Kitap İnsan-ı Kamil
Yazar Abdülkerim El Cili
Tercüme Abdülaziz Mecdi Tolun
Yayınevi İz Yayıncılık
Kağıt Cilt 2 Hamur kağıt, Ciltli
Sayfa Ebat 494 sayfa, 17x24 cm
Yayın Yılı 2015
İz Yayınları İnsan-ı Kamil kitabı nı incelemektesiniz.
Abdülkerim El Cili İnsan-ı Kamil kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
İnsanI Kamil
Abdülkerim El Cili
Ben, bu kitabımı mütalaa edenden şunu iltimas ve rica ederim ki, benim bu kitabımda dere ettiğim ne kadar mebâbis var ise, o mebâhs Kur'ân-ı Kerîm ve ahâdis-i şerife ile müeyyeddir. Şayet kitabımı okuyanın anlayışına nazaran Kur an a veyâhud ahâdise muhâlif bir şey zubûr ederse, okuyan bilsin ki, anladığı manâ, kendi anlaması cihetindendir; yoksa benim îzâb için kasd ettiğim muradım noktasından değildir. Bu gibi husûsâtta, okuyan zâtın bakikatin fehmine kendisi için fütuhât hasıl oluncaya kadar, yâhud kitâbullahtan veya hadîs-i müeyyedden delilini buluncaya kadar, o manâ ile amel etmeyerek, teslimiyeti de elden bırakmamalıdır.
Sunuş
Abdülkerim el-Cîlî'nin însân-ı Kâmil fi- Ma'rifeti'l-Evahir ve'l-Evail isimli eseri
Abdülkerim el-Cîlî,15. yüzyılda yaşamış ve verdiği eserler ile
kendinden sonraki dönemlerde ciddi tesirleri olmuş bir mutasavvıftır. Kaynakların verdiği bilgilere göre H. 767 tarihinde İran yakınlarındaki Cilan'da doğmuş, tasavvuf! eğitimini İsmail el-Ceberiti yanında ikmal etmiştir.
Bir tarikat mensubu olmakla beraber, Cîlî'nin kendisinden sonra tarikat alanındaki tesirlerinden ziyade, Tasavvuf başta olmak üzere İslam düşüncesinin çeşitli alanlarında verdiği eserlerle müessir olduğunu görmekteyiz.
Şüphesiz ki eserlerinin başında el-lnsânü'l-Kâmil fi- Marifeti'l-Evahir ve'l-Evail isimli kitabı gelmektedir. Eserin analizine geçmeden önce, eserin tarih boyunca tesirleri hakkında kısa bir bilgilendirmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.
İnsân-ı Kâmilin tesirinin takip edilebileceği en önemli eserler kuşkusuz, eser üzerinde değişik dönemlerde yapılmış olan şerhlerdir. Bilindiği üzere şerh, İslam düşüncesi geleneğinde önemli bir literatürü teşkil eden telif tarzlarından birisidir. Bu itibarla Tasavvuf Tarihinde müessir olmuş büyük sufilerin eserleri şerh edilerek, her çağda düşüncelerin güncelliğini koruması ve nesiller arası kültürel bağların sağlanması temin edilmiştir. Nitekim bu bağlamda başta Ibnül Ara-bî'nin Fmsms'u olmak üzere, Mevlana Celaleddin Rumî'nin Mesnevisi ve Sadreddin Konevi'nin eserleri üzerlerinde değişik dönemlerde pek çok şerhler yazılmış, önemli bir şerh geleneği oluşmuş ve şarih-sufiler ortaya çıkmıştır.
Abdülkerim Cîlî'nin el-însanü'l-Kamil fi- Marifeti'l-Evahir ve'l-Evail isimli eseri de her ne kadar İbnüT-Arabi'nin Fusus'u kadar olmasa da üzerinde değişik asırlarda şerhler yapılmış, tasavvuf tarihinde tesiri devam ede gelen eserlerden birisi olmuştur. Şüphesiz ki, burada şerhler üzerinde genişçe durmak ve her birisinin Cîlî'nin görüşlerini yorumlama ve diğer sufilerin düşünceleri ile irtıbatlandırmadaki tutum ve tavırlarını tespit etmek, bu yazınm çerçevesini aşar. Bu şerhler üzerinde mukayeseli çalışmalar yapmanın ehemmiyetini tespit etmekle beraber, şimdilik sadece bu şerhlerin isimlerini ve müelliflerini tanıtmakla yetineceğiz.
- Lâ'lizade Abdülbaki b. Ali'nin .(v.1159) Şerhi.
- Ali b. Hicazi el-Buyumî(1183)'nin şerhi.
- Abdülgani en-Nablusî'nin "Keşfü'l-Beyan an-Esran'l-Edyan fi-Ki-tab-ı însâni'l- Kâmil ve Kamili'l-lnsan" isimli şerhi: Bu eser, sadece kitabın son bölümünü teşkil eden ve tercümede "Bi'l-umum Edyanın ve îbadatın Esrarı ve Kaffe-I Ahval ve Makamat'ın Nükteleri Hakkındadır" başlığı altındaki son bölümünün şerhinden ibarettir.
- Ahmed el-Ensarî'nin "Muvazzahatü'l-Hal fi-Ba'zı Mesmuatı'l-Dec-cal" isimli şerhi.
Bunların yanında özellikle İbnüT-Arabî'ye yönelik bir takım eleştirilerinin cevaplandırılması ve IbnüT-Arabi'nin görüşlerinin savunulması amacıyla İbnüT-Arabî şarihleri tarafından çeşitli çalışmalarda Cîlî'nin görüşleri ele alınmıştır. Bunlara örnek olarak 17. asrm önemli sufilerinden Abdullah Bosnevî'nin "Kitab u Kenzi'l-Mahdum fi-teb'iyeti'l-ilmi li'l-malum fir'red ala Abdilkerim el-Cîlî isimli eseri zikredilebilir. Ayrıca Nablusî'nin yine ilim-ma'lûm ilişkisi konusunda Cîlî'nin İbnüT-Arabî'yi eleştirdiği noktalara dair yazdığı ve Bosnevî'ye nazaran daha uzlaştırmacı bir tavır takındığı eseri zikr edilebilir. Aynı meselede Bosnevî'nin tutumuna yakın bir tavır sergileyen son devir önemli sufilerinden Fusus ve Mesnevi şarihi Ahmed Avni Bey'in Fusus şerhinde konu üzerindeki değerlendirmeleri de bu babta zikredilebilir.
Son olarak şunu söylemek mümkündür ki, Cîlî, kendisinden sonra müessir olmuş, düşünceleri kendisinden sonra gelen sufilerce dikkate alınmış önemli bir müellif mutasavvıftır.
Çağımızın önemli tasavvuf araştırmacılarından E. Ala Afifî, Cîlî'nin düşüncelerinin tasavvuf tarihindeki yeri ve bu düşüncelerin hangi çerçevede anlaşılması gerektiğine dair görüşlerini serdederken, bir takım farklılıklarıyla beraber Cîlî'nin de kendine özgü bir İbnüT-Arabî takipçisi olduğunu vurgular. Ona göre İbnüT-Arabî'den etkilenenler iki guruba ayrılmaktadır: Birinci gurup; Sadreddin Konevî, Abdurrezzak Kaşanî, Davud el-Kayserî, Müeyyidüddin el-Cendî ve Abdurrahman Cami gibi Fmsus şarihleridir. Afifi'ye göre bu şerhlerin ve bu zatların Fusus'un işaretlerini derin bir şekilde anlamalarının, İbn Arabi'nin doktrinini yayma ve anlaşılmasını kolaylaştırma noktasında büyük bir etkisi olmuştur. Ancak bu kişiler, Afifi'ye göre, müellife bağlılıkta ve sisteminin kapalılıklarım izah ederken büyük ölçüde kendisinden feyz alsalar da, vahdet-i vücûd doktrini üzerinde şerh alanından, orijinal te'lif alanına yükselememişlerdir.
ikinci grup ise, IbnüT- Arabî'yi takip ederek, doktrinin bazı yönleri şerhederek ve bu mezhebin mantığının gerektirdiği yeni ve uzak ufuklara ulaşarak vahdet-i vücûd ve onunla ilişkili nazariyeler hususunda eser yazan sufilerdir. Afifi, bunların en meşhurunun ve en orijinalinin olanının "el-insanü'l-kamil fi ma'rifet-i evahir ve'l-evail" isimli kitabın yazarı Abdülkerim el-Cîlî olduğunu ifade etmektedir.
Afifi'nin "Fusus şarihleri" olarak nitelediği sufiler hakkındaki değerlendirmesi, tartışmaya açık olmakla beraber, İnsân-ı Kâmil kitabının incelenmesiyle, bu değerlendirmesinin en azından Cîlî ile ilgili bölümününün doğru olduğu görülecektir Eserine kısa bir bakış bile, Cîlî'nin IbnüT Arabi'nin kendine özgü bir takipçisi olduğu ve düşüncelerindeki temel kavram ve sisteminin İbnüT-Arabî'den derin tesirler taşıdığını göstermeye kafidir. Nitekim çağımızın önemli bir tasavvuf araştırmacısı olan müsteşrik R. Nicholson da Cîlî ve eseri üzerinde yaptığı çalışmada Cîlî'yi katı bir vahdet-i vucûd mensubu ve İbnüT-Arabî takipçisi olarak nitelemektedir.
Şu halde bazı ayrıntı ve teknik konularda IbnüT-Arabî'ye bir takım eleştiriler yöneltmiş olsa bile, Cîlî genellikle İbnüT-Arabî ve onun takipçilerinin teşkil ettiği tasavvufi çizgiden çok farklılık göstermeyen ve düşünceleri bu gelenekle beraber mütalaa olunabilecek bir sufidir.
Tercümesini yayma hazırladığımız "el-insanü'l-Kâmil fi ma'rifeti'l-evahir ve'l-evail" kitabının öncelikle ismi üzerinde durmak gereklidir. "Sonların ve ilklerin bilinmesinde însân-ı Kâmil" şeklinde kabaca tercüme edebileceğimiz bu kitabın ismi, okuyucuyu doğrudan tasavvufun en yüksek entellektüel konularıyla karşı karşıya bırakmış olur. "İlklerin ve sonlarm bilinmesinde İnsân-ı Kâmil ne demektir? Cîlî'nin eserinin hemen girişinde kendi yöntem ve tavrı hakkındaki ifadelerinde belirttiği "Bu kitaptaki her bilgi, hadis ve ayet ile müey-yeddir" ifadesinden hareket edersek, her ne kadar kendisi bunu zik-retmese de bu isimlendirmenin bir hadise telmih ettiği anlaşılmaktadır. Bu hadiste de, Hz. Peygamber "Bana evvelîn ve ahirinin ilmi verildi" buyurmaktadır.
Bu bağlamda zikredilebilecek diğer bir hadis de, özellikle tasavvuf düşüncesi için büyük ehemmiyet ve anlama sahip olan "Ben bir gizli hazine idim, bilinmek istedim; halkı yarattım, ta ki bilineyim" anlamındaki hadis-i kudsîdir. Ayrıca "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur; Ey Cabir!" ve Hz. Peygamberin, tarihî ve maddî tezahüründen önce hakikat-ı Muhammediyyenin mevcudata önceliğini ifade ettiği,"Adem çamur ve su arasmda iken ben nebi idim" hadisleri de kitabın isminin çağrıştırdığı hadislerden ilk akla gelenlerdir.
Tasavvufta "Varlık" meselesi, çok kısa olarak Hz. Peygamberin "Allah var idi, onunla beraber başka bir şey yoktu" hadisini tamamlayan "şimdi de, olduğu gibidir" cümlesiyle özetlenebilecek bir mahiyet arz etmektedir. Bu hadis-i şerifin anlamı, sonradan vahdet-i vucûd olarak ıstılahlaşan ve "mazhar ve tecellilerin ötesinde varlığın bir olduğu ve onun da Hakkın varlığından ibaret olduğu" şeklinde tanımlayabileceğimiz bir varlık anlayışı, sufilerin manevi ve ruhi tecrübeleriyle beslenerek ortaya konulmuştur.
Her türlü taayyün ve kayıttan bağımsız olan Mutlak Varlık veya Vucud-ı Hak, bulunduğu "ama" ya da la-taayyün mertebesinden, kendi zatım ve kendisinde mündemiç olan kabiliyet ve sıfatları "bilmek" murat ettiğinde, belirli bir taayyün sırasıyla çeşitli mertebelerde zuhur etmiştir. Hak, kendi mutlakiyetinde baki kalmakla beraber, mukayyet varlığı ile ilahi ve kevni çeşitli mertebelerde tenezzül etmiş, "siva" dediğimiz Hakkın gayrisi ve gerçekte müstakil bir varlığı olmayan izafi varlık meydana gelmiştir. Böylece kesret ya da alem, Hakkın kemalinin tecelli ettiği mazharlardan ibaret olmaktadır.
Şüphesiz ki, Vucud-ı Hak, "kesret ve taaddüt" aleminde izafi vucûd ile her varlıkta zuhur etmiştir ve bu mazharlar bir yönü ile Hakkın bir sıfatının veya tecellisinin mazharı olmuştur. Zaten bu varlık anlayışına göre de alem, Hakkın kemalinin yansıdığı bir mazhardan ibarettir ve varlık sebebi de budur. Fakat Hakkın kemalini eksiksiz ve kamil bir şekilde yansıtmak ve Hakkın sıfatlarına ayna olmak sadece insana mahsustur. İşte tasavvuf açısından sadece insanın hamil olduğu hilafetin ve emanetin anlamı, Hakkın sıfatları ve kemalinin zuhuru için "kamil" bir mazhar olmaktan ibarettir.
İnsanın Allahın halifesi olması veya esma ve sıfatının tezahürü için tam mazhar olması her insan için bir hak olmakla beraber, fiilen bu imkan sadece İnsân-ı Kâmil için mümkündür. İnsân-ı Kâmil de, mutlak anlamda Hz. Peygamber, Hz. Peygamber'e niyabeten de diğer nebi ve velilerden ibarettir. Hakkın varlığının ilk tenezzül ve taayyün mertebesi, zatından zatına olan ve taayyün-i evvel mertebesi olarak isimlendirilen birinci taayyün mertebesidir. Bu mertebe, aynı zamanda Hakikat-ı Muhammediyye mertebesidir ve Zat-ı ilahîde mündemiç olan kabiliyet ve sıfatlar yekdiğerinden temeyyüz etmeksizin, icmali olarak bu mertebeyededir. Bu mertebe, kendisinden sonra gelen bütün mertebelerin hakikatlerini camidir ve yine bu mertebe, Hz. Peygamberin hakikatinden ibarettir. İşte hem vucûd olarak ve hem de bilgi olarak kendisinden sonra gelen ilahi ve kevni bütün mertebelerin esası ve İnsân-ı Kâmil'in mertebesinden ibaret olan bu mertebe, yani hakikat-ı Muhammediye mertebesi kitabımızın isminin işaret ettiği mertebedir.
İnsân-ı Kâmil hakikatiyle bütün varlığın bilgisini camidir ve hakikatlere ait bütün bilgiler bu mertebeden kaynaklanmaktadır. Şu halde, "İlklerin ve sonrakilerin bilinmesinde İnsân-ı Kâmil", mutlak anlamda Hz. Peygamber'in hakikatinden ibaret olan birinci mertebenin
bilinmesinin kendisinden sonra gelen ilahi ve kevni bütün mertebelerin ve o mertebelerde taayyün eden varlıkların hakikatinin de bilinmesi demektir.
Tasavvufta Varlık meselesi hakkındaki bu kısa açıklamadan sonra, E. A. Afifi1, R. Nicholson2 ve Titus Burchart'ın3 görüşlerinden de genişçe yararlanarak, eseri kısaca tanıtmak istiyoruz.
Cîlî, bu kitapta genel olarak "Varlık" problemini ele alır ve özellikle Tasavvuf Tarihinde Varlık meselesini en geniş şekilde inceleyen IbnüT- Arabf den aldığı felsefi ve tasavvufi ıstılahları, İbnüT-Arabî'nin yöntemine yakın bir şekilde tanımlar. Abdülkerim Cîlî'nin de Varlık hakkındaki nihai tasavvuru, kendisinden önceki sufilerin de ifade ettiği "Varlık, özü ve hakikati itibarıyla bir ve aynı şeydir. Kesret ve ta-addüd ise izafidir." Görüşünden ibarettir. Bu düşünce de, vahdet-i vucûddan başka bir şey değildir.
Cîlî, varlığın ve kendileriyle muttasıf olduğu sıfatların birliği görüşüne sahiptir. Cîlî, burada sıfatlarla ilahi zatm vasıflandığı sıfatlar veya bizzat Hakk'ın kendileriyle vasıflandığı sıfatlan kast etmektedir. Cîlî'ye göre sıfatlar-îbnü'l- Arabi'de de olduğu gibi "alem" diye isimlendirdiğimiz harici varlıkların "ayn'Tdır.
Cîlî'nin varlığın tabiatı ile ilgili doktrini Îbnü'l-Arabî'den mülhem üç eksen etrafında dönmektedir; bunlar, zat, sıfatlar ve isimlerdir. Cîlî, mutlak olarak sıfatı, "mevsufun halini bildiren veya halinin bilgisine ulaştıran şey"4 şeklinde tanımlar. Yani Sıfat, mevsuf hakkında bilgi veren şeydir. Onun görüşüne göre, sıfatlar ile meydana geldiği hakikatler arasındaki fark, ancak olgular alemi için söz konusudur. Çünkü sıfat, bu alemde mevsufun aynı değildir. Ancak hakikat aleminde, yani âlem-ı batında gayriyet yoktur. Zat-ı ilahi, ya da Vücûd-ı Mutlak, ilahi sıfatların "ayn'Tdır. Alem, mazharlarda tecelli eden ilahi sıfatların dışmda müstakil bir şey olmadığına göre, şöyle diyebiliriz: ilahi zat ve alem, ya da hak ve halk hakikatte aynı şeydir.
Cîlî, harici aleme gerçek bir varlık nisbet etmekte tereddüt göstermez. Bununla birhkte harici alemin Hakk'a nisbetinin, "kabuğun öze" nisbeti gibi olduğunu söylemektedir.
Vücûd-ı mutlak ya da zat-ı ilahi ise, gayb alemidir, "ibareler ile idrak edilemez; işaretlerin bilinmesiyle anlaşılamaz. Çünkü her hangi bir şeyin bilinmesi, kendisine uygun ve münasip veya kendisine zıt bir şey ile mümkündür. Halbuki zatın varlıkta ne benzeri, ne de zıddı vardır. Akıl, kendi mertebesinde zat hakkında hiç bir bilgi elde edemez. Ancak isim ve sıfatların perdelerini aşıp, mahlukattan ibaret olan "zahir varlığa" bakarsa, "hakikat" in bütün zıtları ihtiva eden bir "öz" olduğunu anlar: hakikat, ezeli ve ebedi, hak ve halk, kadim ve hadis, rab ve abd, zahir ve batın, vacip ve mümkün, mef-kud ve mevcûd, sabit ve menfi, ve buna benzer zıtlıklardan ibarettir. Fakat bu ikilik, gerçekte rölatiftir ve bizim bakış açımıza göredir; bizzat varlık açısından ikilik söz konusu olamaz. Yani "hakikat", farklı iki varlığa tekabül etmemektedir. İki bakış açısı ile bakılan, gerçekte tek bir varlıktır. Hakikate zat açısından bakıldığında, "hak" denir; sıfatlar ve isimler cihetinden bakıldığında ise, "halk" denir. Zat, sıfat ve isimlerin "ayn' dır.[1]
Vücûdun tabiatı ile ilgili üçüncü esas, ilahi isimlerdir. Cîlî, "ism'T mutlak olarak müsemmayı anlaşılır kılan, hayalde canlandıran, vehimde hazırlayan, düşüncede tasarlayan, hatırda koruyan ve akılda var eden şey olarak tanımlamaktadır. Müsemma, mevcud veya ma'-dum olsun ya da hazır veya gaib olsun fark etmez. İsmin müsemma ile ilişkisi, zahirin batın ile ilişkisi gibidir. Bu açıdan isim müsemmanın aynıdır.
Hak ancak halktan ibaret olan isimleri ve sıfatlan ile bilinebilir. Hadis-i kudsîde şöyle denmektedir: "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim; ve mahlukatı yarattım. Beni onunla bildiler."
"Allah" ismi, bütün kemalatın maddesidir; bütün kemaller bu ismin feleği altında gizlidir. Allah'ın kemalinin ise nihayeti yoktur. Çünkü Hakk'ın kendi nefsinden izhar ettiği her kemalin gaybında da-
- Kitabüt-tezkari, s.4-33.
- Studies in Islamic Mysticism, 77-142.
- Universal Man, Ingilizceye Ancela Culme-Seymour tarafından tercüme edildi. 1995.
- Cili, el-lnsanü'1-Kamil, s.20.
ha büyüğü vardır. Bütün mahlukat, ilahî kemalatın mazharlarıdır veya Cîlî'nin ifadesiyle zatın arşıdır.
Cîlî'ye göre varlık meselesindeki en önemli kavramlardan birisi de, uluhiyet mefhumudur. Ona göre "uluhiyet", vucudî hakikatlerin toplamından ibarettir. Diğer bir ifade ile uluhiyet, bütün ilahi ve kevni mertebeleri içine alan bir hakikattir ve her hak sahibine varlıktan hakkını verir;[2] Ayrıca uluhiyet, zatın en büyük mazharıdır.
Hak ve halktan her birisinin uluhiyette bir mazharı vardır. Hakk'm uluhiyette mazharı en büyük mertebededir. Halkın uluhiyette mazharı ise halkın çeşitlilik, değişim, yok olma ve varlıktan hakkı kadar olur.
Öyleyse uluhiyetin zahir ve batından oluşmak üzere iki yönü vardır; zahiri halk, batını ise hak'dır. Cîlî, bu ikisi arasındaki farkı tasavvufta sıklıkla kullanılan, su ile buz sembolü ile açıklamaktadır. Buna göre, buz zahir, su ise batındır. Zahirde buz, suyun gayrı; hakikatte ise aynıdır.
Cîlî'ye göre Mutlak Varlık, mutlaklığından taayyün ve tenezzül ettiğinde üç merhale geçirir. Birinci merhale, ahadiyet; ikincisi, hüviyet; üçüncüsü ise enniyettir. Ahadiyet merhalesinde zat, bütün itibar, nis-bet, izafet, isimler ve sıfatlardan münezzehdir. Sadece ahadiyet ile vasf edilir. Bu sebepten zata, sade mutlak dahî denilemez. Bunun anlamı, vahdet, taayyün-ı evvel ve tenezzül mertebesidir.
İkinci merhalede veya ikinci tecellide Bir olan zata gaib zamiri "hü-ve" ile işaret edilir.
Üçüncü merhale, zatın varlıklar suretinde zuhur etmesidir. Bu da, Hakk'm halk suretinde tecellisinden ibarettir. Uluhiyette bi'l-kuvve mevcûd olan bu kemalat, bil-fiil mevcûd olur; ma'kûl olan, harici alemde müteayyin olur.
Cîlî, bu ontolojik nazariyelerden İnsân-ı Kâmil nazariyesini oluşturmak için yararlanır. Bu doktrinin özeti şudur; İnsan, Allah'ın hanedeki en mükemmel mazhan, Allah'ın kendi suretinde yarattığı varlık ve Hakk'm kendisinde isim ve sıfatlarını gördüğü aynadır.
Alemdeki her şey Allah'ı bir sıfatının veya her hangi bir isminin tecellisine mazhar olabilmişken, Allah'ın kendi sureti üzerinde yarattığı insan Allah'ın birbirine zıt bütün isim ve sıfatlarını cami olan bir mazhardır. Alah'ın Kitab-ı kadiminde "iki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni men eden nedir" diye buyurduğu, insanın bu "cami'Tik özelliğinden ve kendi sureti üzerinde yaratılmış olmasından ibarettir. Nitekim Cili'nin de aktardığı gibi, bir sufinin "Allahı iki zıddı cem etmesi üzerine bildim" dediği, bir başka açıdan aynı gerçeğe işarettir.
Her insanın bi'l-kuvve sahip olduğu bu imkan, sadece însân-ı Kâmil için biT-fiil mümkündür. Bu itibarla İnsân-ı Kâmil, Allah'ın bütün isim ve sıfatlarını biT-fiil kendisinde tahakkuk ettiren varlıktan ibarettir. Bu da sadece Hz. Peyamber'e has bir imtiyazdır. Kendisinden önce veya sonra yaşamış bir nebi veya veliye bu ismin verilmesi, niyabet ve. vekalet tarikiyledir.
IbnüT-Arabî'de olduğu gibi Cîlî'nin görüşüne göre de, İnsân-ı Kâmil varlığın başlangıcından ebediyete kadar tektir. Suretleri itibariyle ise, çoktur ve her zamanda o zamanın sahibi suretinde zuhur eder ve onun ismiyle isimlendirilir. Ancak gerçek ismi, Muhammed; künyesi EbuT-Kasım, özelliği ise, Abdullahdır..
Bu noktada Cîlî'nin görüşleri ile İbnüT-Arabî'nin görüşleri arasındaki benzerlik ve uyum, dikkate değerdir.
Ontolojik durumuna bağlı olarak insanın bu alemde var oluş gayesinin bir gereği olarak insanın ahlaki sorumluluğu gündeme gelmektedir. İnsan, Mutlak Varlık'ın tenezzül ve taayyününe mukabil, manevi ve ruhi olarak terekki ederek ve Hakka miracını tamamlayarak isim ve sıfatların kendisinde tahakkuk etmesini sağlar. Bu terakki veya miracın ilk aşamasında salik, ilahi isimlerin tecellilerinin mazharı olur. Bunun neticesinde kul, bu tecellilerin altında "fani" olur.
Bu meydana geldiğinde kul, kendisinde tecelli eden ismin nurları altında yok olur. Kendisinde isimlerin tecelli ettiği kişi, ancak zat-ı sırf'ı müşahede eder; ismi müşahede etmez. Hak kulda hangi isim ile tecelli ederse, kul bu isimle müsemma olan zatın, abdin suretinde veya bütün varlığın suretinde tecelli ettiğini müşahede eder.
İkinci merhale, Hakk'm kulda sıfatları ile tecelli etmesidir. Bu ise, kulun zatının Rabbın sıfatlarıyla vasıflanmayı kabul etmesidir. Bu durum, Hakk'ın kulu kendinden yok etmek ve varlığını silmek suretiyle ifna etmesi ile gerçekleşir. "Kulluk nuru silinir ve halki ruh fani olursa, Hak, hulul etmeksizin kulun heykelinde, sildiklerinin yerine zatından bir latife ikame eder. Tecelli bu latife üzerine olur. Hak kendinden başkasına tecelli etmez. Ancak biz bu ilahi latifeyi kuldan bedel olması itibariyle abd olarak isimlendiririz. Aksi taktirde ne Rab, ne de kul olurdu. Zira merbûb'un yok olmasıyla Rab da yok olurdu. Tek olan Allah'dan başka hiç bir şey yoktur."[3]
Mesela Hak kulda "hayat" sıfatıyla tecelli ederse, bütün alemin hayatı olur. Kul, bütün varhklarda cisminde ve ruhunda kendi nüfuzunu görür. İsa (as.) bu sınıfa dahildir. Hak kulda kelam sıfatı ile tecelli ederse bütün mevcudat kulun kelimeleri olur. Bütün zati hakikatler ona açılır ve cihetsiz ve organsız sözü işitir[4]
Bundan sonra Cîlî, sıfatî tecellilerin sayımına geçmektedir. Tecellinin husûlünden sonra kuldan sadır olan şeyleri zikreder. Kul, bu tecellilerin her birisinde sadece Hakk'ın suretlerinden bir surettir. İşte bu "însân-ı Kâmil" diye isimlendirilen şeydir.
Nihayette son tecellî yani zatî tecellî gelir; ve bununla da miraç sona erer. Böylece İnsanı Kamil Hak ile zatî birliğini idrak eder.
Tercümenin Yayınlanması Hakkında Bir Kaç Söz:
İnsân-ı Kâmil kitabı ilk olarak Lalizade Abdülbaki efendi tarafından tercüme edilmiştir. Daha sonra da eserin kısmî bir tercümesi Selanikli Ali Örfi Efendi tarafından yapılmış, fakat bu tercüme tamamlanmamıştır. Son devir önemli mutasavvıf ve ediplerinden birisi olan Abdü-laziz Mecdi Tolun, 1937 yılında Tasavvuf Tarihinde büyük ehemmiyeti olan bu klasik eseri tercüme ederek, hem Türkçe'ye hem de tasavvuf kültürümüze önemli bir katkı sağlamıştır.
Osman Nuri Ergin, mütercimin tercümeye başlamadan önce İstanbul kütüphanelerinde bulunan eserin yazma nüshalarını incelediğini, hiç birisini sıhhatli ve güvenilir bulmadığını, bunlardan yaklaşık on nüshayı kullanarak tercümede esas olacak özel bir metin meydana getirdiğini belirtmektedir. Ayrıca bu metni oluşturma çalışmasının bir yıl gibi bir zaman sürdüğünü de belirtir.
Bizim araştırmalarımızda istanbul Kütüphanelerinde böyle bir nüshanın varlığını tespit edemedik. Umulur ki, bu eserin yayınlanmasından sonra Arapça nüshanın da elde edilmesi mümkün olur ve halen tahkikli bir neşri yapılmayan kitabın sağlam bir metni elde edilmiş olur.
Eserin yayına hazırlanması, merhum hocamız Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın Bey ve Prof. Dr. Mustafa Tahralı Bey tarafından düşünülmüş ve merhum hocamız eserin yaklaşık dörtte birinin dizgisini ikmal etmişti. Ancak hocamızın elim bir trafik kazasında Hakkın rahmetine kavuşması üzerine çalışma tamamlanamamıştır. Hocamız Prof. Dr. Mustafa Tahralı Bey'in yönlendirme ve destekleri ile çalışmayı tamamlamaya niyetlendik. Merhum hocamızın bıraktığı yerden tercümenin yeni harflerle dizgisini tamamladık. Elimizde iki nüsha vardı. Bunların her ikisi de 1940 tarihini taşımakta idi. Dizgiden sonra her iki metni de mukabelede kullandık. Metinler birbirine yakın tarihlerde ve belki de aynı meclis dahilinde istinsah edilmiş olmalarından, aralarında kayda değir bir fark yoktu. Bazen birisinde cümle düşüklükleri, veya kelimelerin yanlış yazımlar bulunmaktaydı. Bu durumlarda Arapça metni de dikkate alarak, anlamı bozabilecek hatalardan uzak durmaya gayret ettik.
Bu çalışma bir metnin yayına hazırlanmasından ibarettir. Binaenaleyh, anlam ve ifadeyi bozmayan bir takım düşük cümlelerde veya anlaşılması nispeten güç olan yerlerde, her hangi bir tasarruf veya sadeleştirme yapmadık. Esasen tercümenin neredeyse 60 sene önce yapılmış olmasına rağmen, okunduğunda dini meselelere aşinalığı olan kimselerin fazla zorlanmayacakları derecede sade ve anlaşılır bir dili olduğu görülecektir. Insân-ı Kâmilin orijinal dili, son derece ağır ve işlediği konular itibarıyla da oldukça derin bir eserdir. Buna rağmen mütercim merhum, son derece ağır ve sembolik anlatımları içeren şiirler de dahil olmak üzere, kısa ve anlaşılır bir dille zor bir metni tercüme etmeyi başarmıştır.
Mütercim, kullanımı yaygın olmayan kelimeleri tercih ettiğinde, parantez içinde bunların anlamlarını da verir. Biz de metnin anlaşılmasında yardımcı olabilecek bu kelimeleri parantez içinde verdik. Ayrıca tasavvuf alanında yapılmış benzer çalışmalarda genellikle kitaplara bir lügatçe ilave edildiği için, gerektiğinde onlardan yararlanabileceğini düşünerek, zait olabilecek bir lügatçe hazırlamaktan sarf-ı nazar ettik. İhtiyaç hasıl olduğunda, Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın Beylerin müştereken hazırladıkları Fu-susu'l-Hikem Tercüme ve Şerhinin lügatçesinden yararlanılabilir. Ayrıca Fihi-Ma-fih ve Tedbirat-ı llahiyye'nin lügatçeleri de aynı ihtiyacı karşılayacak niteliktedir.
Osmanlıca bir metnin hazırlanmasının yeni harflere nakledilmesinin ne derece güçlükler barındırdığı malumdur. Özellikle izafetlerin muhafaza edilmesi, kelimelerin olabildiğice doğru okunması ve transkripsiyon işaretlerinin konmasında mümkün mertebe hassasiyet gösterdik. Bütün dikkat ve hassasiyetlerimize rağmen, bir takım eksikliklerin bulunabileceğini de peşinen itiraf etmek gerekir. Bu gibi durumlarda okuyucunun basiretine güvenmekten başka çaremiz yoktur. Bunun yanında özellikle sözlüklerde p, t, gibi harflerle yazılmış kelimelerin zaman zaman b, d gibi yumuşak harflerle yazmak; ilahi ve kevni varlık alanına ait olan aynı anlamdaki kelimelerin hangisine ait olduklarını, büyük-küçük harf yazımıyla göstermeye çalıştık.
Tercüme içinde bazen mütercim parantez içinde bir takım notlar düşmüştür. Bunlardan kuşkusuz en önemlisi, mukaddimede geçen ve anlam açısından büyük ehemmiyet taşıyan ve eserin arapçasmdan farklı bir anlam verdiği "Sıfatlarını künhü ile ihatadan zatı acizdir" cümlesindeki tasarrufudur. Mütercimin ifadesine göre anlam açısından sakıncalı olan bu cümlenin tashihini, vakıasında bizzat müellifin ruhundan sorduğunu, kendisine "Künh-ı zatını ihatadan ZatT sıfatlarını men etmiştir" ifadesinin doğrusu olduğunu beyan ettiğini belirtmektedir. Bir başkası da, meşhur bir hadiste geçen "Allah'ı genç bir delikanlı suretinde gördüm" ifadesini rivayet eden Cîlî'ye karşın, mütercimin hadisin bu rivayetini kabul etmeyerek, "en güzel surette gördüm" ifadesinin sahih olduğunu, diğer ifadenin bir takım tevillerinin bulunmasına rağmen doğru olmadığma dair yaptığı açıklamadır. Ayrıca İbnüT-Arabî'nin ismi verilerek kitapta yöneltilen eleştirilerde mütercim eleştirilerin aslında lafız farklılığından kaynaklandığını belirterek, her ne kadar Cîlî'yi suçlayıcı bir tutum takmmasa da, İbnüT-Arabî'nin görüşünü tercih ettiğini ihsas ettirir. Bu gibi durumlarda ya metin içinde köşeli parantezlerle bu görüşlerin metinden ayrılmasını temin ettik, bazen de anlatım bütünlüğünü bozabilecek durumlarda dipnotlara aldık.
Metinde geçen ayetleri metinleri ile beraber verip, numaralarını gösterdik.
Eser, arapça aslına uygun olarak bablar olarak tercüme edilmiştir. Okuyucu karşısında birinci babtan başlayarak son baba kadar tek bir metin görecektir. Modern eserlerin tasnif ve bölümleme tarzına aşina okuyucu için bu durum bir nebze zorluk çıkartabilir. Ancak yayında da eserin bu yapısına riayet edilmiş, kitabı orijinalinde bulunmayan bir tasnife tabi tutmadık.
însân-ı Kâmil yazarı, aynı zamanda bir şairdir ve Arapça divanları bulunmaktadır. Eserinde de sıklıkla düşüncelerini ifade ederken şiir sanatından yararlanmıştır. Kendisi de divanı bulunan bir şair olan Mütercim, arapça şiir tercümeleri için model olabilecek bir maharetle bu şiirleri Türkçe'ye aktarmıştır. Yayında, "Kasidenin Tercümesi" "Beytin Tercümesi" "Manzumenin Tercümesi" gibi başlıklar altında yer alan şiirlerin tercümeleri, italik karakter ile ayırt ettik.
Bab başlık altlarında bazen ya konu hakkında farklı bir izahat veya bir doğrudan veya dolaylı olarak başka meselelerin anlatıldığı fasıllar bulunmaktadır. Hatta zaman zaman bu fasılların uzunluğu bazı bab başlıklarından da uzun olmaktadır. Bu fasıllar da farklı bir mizanpaj ve yazı karakteri ile verilmiştir.
Son olarak böyle bir eserin hazırlanmasına girişen fakat ömrü vefa etmeyen rahmetli hocamız Selçuk Eraydm Beyi rahmetle anıyoruz. Teşvik ve yönlendirmeleriyle bu çalışmanın gerçekleşmesinde büyük katkıları olan muhterem hocamız Prof. Dr. Mustafa Tahralı Bey'e teşekkür etmeyi bir borç biliriz. Ayrıca kitabın yayınlanmasında büyük hassasiyet gösteren, başta muhterem hocamız Doç. Dr. İlhan Kutluer Bey'e ve İz YayıncılıkTn yönetici ve mensuplarına da teşekkür ederiz.
Osmanlı Devletinin 700. yılını idrak edeceğimiz senenin başlangıcında, Osmanlı'nın son devir alimlerinden birisi tarafından, İslam kültürünün en önemli kitaplarmdan birisi üzerine yapılmış bir tercümeyi yayına hazırlamanın mutluluğunu taşırken, mütercim merhumu da rahmet ve minnetle anarız.
Ekrem Demirli Üsküdar 10/11/1998
[1]Ayn kavramı ve bu ıstılahın tasavvuf düşüncesindeki yeri ile alakalı olarak bk. Tahralı, Prof. Dr. Mustafa, Ayn Maddesi.
[2]Cili, el-lnsanüT-Kamil, s.23.
[3]el-lnsanü'1-Kamil, s.37-38.
[4]el-lnsanü'I-Kamil, s.39.