Maddeden ibarettir) Hayat kervanının konak yeri (bir gayesi) yoktur.
Her gördüğün şey Hakkın nurlarından vücûd bulmuştur. Bütün eşyânın varlık sebebi Hakkın sırlarıdır.
Her şeyde Hakk'ın âyetlerini (alâmetlerini) gören insan hürdür. Bu hikmetin aslı Kur'an-ı Kerîmdeki «Unzur» (gör ve düşün) hükmüdür (emridir).
İmanlı kul, bu hükme inkiyâd ederek daha bahtiyar, insanlara karşı da daha merhametli olur.
İlim maddesini aydınlattıkça gönlü daha ziyade Allah'tan korkar. Madde ilmi bizim toprağımızı altın haline getiren kimyadır. Yazık ki bu ilim Frenge başka türlü te'sîr etmiştir.
Onun aklı ve fikri güzelle çirkini ayırdetmek. Gözü yaşarmaz, kalbi taş gibidir.
İlim onun yüzünden rezîl rüsvây olmuştur. Cebrail onunla arkadaşlık ettiği için şeytân olmuştur.
!
Frenklerin ilminin omuzunda kılıç vardır. Bütün gayretini insanlığı mahvetmeğe sarfeder.
İlim ve hüner aşkı bu hayır ve şer dünyasında alçaklarla anlaşamaz.
Ah, bu frenkten ve onun usûl ve kanunlarından, ah onun dine yabancı olan tefekküründen.
(1) Bazı okuyucularımız bize mektup yazarak Muhammed İkbal'in Hz. Cebrail'i -hâşâ- Şeytân yaptığını, bunun ise dinen mahzurlu, hattâ küfrü mûcib olduğunu bildirmektedirler. Okuyucularımızın duyarlılığını anlayışla karşılayıp kendilerine teşekkür ederiz, ancak M. İkbâl gibi büyük bir mütefekkirin böylesine büyük bir hatâya düşecek kadar yeteneksiz olduğu düşünülemez. Büyük şair burada Avrupa'nın, herşeyi nasıl kötüye kullandığını, melek diye takdim ettiği şeylerin bile arkasına şeytânları gizlediğini, ve karşısındaki milletleri böylece aldattığını belirtmektedir. Burada "Cebrail" melekliğin sembolüdür.
M. İkbâl; hem İslâm'ı ve islâm âlemini, hem de Batı'yı ve Batı emperyalizmini çok iyi bilen büyük bir islâm düşünürü ve islâm'ı terennüm eden büyük bir şâirdir. (
Dr. Bekir KARLIĞA )
Hak bilgisini sihirbazlık olarak öğrettiler, sihirbazlık değil kâfirlik Öğrettiler.
Her taraftan yüzlerce fitne hücuma geçiyor. Eşkıyanın elinden kılıcı al.
Ey canı tenden ayrı bilen, bu dine yabancı terbiyenin büyüsünü boz.
Onun tenine şark ruhunu üflemek lâzımdır. Ta ki mânâ kilidini o anahtarla açsın!
Gönlün hükmü altında olan akıl ilâhîdir. Gönlün hükmü altına girmeyen akıl ise şeytanîdir.
Avrupa kanunu hiç tereddütsüz kuzuyu kurda helâl etmiştir.
Dünyaya yeni bir şekil vermek lâzımdır. Kefen hırsızlarından ne umulur?
Cenova'da (Cemiyet-i Akvam) hîle ve desiseden başka ne vardır? Bu koyun senin, o koyun benim diye menfaat paylaşıyorlar.
Sözle ifade edilemeyecek kurnazlıklar... Dünyalar kadar perîşânlık, keşmekeş ve fitne.
Ey renge ve şekle esîr olan, bundan temizlen: Kendine imân et, Frengi inkâr et.
Kalk milletlerin müşküllerini hallet! Frenk sevdasını gönlünden uzaklaştır.
Şark nizâm ve cemiyeti tarzında bir tarz ve nizam ortaya koy... Kendini Ehrimamn (şer mabudu) elinden kurtar.
Frengi, onun neler yaptığını bilirsin! Ne zamana kadar Frengin zünnânna (rahiplerin bellerine bağladıkları kemer) bağlı kalacaksın.
Yara ondan, neşter ondan, iğne ondan... Irmaklar gibi kanımız akıyor yine ondan şifâ umuyoruz.
Padişahlığın (emperyalizm) ne derece kahredici olduğunu biliyorsun! Bizim asrımızda bu kahrı yapan ticârettir.
Dükkân tezgâhı taht ve tacın ortağıdır. Ticâretten menfaat, emperyalizmdeki haraçtır.
Aynı zamanda ticâret te yapan o emperyalizmin hayır, dilinden düşmez ama içi, şer doludur.
Eğer sen onun hesabını doğru bilirsen, senin pamuk bezin onun ipeğinden daha yumuşaktır.
Onun dükkânının önünden ona muhtaç olmadan geç. Kış dahi olsa ondan kork.
O hiç harbe lüzum hissetmeden öldürür. Onun makinası döndükçe ölümler saçar.
Sen kendi hasırını onun halısına değişme, Piyadeni (satrançta Paytak) onun ferzine (kale) değişme!
İncisi sakat, Lâ'li sakat... Bu tüccarın miski köpek göbeğinden (ahu göbeğinden değil).
Onun aldatıcı uykusu gözlerinin, rengi ve parlaklığı da idrâkinin yolunu vuran (Seni hakikatine ermekten meneden) bir eşkiyâdır.
İşini binbir müşküle sokarsın; onun kumaşından sarık yapma.
Akıllı insan onun küpünden şarap içmedi. İçen derhal meyhanede can verdi.
Ticâretini yaparken ne kadar güleryüzlü ve mülayimdir. Sanki bizler çocuklarız da o şekerci.
Sanki müşterisinin kalbinde ve gözündedir. Ya Rabbi bu büyücülük müdür, yoksa tüccarlık mı?
Renk ve koku tacirleri türlü menfaatler temîn ettiler. Biz müşteriler ise kör ve fakır kaldık.
Ey hür insan, sen sadece toprağından yetişen şeyleri sat, giy ve ye!
İşin hakikatine eren iyi görüşlü insanlar, kendi kilimlerini kendileri dokudular.
Ey bu asrın içyüzünü bilmeyen insan, Avrupa'nın mâhirâne çevirdiği dolaplara bir bak!
Senin ipeğinden halı yapıp sana sattılar.
Gözün onun dış görünüşüne aldanıyor. Rengi, parlaklığı seni çıldırtıyor.
Yazıklar o denize ki icab ettiği gibi dalgalanmaz ve içindeki inciyi dalgalardan satın alır. (Büyük coşkun dalgalar incileri sahillere atar.)»
1
İnsanlığı içine düştüğü bu felâketten kurtaracak tek kaynak Kur'an ve tek düşünce sistemi de Kur'an'a dayalı İslâm düşünce sistemidir. Ama sâf Kur'an'a ve Kur'an'm yorumundan ibaret olan sünnet-i seniyyeye. Bugün gerçek anlamda müslüman olmak isteyen her ferd; Kur'an'a koşmalı ve Kur'an'm kurtarıcı mesajını ruhuna, kafasına ve hayatına bütünüyle sindirerek yeniden bir diriliş, bir ba's ba'd'el - mevt ile dirilmelidir. Bu diriliş, yalnızca onun dirilişi olmayacak tüm insanlığın dirilişi olacaktır.' Zira bu rûh tekamülüne eren mü'min, önce kendini, sonra içinde yaşadığı toplu mu, sonra kendi milletini, sonra İslâm ümmetini ve neticede de tüm insanlığı kurtaracaktır.
- Dr. Muİıammed ikbâl, Pes Çe Bâyed Kerd Ey Akvâm-ı Şark; Külliyât, Türkçe çev. Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan
Bugün bizim elimizde bu imkân ve önümüzde de bu fırsat bulunmaktadır, yeter ki Kur'an'a dönelim ve Kur'an'ı yaşama azmine sahip olalım.
Çünkü Kur'an, bize kendi özel diyalektiğini verir. Biz olaylara; daha başlangıçta, Kur'an'ın perspektivi ile bakar ve önceden değerlendiririz. Beklenen olay ortaya çıkınca da apışıp kalmayız. Her olaya Kur'an'in koyduğu temel ölçüler içerisinde izah tarzı buluruz.
Kur'an bize geniş ufuklar açar. Hayatı dar çerçeveden değil de, geniş açıdan görmemizi sağlar. Meydana gelen şeylerin ardında Allah'ın gerçek gücünü görmemizi temin ederek basît gelişmelerle, kolay çözümlere gitmemizi önler. Bu sebeple, bazan aleyhimizdeymiş gibi görülen olaylarda bile bir hayrın saklı bulunduğunu ve bizim dar ufkumuzun, bilgi vâsıtalarımızın bunu kavramaktan âciz olduğunu öğretir.
Kur'an diyalektiğine sahip olan insan; maddî değerlerin köleliğinden kurtulur ve gerçek anlamda özgürlüğe kavuşur. Hiçbir baskı onun hürriyetine engel olamaz.
Kur'an'a gönül veren insan; eşsiz bir direnme gücü kazanır. Baskı ve sıkıntılar karşısında eğilip bükülmez. Onun için sinir krizleri ve karârsızlık sözkonusu değildir. Çünkü her şeyin ardında saklı duran ilâhi gücü bilir ve neticeyi ona havale eder.
Kur'an'a gönül veren insanda; ihtiras olmaz. Çünkü hırs, aşırı isteklerin ve tükenmez emellerin sonucudur. Halbuki Kur'an'a bağlanan insan için sonuç elde etme veya insanlara bir şey sahibi olduğunu isbât etme zarureti yoktur. O, sürekli çalışmakla mükelleftir. Netîce ise Allah'a havale edilmiştir. Neticeyi görmek ve herkese «ben şu sonucu aldım» diye caka satmak onun şiarı değildir. Çünkü neticeyi Allah'ın verdiğini, kendisinin ise sadece bir vâsıta olduğunu bilir.
Kur'an'a gönül veren insanın değersiz geçen bir ânı yoktur. O, her ânını değerlendirmek zorundadır. Sahibi olduğu en değerli şeylerin başında zaman gelir. Bu sebeple boş ve değersiz şeylerle uğraşmaz. Ömrünün her saniyesinde hesaba çekileceğini bilir. Ve bu nedenle değerli saniyelerini insanlığın ve dünyanın faydası için kullanır. Sonra da alnının akıyla emâneti, sahibi olan yüce Allah'a teslim eder.
Kur'an'a gönül veren insan; korkmaz. Çünkü ölüm, onun için bir son değil, yepyeni bir başlangıçtır. Ebedî hayatın kapılarını önüne açan bir geçittir. Ölümle korkunç bir uçuruma yuvarlanmıyor, aksine huzur ve mutluluk dolu bir hayata koşuyor. Çünkü kendisine:
«Selâm size, hoş geldiniz. Ebedî olarak girin buraya» derler (Zümer,73)
Kur'an'a gönül veren insan; aşın bir tutkuyla hayata sarılmaz. Çünkü bu dünyanın geçici olduğunu, her şeyin burada sonuçlanmayacağını, buranın âhirete giden yolda sadece bir durak olduğunu bilir:
«Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.» (En'âm, 32)
«Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir.» (Muhammed, 36)
Kur'an'a gönül veren insan; dünyada Allah'ın kendisine lütfettiği nimetlerin hepsini iyice değerlendirir ve bunlardan yararlanmanın kendisi için bir vazife olduğunu bilir. Bunlardan yararlanırken egoistçe ve şuursuzca değil, kendi cinsinin ve tüm varlıkların yararını da gözetmeyi unutmaz.
«Allah'ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu gözet. Dünyadan da payını unutma. Allah sana nasıl ihsan etti ise sen de öylece ihsan et.» (Kasâs, 77)
Kur'an'a gönül veren insan; Allah'ın verdiği nimetleri yersiz şekilde israf edip kaynaklarım boş ve lüzumsuz yere tüketmez. Bilir ki, bu nimetlerin hepsinin hesabını verecektir. Nimetlerden yararlanırken de onları insanlığın ve varlıkların hayrına kullanmaya çalışır. Kendinden önce ve sonra bu nimetlerin kıymetini bilmeyip, onları yersiz şekilde tüketenlerin âkibetlerinin kötü olduğunu bilir:
«Andolsun ki sizden önce nice nesilleri, zulmettiklerinden dolayı helak etmiştik. Halbuki peygamberleri kendilerine apaçık belgelerle gelmişlerdi de onlar inanmış değillerdi. İşte böyle cezalandırırız. Suçlular topluluğunu. Sonra onların ardından, nasıl davranacağını görmek için sizi yeryüzünde halîfeler kıldık.» (Yûnus, 13,14)
Kur'an'a gönül veren insan; Allah'ın kendisine verdiği nimetlerin bir bölümünü başkalarına vermenin kendisi için bir görev olduğunu bilir. Çünkü onun elinde bulunan şeylerin hiçbirisinin gerçek sahibi kendisi değildir. Gerçek mülk sahibi Allah'tır. O, verirken Allah'ın malından vermektedir. Allah, kendisini böyle bir imkâna kavuşturmuş olduğu için bir yandan mutludur; diğer yandan da elinin altında bulunan şeylerin hakkını verip vermediğini, Allah'ın huzurunda bunların hesabı görülürken işin içinden alnının akıyla çıkıp çıkmayacağını düşünür:
«Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü Allah'ındır.» (Mâide, 17-18)
«Ve Allah'ın size verdiği malından onlara verin.» (Nur, 33)
Kur'an'a gönül veren insan; sürekli çalışır, didinir, emek sarfeder. insanlara iyi örnek olabilmek için her alanda gayret içindedir.
Tenbellik yapmaz, verimsiz çalışmaz, değersiz şeyler için emek harcamaz:
«İnsan için ancak çalıştığı vardır. Ve o, çalıştığının karşılığını görecektir.» (Necm, 40)
«Gerek erkek olsun gerek dişi, kim de sâlih amel işlerse, muhakkak ki ona güzel bir hayat yaşatırız.» (Nahi, 97)
Kur'an'a gönül veren insan; kimsenin çalışmasını karşılıksız bırakmaz. Kimsenin hakkını yemez ve çalışanın emeğini ânında değerlendirir. Bilir ki; emek kutsaldır ve onun eksiksiz değerlendirilmesi gerekir:
«Onun meyvesini ve elleriyle yaptıkları şeyleri yesinler. Hâlâ şükretmezler mi?» (Yasin, 36)
Kur'an'a gönül veren insan; bütün canlılara karşı sevgi besler, onlarla dostluk ve samîmiyet içerisinde olmaya çalışır. Kendisinin de bir bölümünü oluşturduğu evrendeki bütün varlıkların yaratanının Allah olduğunu, dolayısıyla onlarla iyi geçinmek gerektiğini bilir ve ona göre davranır. Kendi Rabbi'nin bütün âlemlerin Rabbi olduğunu, bunun için de o Rabb'a kulluk etmekten başka bir şey yapmak durumunda olmayan varlıklarla ahenk kurmak gerektiğini kabul eder:
«Hamd, âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsûstur. O, Rahmandır, Rahîm'dir.» (Fâtîha, 1-2)
«Ve benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.» (aw, i56)
Kur'an'a gönül veren insan; hakka riâyet eder. Öncelikle yeryüzünde hakkın hâkim olmasını ve bâtılın yok olup gitmesini ister. Bunun için çalışır:
«Hakkı hak olarak yerleştirmek ve bâtılı iptal etmek için...»
(Enfâl,8)
«Bilâkis hakkı bâtılın üzerine çarparız da onun beynini parçalar.» (Enbiyâ, 18)
Kur'an'a gönül veren insan; bilir ki hakkın bâtılı yoketmesi, hak ehlinin bâtıl taraftarlarım yoketmesi ile mümkündür. Hak taraftarları bâtılın üzerine yürüdüğü zaman, Allah yardım eder ve zafer hak ehlinin olur. Yoksa Allah, müşahhas olarak veya meleklerini göndererek onları yok edecek değildir. Fakat hak ehli yeterince imkâna sahip olmaz veya bütün çabasını sarfettiği halde netice alamazsa o zaman Hak Teâlâ bizzat müdâhele ederek bâtılı yok eder.
Kur'an'a gönül veren insan; herşeyin hakkım vermek zorunda olduğunu kabul eder. Nimetin de imkânsızlığın da; zaferin de yenilginin de hakkını vermek gerektiğini bilir.
Kur'an'a gönül veren insan; bilir ki bâtılı ve bilcümle şer güçleri ortadan kaldırmak için cihâd etmek zorundadır. Cihâd etmeyenlere Allah'ın gazabı ve bunun yanısıra da zillet vardır. Cihâd gücünü yitiren kişi ve toplumlar hayat ve cemiyet içerisinde bir varlık gösteremezler. Bu sebeple, Kuran taraftarları hayatlarının her ânını, geniş anlamıyla cihâd içerisinde geçirmek zorundadırlar. Cihâd olmadan hiç bir şey olmayacağını bilir ve ona göre sürekli olarak cihâda koşarlar:
«Cihâd edip Allah yolunda hicret edenler... İşte onlar Allah'ın rahmetini umabilirler.» (Bakara, 218)
«Bizim yolumuzda cihâd edenleri dosdoğru yollarımıza iletiriz.» (Ankebût, 69)
Kur'an'a gönül veren insan; ruhunu ve bedenini her türlü pislik ve kirliliklerden antır. Engin bir rûh yapısına ve tertemiz, sağlam bir bedene sahip olmaya çalışır. Bilir ki; bedenin sağlığı için rûh, ruhun sağlığı için de beden sıhhati şarttır. Biri olmadan diğeri olmaz:
«Andolsun ki Allah; insanlara âyetlerini okuyan, onları temizleyip arıtan,onlara kitab ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle, lütfetmiştir.» (Âi-ilmrân, 164)
«Nitekim biz size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek, aranızdan, bir peygamber gönderdik.» (Bakara, 151)
Kur'an'a gönül veren insan; yalan söylemez. Çünkü: «Muhakkak Allah, o israf eden ve çok yalan söyleyeni doğru yola iletmez.» (Gâfir, 28) İkiyüzlülük yapmaz. Çünkü «Allah, şehâdet eder ki muhakkak ikiyüzlüler yalanalardır.» (Münâfikûn,1) Gıybet etmez. Çünkü «Ey imân edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Zira zannın birkısmı günâhtır. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? Ondan tiksindiniz değil mi?» (Hücurât, 12) buyurulduğunu bilir.
Kimseyle alay etmez. Çünkü «Ey imân edenler, bir topluluk, bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınlarla alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinize dil uzatmayın. Birbirinizi kötü lakablarla çağırmayın. İmândan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü isimdir.» (Hücûrât, 11)
Kur'an'a gönül veren insan; iftira etmez. Çünkü: «Allah'a yalan isnâd edenden daha zâlim kim vardır?» (En'âm, 21)
«Allah'a andolsun ki, iftira ettiğiniz şeylerden dolayı sorguya çekileceksiniz.» (Nahl, 56) buyruğunu her an hatırında bulundurur.
«Kur'an'a gönül veren insan; zulüm yapmaz. Çünkü: «Doğrusu zâlimler inkâr ederler.» (Ankebût, 49)
«Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.» (Bakara, 193)
«Ve Allah zâlimleri sevmez» (Âi-i îmran, 57) «Aralarından bir sesleniri; «Doğrusu Allah'ın laneti zâlimlerin üzerinedir,» diye seslendi. (Araf, 44) buyruğuna inanır. Ve özellikle zulümlerin en büyüğü 0lan Allah'a şirk koşmaktan, büyük-küçük her nevi şirk belirtisi bulunan davranışlardan kaçınır. Çünkü «Doğrusu şirk büyük bir zulümdür.» (Lokman, 13) buyruğunu bilir.
Kur'an'a gönül veren insan; zulmetmeyeceği gibi zulme rızâ da göstermez, zâlime yardımcı da olmaz. En büyük zulm şirkin, küfrün ve Tâğût'un hâkimiyetine rızâ göstermektir: «Bu uyandan sonra zâlimler güruhu ile oturma.» (En'âm, 68) «O gün zâlimlere mazeretleri fayda vermeyecektir. Lâ'net onlaradır, yurdun kötüsü onlaradır.» (Gâfir, 53)
Kur'an'a gönül veren insan; hâkimiyetin Allah'a ait olduğunu bilir. Allah ile kul arasına aracılar koymaz. Allah ile kul arasına giren aracılann ne olursa olsun şirki temsil ettiğini ve insanlann hep bu yüzden doğru yoldan saparak küfre sürüklendiklerini bilir. Nitekim müşrik Araplar da putlan için:
«Biz sadece onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.» (Zümer, 3) diyorlardı.
Kur'an'a gönül veren insan; fuhşun, ahlâksızlığın her türlüsünden kaçınır. Sağlam karakter yapısına sahip kişiler; şehvet düşkünlüğünün insan için bir eksiklik olduğunu bilirler. İnsanlığın kumanda makamına tâlib olan bir kitle; basît nefsânî isteklerinin bile henüz tatmin edilmemiş olmasının utanç verici bir şey olduğunu kabul eder. Allah'ın helâl kıldığı yolların dışında tatmin aramanın hiçbir şekilde hoş karşılanmayacağını bilir. Çünkü: «Doğrusu mü'minfer felaha ermişlerdir. Onlar ki, namazlannda huşu içindedirler. Onlar ki, boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtlanı verirler. Onlar ki, ırzlannı korurlar .» (Mü'minûn, 1-5) buyruğunu okur.
Kur'an'a gönül veren insan; hiçbir yaratığın canına kıymaz. Çünkü cana kıymanın insanlık için büyük bir felâket olduğunu, haksız yere bir insan öldürmenin bütün insanlığı öldürmek olduğunu bilir:
«Kim de bir cana can olmaksızın veya yeryüzünde fesada karşılık olmaksızın birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş olur.»
(Mâide, 32)
Kur'an'a gönül veren insan; kötü yola düşmüş veya tehlike ile yüzyüze gelmiş bir insanı kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmak olduğunu bilir. Çünkü: «Kim de bir insanı diri bırakırsa bütün insanlığı diriltmiş olur.» (Mâide, 32)
Kur'an'a gönül veren insan; rüşvet almaz, haksız yere başkasının malına göz dikmez. İdareci ve sorumlulara para yedirerek haksız iş görmez. Çünkü: «İnsanların mallarından bir kısmım bile bile, günâh işleyerek ele geçirmek için iş başındakilere yedirerek mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.» (Bakara, 188) buyruğunu okur.
Kur'an'a gönül veren insan; haksız kazanç sağlamaz. Özellikle toplumlar için en büyük felâket kaynaklarından birisi olan ve insanın insanı sömürmesi esâsına dayanan faize kesinlikle karşıdır. Faiz sistemini reddettiği gibi faizin İslâm'a karşı açılmış bir savaş olduğunu da bilir:
«Ey imân edenler, faizi kat kat alarak yemeyin. Allah'tan korkunuz ki, felaha eresiniz. Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten de sakının.» (Âl-i İmrân, 130-131) «Allah; faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir.» (Bakara, 276)
«Ey imân edenler, Allah'tan korkun. Ve eğer mü'minlerden iseniz faizden arta kalanı bırakın. Şayet böyle yapmazsanız bunun Allah'a ve Rasûlü'ne karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.» (Bakara, 278-279)
Kur'an'a gönül veren insan; keyif verici ve uyuşturucu maddeleri kesinlikle kullanmaz. Bunun insan sağlığına ters düşen bir davranış olduğunu, toplumun yücelmesi ve geliştirilmesi için harcanması gereken değerleri heba etmek ve ömrü boşa tüketmek anlamına geldiğini bilir. İçki ve kumarın sağlığa zararını, toplum yapısı için belirttiği tehlikeyi kabul eder. Çünkü: «Ey imân edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytân işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, felaha eresiniz.» (Mâide, 90) buyruğunu hiçbir zaman hatırından uzak tutmaz.
Kısacası, Kur'an'a gönül veren insan; bütün davranışlarında kendini Allah'a ve Rasûlüne teslîm eder. Ve bilir ki; bunda hayat vardır. Yaşamak, bir bitki, bir katı madde gibi belirli zaman dilimini doldurup gitmek değil, bir iz bırakmak ve Allah'ın insana yüklediği hilâfet görevini yerine getirmektir. Bu şuurla hayatını Allah'a ve Rasûlüne adar. (ibni kesir tefsiri , 16 cilt ibni kesir tefsiri , ibn kesir tefsir kitabı, ibni kesir tefsir oku , 16 cilt tefsir kitabı , hadislerle kuran tefsir , çağrı yayınları, hadislerle kuranı kerim tefsiri )
Çağrı yayınları İbn-i Kesir 16 Cilt İbni Kesir Tefsiri ( Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri ) tefsir setini incele diniz.