İslam Tarihi, Filibeli Ahmed Hilmi HUZUR

Fiyat:
500,00 TL
İndirimli Fiyat (%41) :
295,00 TL
Kazancınız 205,00 TL
Havale / EFT:
286,15 TL
83,34 TL'den başlayan taksit seçenekleri için tıklayın.
Aynı Gün Kargo

Kitap                İslam Tarihi
Yazar               Filibeli Ahmed Hilmi
Sadeleştiren    Hüseyin Rahmi Yananlı
Yayınevi           Huzur Yayınevi
Kağıt  Cilt         2.Hamur - Ciltli
Sayfa  Ebat      688 sayfa - 16,5x24,5 cm



                         
Filibeli Ahmed Hilmi İslam Tarihi adlı kitabını incelemektesiniz.
Huzur Yayınları Filibeli Ahmed Hilmi islam tarihi adlı kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
 

Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
 
 

Bu İslâm Tarihi, tarihî vak’aların kronolojik bir sırayla anlatılmasından ibaret kuru bir tarih kitabı değildir. Tahlilî ve tenkidî bir tarihtir. Bu bakımdan tarihî vak’aların kök sebeplerini açıklayan; dünün, bugünün ve yarının meselelerine çözüm getiren bir eser mahiyetindedir. Eser, bugün İslâm’ı ve İslâm topluluklarını yeniden ve doğru bir surette anlamak ihtiyacında olan Müslüman Türk gençliğine birçok temel gerçekleri tanıtacak, asırlar boyu gizli kalmış ihtilafların içyüzünü gösterecek, bilhassa dinî hiçbir esasa dayanmayan, tamamen siyasi kaynaklı ihtilâfların gerçek yüzünü ve bunların ortadan kaldırılmasının en sağlam yollarını açık seçik ortaya koyacak bir vukuf ve tahlil gücüne sahip bulunmaktadır. Eser, tarihî ihtilafların giderilerek, İslâm birliğinin nasıl sağlanacağının yollarını açık seçik gösterirken, Doğu ve Batının gerçeklerini birleştirerek tevhidçi bir görüşle birleştirici ve bağdaştırıcı bir şekilde bunun esaslarını gelecek nesillere göstermiştir. İslâm’ın tarihinin iyi ve doğru anlaşılmasının, İslâm’ın bugününe ve yarınına en büyük hizmeti yapacağına inandığımız için bu değerli eserin dikkatle okunmasını tavsiye ederiz.

 
  SUNUŞ
 
Şimdi size sunmakla iftihar ettiğimiz bu kitabın yazarı Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hümi, asrımızın başlarında fikir hayatımtza çok önemli eserleri ve değerli gayretleriyle büyük hizmetlerde bulun­muş bir mütefekkirimizde.
 
Kısa hayat hikâyesine göre yazarımız, 1865 senesinde bugün Bulgaristan'da kalan Filibe şehrinde doğmuştur. Babası şehbender Süleyman Bey, annesi Şevkiye Hanım'dır. îlk tahsilini doğduğu yerde ve Mebadi-i Ulûm'u Filibe müftüsünden tahsil ettiken sonra İstan­bul'a gelmiş, Galatasaray mektebini bitirmiştir. Burada öğrendiği kuvvetli Fransızcası ile Batı kültürünü derinliğine ve genişliğine in­celerken diğer taraftan tasavvuf mesleğine sülük ederek îslâmî ilimlerin künhünü ve iç dünyamızın ebedî hakikatlerini tahsil edi­yordu. Sonunda her iki sahada da üstün ve mükemmel bir marifet kazandı.

1890 da bir memuriyetle Beyrut a gönderilen yazarımız, siyasi bir sebeple oradan Mısır'a kaçmış, 1901'de yeniden İstanbul'a dön­müşse de yakalanarak Fizan'a sürülmüştür. 1908'de İkinci Meşru­tiyetin ilânı ile ülkemize hâkim olan geçici hürriyet havasından ya­rarlanarak yeniden İstanbul'a dönmüş, bir taraftan Darülfünun'da felsefe ve psikoloji dersleri verirken diğer taraftan Hikmet gazete­sini çıkarmaya başlamış ve 1913 yılında pek genç yaşta dünyadan göçünceye kadar bu gazeteyi çıkarmaya devam etmiştir.
 
Şuursuz ve ölçüsüz Batı taklitçiliğinin katı görüşlü ve sahte hürriyet taraftarı havarileri olan İttihatçılar, kısa zamanda İmpara­torluğun altım üstüne getirmiş, değil muhaliflerine kendi arkadaşla­rından iyi niyetli ikazcılara bile tahammül edemez olmuşlar, bu ara­da Hikmet gazetesinde değerli yazıları ile yanlışları dile getiren Ahmet Hümi'nin sesini kesmek için kırk beş günde gazetesini beş defa kapatmışlardır. Materyalizm, Siyonizm ve Masonluk üzerinde ilk defa ciddi ve ilmî bir seviyede duran Ahmet Hilmi, Galata köprüsü üzerinde muhalif gazetecilerin kurşunlanarak katledildiği bir devir­de, pek genç yaşta ansızın ölmüştür. Bakırdan öldüğü ileri sürülmüşse de Masonların bir âleti olan İttihatçılar tarafından zehirlen­diği hakkında ciddi şüpheler rivayet edilmiştir.
 
Osmanlı İmparatorluğunun iç ve dış sarsıntılarla çökmek üze­re olduğu, zıt fikir cereyanlarının birbirini tahrip etmek için alev­lenip şahlandığı, Batı'nın köksüz ve şuursuz taklitçilerinin körü kö­rüne bir düşmanlık duygusuyla —şüphesiz ki, Batı karşısında devam edegelen yenilgilerin sonucu olan derin bir aşağılık duygusunun te­siri altında— yerli ve millî olan her duygu ve düşünceye insafsızca hücum ettiği yıllarda yaşamış ve eser vermiş olan yazarımız, hem dinî ve millî gerçekleri çok iyi anlayıp anlatan, hem de taklitçilerin hayranı olduğu Batı dünyasının fikir ve kültür dayanaklarını çok iyi bilen bir mütefekkir olarak görülür.
 
O yularda iki büyük fikir cereyanı dikkati çekmekteydi: Batı taklitçileri ve İslamcılar. Batı taklitçileri, yerli ve millî olan her şe­yi atıp Batı kültürünün temeli sandikarı materyalist dünya görüşü­ne varıncaya kadar Batı'ntn her şeyini, hiç düşünmeden, bir ölçü ve düzene bağlı olmadan, aynen alıp benimsemek gerektiğini ileri sü­rüyorlardı. Ve yarım münevverlerden gittikçe büyüyen bir kalaba­lığı da tesirleri altına alıyorlardı. Baha Tevfik, çıkardığı Felsefe der­gisinde Darıvinizm'i ve materyalizm'i müdafaa ediyor, İslâm'ın Vahdet-i Vücud fikrine karşı Allah'ı ve ruhu inkâr eden ve maddenin tevhidi esasına dayanan «Vahdet-i Mevcut» fikrini ileri sürüyordu.
 
Buna karşı İslamcıların görüşü şöyle özetlenebilirdi: Batı, Do­ğuyu (yâni İslâm ve Türklük âlemini) sadece maddî ve teknik üs­tünlüğü ile yenmektedir. Aynı silahlara sahip olarak onunla müca­dele etmeli, fakat manevî bakımdan çöküntü hâlinde olan Batı'dan hiç bir şey almamalı, onu körü körüne taklit etmek hatâsına düşme­meli. Ahmet Hilmi de bu göıüşü paylaşanlar arasında idi.
 
Batı taklitçileriyle islamcılar arasındaki fikir çatışmaları çeşitti seviyelerde sürüp giderken bunlar, en ciddî, en ilmî ve reddi en zor cevaplan Ahmet Hilmi'den alıyorlardı. Bu sırada Abdullah Cevdet'­in Dr. Dozy'den tercüme ettiği «İslâmiyet Tarihi», İslamcılarda bü­yük bir tepki uyandırdı. Baha Tevfik'in Büchner'den tercüme ettiği «Madde ve Kuvvet» kitabı ise, bu çatışmaları dinî sahadan dışarı ta-şırarak fikrî, felsefî ve ilmi geniş bir sahaya yayıyordu.
 
Ahmet Hilmi, bu köksüz ve yıkıcı taklit cereyanlarına karşı, bü­tün ömnrünü vakfettiği derin inceleme ve araştırmaların mahsulü olan eserleri ve yazıları ile yılmadan ve yortdmadan mücadele ediyordu. Bir taraftan o günün üniversitesinde felsefe ve psikoloji dersleri ve­rerek sağlam kültür temeline dayalı bir gençlik yetiştirmeye çalışı­yor, diğer taraftan çağına ve geleceğe ışık tutacak ilmî eserler veri­yor, «Hikmet» gazetesiyle, karışık fikirler yüzünden kararan umumî efkârı aydınlatmaya, İslâm topluluğuna hâkim olan cehli gidermeye, İslâmın aydınlık kurtuluş yolunu göstermeye çalışıyordu. Hem Ba­tı taklitçilerine, hem İslâm topluluğuna dahil olan kimselere hitaben yazdığı yazılarda, takip edilen yanlış yollardan dönülmezse başımıza gelecekleri basiret ve ferasetiyle önceden sezerek öyle açık ihtarlarda bulunmuştur ki, sonra bunların birer birer tahakkuk ettiği hayretle görülmüştür. Bir keşif kıymetindeki bu ileri görüş örneklerini bu ese­rinde de bulmak mümkündür.
 
Yazarın bu büyük çabası, yılmaz mücadelesi ve bıraktığı değerli eserler, hiç şüphesiz, sonuçsuz kalmış değildir. Bugün Türk - İslâm topluluğu, içten ve dıştan pek büyük sarsıntılar geçirdiği halde hâ­lâ kendi kültür temelleri üzerinde durabiliyorsa bunu borçlu oldu­ğumuz mütefekkirlerimiz arasmda Ahmet Hilminin ve eserlerinin de önemli bir payı vardır. O, eserleri ve fikirleriyle bugün bile yeni­liğini ve gücünü muhafaza etmekte, geleceğe doğru uzanan değerin­den hiç bir şey kaybetmemiş bulunmaktadtr.
 
Ahmet Hilmi, İslâm ve Türklük âleminin, Batt'dan esen fitne rüzgârları karşısında kökten sarsıldığt bir devirde bu islâm Tarihi'ni yazdı. Bu fitne rüzgârlarının Müslüman - Türk münevverlerinin iti­katlarını bile sarstığını görerek ayrıca bu tarihe ek olmak üzere «Allah'ı İnkâr Mümkün müdür?» ismi altında tarihî - felsefî bir eser yayınladı. Biz, bu cüt içinde size, hem iki ciltlik İslâm Tarihini, hem de onun eki olmak üzere yazılmış bulunan «Allahı İnkâr Müm­kün müdür?» adlı kitabını bir arada sunuyoruz.
 
Ahmet Hilmi'nin İslâm Tarihi, tarihi vak'aların kronolojik bir sırayla anlatılmasından ibaret kuru bir tarih kitabi değildir. Tahlili ve tenkidi bir tarihtir. Bu bakımdan tarihi vak'aların kök sebepleri­ni açıklayan, dünün, bugünün ve yarının meselelerine çözüm getiren bir eser mahiyetindedir. Eser, bugün İslâm'ı ve İslâm topluluklarım yeniden ve doğru bir surette anlamak ihtiyacında olan Müslüman -Türk gençliğine birçok temel gerçekleri tanıtacak, asırlar boyu taas­subun ve gittikçe Ehl-i Sünnet inancından uzaklaşan resmî âlimlerin görüşlerinin basktsı altında gizli kalmış ihtilafların iç yüzünü gös­terecek, bilhassa dinî hiç bir esasa dayanmadığı halde tamamen si­yasi bir ihtilaftan kaynaklanan Sünnî-Alevî ihtilafının gerçek yü­zünü ve bu ihtilafın ortadan kaldırılmasının en sağlam yollarım açık seçik ortaya koyacak bir vukuf ve tahlil gücüne sahip bulunmakta­dır. Bu açık izahlardan sonradır ki, bugün İslâm âleminin çektiği ıztıraplarm mânâsız ve sebepsiz olmadığı, bu ıstıraplardan kurtulma­nın çaresinin ne olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Ayrıca eser, ilmi gö­rünmeye çalışarak Müslüman - Türk topluluğunun Allah inancım sarsmaya çalışan materyalistlere, Batının tarihî, ilmî ve felsefî mes­leklerinin vukuflu bir tahlilini sergileyen ek kısmiyle mükemmel bir cevap teşkil etmektedir.
 
Esasen hem iyi bir tasavvuf terbiyesi görerek Islâmm künhüne, hem de derin araşiırmasiyle Batı kültürünün özüne vâkıf olan değer­li bir mütefekkirden beklenen de, böyle tarihî ihtilafların giderilerek İslâm Birliği'nin nasıl sağlanacağının yollarını açık seçik göstermek, Doğu ve Batı'ntn gerçeklerini birleştirmek, tevhidçi bir görüşle bir­leştirici ve bağdaştırıcı olmaktı. Ahmet Hilmi, kendi sahasında bu işi başarmış ve başarma zorunda olan gelecek nesillere bunun, esas­larını göstermiştir.
 
Bu değerli eseri sadeleştirerek size sunmaya çalışırken onun esasen mükemmel olan cümle yapısını aynen koruduk, kudretli ve veciz üslubunu bozmamaya dikkat ettik, sadece bugün için anlaşıl­ması zor olan kelime ve tabirleri sadeleştirdik, mümkün olmayan yerlerde de bu kelimelerin mânâsım parantez içinde vermekle yetin­dik. Gerekli gördüğümüz yerlerde bazı notlar ilâve ederek bunları, yazarın notlarından ayrılması için Sadeleştirenin Notu (S.N.) olarak işaretledik. Ayrıca gereken yerlerde bahsin daha kolay anlaşılmasını ve daha kesin bilgi elde edilmesini sağlamak için kitaba bazı harita­lar ilâve ettik.
 
İslâm'ın tarihinin iyi ve doğru anlaşılmasının, İslâm'ın bugünü­ne ve yarınına en büyük hizmeti yapacağına inandığımız için bu de­ğerli eserin dikkatle okunmasnı tavsiye eder, hayırlı ve faydalı olma­sı dileğiyle istifadelerinize sunarız.
 
M. RAHMİ
 

Muhterem Okuyucularla
SOHBET
 
Her münasebet düştükçe söylüyoruz ki, insan cemiyetlerinin hal­lerini düzenleyen ve yöneten kanunların tesirlerinden bizim içtimai topluluğumuz da müstesna kalamaz.

Fikirler de haller gibi tekâmül (gelişme) ve tahavvül (değişme) kanununun hükmü ve tesiri altındadır. Hiç bir hal ve fikir bu kanu­nim kudretine karşı direnecek güce sahip değildir. Medenî cemiyetler üe henüz çocukluk çağmı yaşayan cemiyetler arasında, yaşayış, giyiniş, san'at, ustalık vesaire gibi hususlarda ne kadar fark varsa, kâinat ve onun kapsadığı şeyleri, makulat (akılla kavranan şeyler) ve mahsusatı (beş duyu ile hissedilen şeyleri) anlayış şeküleri arasında da o kadar fark vardır.

Bununla beraber bu farklar hep şekillere ve görünüşlere râci olup bu kadar değişken ve sebatsız haller içinde değişmeyen sabit esaslar da vardır. Meselâ giyinme tarzı sayısız şekillere girdiği ve şimdi de sayısız şekillerde yapıldığı halde «giyim fikri» sabit kalmıştır.
 
Demek ki, mesele, sabit kalan esas ile gelişmeye tâbi olan görünüş­leri birbirinden ayırmaktadır. Yazık ki, pek basit sanılan bu keyfiyet, aksine pek zordur.
 
Tarihî gerçeklerdendir ki, beşer nev'i, göreneğinin esiri, yeniliğin düşmanı ve esasen muhafazakârdır. Tekâmül (gelişme) kanununa tâbi olacak, hatta zekâ ve vicdanı üe bu kanunun tesirini kolaylaştıracak yerde aksine bütün idrâk gücüyle mukavemet ve muhalefet edegelmiştir. Öyle bir halde ki, beşeri cemiyet şekillerinde gelişme, ya hissedile-meyecek kadar yavaş ve ağır gerçekleşmiş yahut da ihtilâl ve inkılâp şeküleriyle ortaya çıkmıştır. Yavaş gelişmeler bazen gelişmenin yoklu­ğuna, yâni hiç gelişme olmaması derecesine yaklaşır ve çok kere de büsbütün ortadan kaybolarak yerine yine bir çeşit gelişme (1) demek olan «gelişmenin aksi» yâni gerileme kaim olur.

(1) Gelişme (tekâmül), mutlak surette ilerleme (terakki) mânâsım ifade edici değildir. Gerçi çok kere gelişme, ilerleme ile aynı mânada bulunursa da bazen bunun ak­si (yâni geriye doğru ilerleme) vâki olur.
 
Gelişme kanununa karşı koymanın öyle bir derecesi vardır ki, kar­şı koyanların korunmasını arzu ettikleri esasların bile keybedilmesini, yâni o esasların bulundukları halden başka bir hale değişip dönüşmesi­ni gerektirir olur.
 
Bütün bu söylenenlerden maksadımız, uzun ve mahallî bir gelişme­ye mazhar olan Avrupalılarla temas ve münasebette bulunmaya, on­larla birbirimize karışıp görüşmeye mecbur olduğumuz günden beri bizim de gelişmek suretiyle onların seviyesine yetişmek mecburiyetinde kaldığımızı, eğer bu zarureti kabul etmezsek hayatta ve ayakta kala­mayacağımızı belirtmektir. Fakat biz şarklılar için sadece bu kadarı­nı kabul etmek yeterli değildir. Gelişmeyi sonuçlandıran sebeplerin te­sirleri her yerde bir olamaz. Avrupalıların «gelişme fikrinni tamamen kabul etmeliyiz, fakat gelişme şekillerini aynen kabul etmek bizim için faydalı olmaktan daha çok zararlıdır. Çünkü onların gelişme şekilleri, ırkları, irsi istidatları, muhitleri, maneviyatları ile mütenasiptir. On­larla bizim içtimaî yapılarımız arasında önemli farklar bulunduğundan Avrupa medeniyetini körü körüne taklit etmek bizim için bir ilerle­me sayılamayacağından başka insanlık meydanına, taklit mal değe­riyle, çığırından çıkmış bir millet seklinde çıkmamızı gerektiriri olur. Bu halde dc hayatta ve ayakta kalamayız.
 
Şimdi işi, umumdan hususa (genel bilgilerden asıl konumuza) nakledelim. Hakikati itiraf edersek teslim eyleriz ki, bizde en geri ka­lan ilim dallan, ilahiyat ve dinî felsefedir. (2). Şimdi bile âlimler sını­fının ilim öğrenme sureti, öğrendikleri ilimlerin toplanma ve tertip şekli, hele asıl ilim köklerinin dallanıp budaklanmasından meydana gelen teferruat ilimleri, ortaçağdaki şekillerinden farklı değildir. Eğer milletin bütün fertleri, ortaçağ halkı seviyesinde kalmağa mahkum yahut hâlâ hepsi bu seviyede olsaydı, hiç bir fenalık hatıra gelemezdi.

(2) Burada merhum Müellifin din felsefesinden kasdettiği şeyin dinî araştırma ve tefekkür olduğu açıktır. Felsefe kelimesiyle klasik ve umumî mânada felsefeyi kas detmediği de ona cdini> kaydını eklemesinden açıkça anlaşılır. «Dinde felsefe olmazı diyenlerin itirazı, eğer dinî tahassüs ve tefekkürü men etmek, dinin emir ve hikmetleri­ni dar ve katı kalıplara hapsetmek değilse onların da Müellifle aynı görüşte birleşmiş olacakları şüphesizdir. Bilindiği gibi felsefe, ilmî esaslara dayanarak ve fakat ilmin sa hası dışında kalan ebedî ve nihai gerçekleri bulmaya çalışır. Dinî felsefe (ki, gerçek mânada tasavvuf demektir) ise dinî ilimlere ve esaslara dayanmakla beraber ebedî ve mutlak gerçeği keşfetmek için sonsuz bir tefekkür ve tahassüs cehdini ifade eder. Bu da dinin emrettiği ve insanın gelişmesiyle beraber sonsuza kadar gelişmesini arzu ettiği bir şeydir. Bu cehd durduğu zaman insan da, din de. gelişme de durmaya ve donmaya mahkûm olur  (Sadeleşmenin Notu).
 
Fakat milletin mütefekkir, gelişmiş ve olgunlaşmış fertleri gün­den güne çoğalıyor. Ve zaruri olarak çoğalacaktır. Bilgi ışığı ile aydınlanmış bu fertlerin, milletin avam kısmı üzerinde bir tesir yaptığı vc daha yapacağı da muhakkaktır.
 
Bu sebeple dini ilimlerle uğraşan fertler ile bu aydınlanmış fertler ve bir dereceye kadar milletin umu­mu arasında yabancılık günden güne daha fazla hissediliyor. Eğer âlimler sınıfı bu halinde ısrar edici olarak kalırlarsa iki ihtimalden bi­risi ortaya çıkar:
 
— Ya millet: ortaçağ seviyesinde cahil bir avam tabakası ile müfrit ve dinsiz olan teknik bilgi sahibi bir havas tabakası gibi iki sı­nıfa ayrılır, ve âlimler sadece birinci kısmın malı ve makbulü kalır;

— Yahut da milletin bütün fertleri birleşerek bu zaman ile münasebeti olmayan şimdiki âlimler sınıfını ortadan kaldırıp kendi vicdani duygularına ve içtimai görüşlerine rehber olacak yeni bir sı­nıf meydana getirir.

Her iki ihtimalin tehlikeleri vardır. Tarihin ve olayların gidişinin bize verdiği tecrübe durumu bu gibi ihtilaflardan sakınıp korunma­yı gerektiriyor. Ne çare ki, zamanın gereğini anlamayan muhafazakâr zümreye bir hakikati ya bir felaket veya cebir anlatır. Bunun gibi if­rat sahiplerine de hakikatin anlatılması aynı derecede müşküldür. Demek ki, biz her ne yapsak, vicdanî duygular ve içtimaî görüşler hususunda Avrupalıların geçirdiği devirleri zarurî olarak geçireceğiz. Şu kadar ki, onlarla bizim gelişme şartlarımız ve her iki din müsavi olmadığından bu devreler, muhitlerin gerektirdiği şeylerle mütenasip olabilir. İşte dinini ve mületini seven mütefekkirlerin bütün himmet­leri bu hususa çevrilmiş olmalıdır. Avrupalıların sâlik olduğu din, pek çok sırları ve hurafeleri toplayıcı ve daha doğrusu isimden iba­ret bir bağlılıktan başka tarihi bir esasa dayanmamış olduğundan:

Dinsizlik namına ortaya atılan hakikatler ile din namına ileri sü­rülen yalanlar arasında şaşkın kalan halk, bir müddet tereddütten son­ra yalanları kabulden ve hakikatleri redden acz göstererek küfrü ya­lana tercih etmiş ve çoğunluk dinsiz yahut Hıristiyanlık dinine nisbet edilemeyecek şekilde dindar olmuştur.

Fakat en ziyade övülmeye lâyık olan Ahmed'in dini (İslâmiyet), hurafe ve efsanelerden, aklın red vc ikrah edeceği gerçek dışı hikâye­lerle asılsız hallerden âri ve beşer vicdanını doyurmaya muktedir tabii bir dindir. Bunun içindir ki, bizdeki gelişme:
Dinde olmadığı halde din namına ileri sürülen çürük fikirler üe dinde olduğu halde terkedilmiş ve gizli kalmış hakikatler arasında şa­şakalmak suretinde ortaya çıkacak ve çıkmalıdır.
 
Bu makbul ve gerekli olan gelişmede başarılı olamazsak, Hıristi­yanlığın olduğu gibi, İslâmiyctin dahi, hem de haksız ve sebepsiz ye­re, yalnız cahillerin vc âcizlerin vicdanını aydınlatmaya mahsus bir meş'ale olarak kalacağı, aydınlanmış kişilerin ve zenginlerin çoğunun dinsiz bulunacağı muhakkaktır. Esasen Avrupa için bir felaket olan dinsizlik, Şark için en korkunç bir âfet olur.
Bunun için vatanın ve milletin selametini düşünenlerin gecik­meksizin çalışmaları lâzun gelen işlerin en önemlisi budur. Bizden daha muktedirlerinin henüz bu zeminde rehberlik adımını atıcı ol­mamaları üzerine işte biz, aczimizi millet sevgisine ve hakikat aşkına mağlup ederek ilk adımı atıyoruz.
 
Açıklamaya gerek yoktur ki, Şark'ımızda en fazla ihmal edilmiş olan ilimlerden biri tarihtir, denüemez. Aksine bizde tarih, her mületten ziyade yazılmıştır. Fakat bunların çoğunda tahlil ve tenkitten eser olmayıp dinlenip işitilen şeyler üzerine olayların zabtından, bu ki­taplara birbirinin aynı dedirtecek kadar aynı mânada tekrarlardan ve hatta kısmen İsrailiyal (İsrailoğullarmın kitaplarından alının ak­tarılan hurafemsi hikâyeler ve menkıbeler) ve hurafattan ibarettir. Şahsî müşahedeler üzerine dayanarak yazılan şeylere bile hayaller ve yalanlar karıştırılmıştır. Gerçi «Siyer-i Nebi ve Menakıb-ı Ashab» gibi mazbut eserler, Birunî. İbni Haldun ve benzeri müdekkikler yok değil. Ne yazık ki, bunlar ufak müstesnalar olup ufak oldukları için tesirleri de sınırlı kalmıştır.
 
Fakat bizde iyi tarih yazılmamış olması tabiî bir haldir. Tarih felsefesi, tenkitli ve tahlilli tarih yazma usulü henüz pek gençtir, ibni Batuta niçin Nahtegal gibi bir seyahatname yazmadı, demek, Haru-nurreşid devrinde niçin şimendifer yapılmadı, demek kadar abes ve manasızdır. İslâmiyetin ilk tarihçilerini emsaliyle mukayese edecek olursak görürüz ki, onlar, zamanlarının ilim seviyesi derecesinde yaz­mak mecburiyetinde kalmakla beraber her vak'ayı zabtetmek suretiy­le kıymetli bir araştırma ve inceleme hazinesi meydana getirmişler­dir. Biz, şimdiye kadar millî hazinelerimizin varlığından bile habersiz kalacak derecede cehalet ve gaflet içinde vakit geçirdiğimizden Avru­pa alimleri, bizim inceleme ve araştırmasında acz gösterdiğimiz îslâ-miveti dahi, kendi vasıtaları dairesinde ve Musevilikle Hıristiyanlığa tatbik ettikleri usule uvgun olarak incelemeye başlamışlar ve bu yol­da küiiivetli eserler mevdana getirmişlerdir. Hollandalı müsteşrik «Do-zy» nin yazdığı ve Doktor Abdullah Cevdet Bey'in Türkçe'ye tercüme ettiği «Tarih-i îslâmiyet» bunlardan biridir.
 
Bu eserin müslümanlar arasında yayılması, hayretle karışık bir hiddeti, nefretle karışık bîr hayreti gerektirir oldu. Hatta bu esere bir çok da reddiyeler yazıldı. Fakat itiraf etmeliyiz ki, iman mahsulü olan bu reddiyelerin hiç bir fenni (teknik) kıymeti yoktu. Yalnız bir tanesinin bir dereceye kadar tarihî kıymeti vardıysa aa yazılış tarzı yine gayr-i fenni olduğundan «Dozy», fennen red ve cerh edilmiş olma­dı. Zaten müsteşrikler arasında birinci mevkilerden birini işgal ede­memiş olan «Dozy» nin tarihi artık kocamış bir eser sayılabilip ondan sonra İslâmiyet hakkında daha birçok eserler yazılmıştır.
 
Gerçi bunlar Türkçe'ye tercüme edilmemişlerse de ülkemizi idare eden vatan çobanlarımızın çoğunluğu yabancı dillere vâkıf olduğun­dan onları okuyabilirler ve okurlar. Bundan dolayı bunların ümmetin umumu için meçhul kalması, müessir olmalarına engel olamaz.
 
Bu kadar çok sayıda ve değişik olan eserlere birer reddiye yaz­mak hiç bir şekilde uygun değildir. Binaenaleyh bu eserlere esas olan hikmet (araştırma ve inceleme) usulü reddedildiği ve bu usule uygun olarak tahrif veya tağyir edilen olaylar, hakikî hallerine döndürüldü­ğü takdirde, Dozy'nin tarihi de dahil olarak İslâmiyet hakkında yazı­lan bütün yanlış eserler reddedilmiş olur.
Maarif Nezaretinde Dozy'nin tarihini red için bir komisyon kurul­ması ve muhterem arkadaşlarım taralından bu komisyona başkan se­çilmem üzerine bu fikrimi kendilerine ve Nazır Efendi'ye açmıştım. Maruzatım kabul edildi ve komisyonun ismi «Tarih-i İslâm Encümeni» şekline çevrüdi.

Çok yazık ki, bu encümen (komisyon) payidar olamadı. Muhte­rem arkadaşlarımın yardım ve iktidarından mahrum kalmak sebe­biyle bir müddet tereddüt ettikten sonra vicdanımın zorlamasına da­ha fazla dayanamayarak şu eseri yazmaya başladım.
 
Adi bir görenekte bile yenüik ve değişiklik itirazı gerektiriri ola­gelmişken en samimî ve en ciddi bahisleri ihtiva eden bu eser mev­zuundaki usul ve düşüncelerimiz, tenkit ve tahlillerimizin bir itiraz selini çekeceğini biliyoruz.
 
Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan çıkar (Hakikat şimşeği, fikirlerin çarpışmasından doğar) sözünün mânası gereğince, biz bu­na memnun oluruz. Elverir ki, itirazlar, millet ve özellikle büyük di­nimiz için bir faydayı gerekli kdacak şekilde olsun. Ne çare ki, iti­razların çoğu bu şekilde olmayacaktır. Tefekkürden istifa ederek eli­ni çekip uzaklaşmış, terakkiye arka çevirmiş, hakikate küsmüş bir gü­ruh vardır ki, söyledikleri sözlerde bir mâna büe olmadığını fark ede­meyerek velvele edip dururlar.
 
İnsan bunları işittikçe, ehramlarda mumyalar nutuk söylüyor ve­ya tarih öncesi çağlarının fosilleri feryat ediyor sanıyor!
Bu güruh, körün değneğini bellediği gibi, her bahis hakkında mah­dut ve âdeta vezin kabilinden maddeler bellemiş olup bu vezinler dışın­da söz söylenebileceğini havsalalarına sığdıramazlar.

Bu güruh, tekâmülden müstağni, değişme ve bozulma kabul et­meyen dinin üssü'l-esası (ana prensipleri) ile tekâmüle tâbi olmak zaruretinde kalan kısımları bir türlü birbirinden ayıramıyorlar.

Kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi söylemeyen olursa he­men onu hatalı buluyorlar. Hatanın kendilerinde bulunduğu isbat edi­lince de:
 
Vay, sen mücttehit misin? ayıplamasını reva görüyorlar!

Siz ictihad buyurunuz, denilse:
 
  • İktidarımız yok, demek gibi umulmadık bir büyüklük göste­riyorlar.
 
O halde nasıl edelim? Yahudilerin Uzeyr'i, bizim Mehdiyi bekle­diğimiz gibi ilâ yevmü't-tenâd (Kıyamet, dağınıklık ve perişanlık gü­nüne kadar) müetehit mi bekleyelim? Din üe tekniği, imanı korumak ile terakkiyi birlikte yürütmek emelinde olan İslâm milleti ne yap­sın? Aç bir adama ne vakte kadar: «Hele bekle, ekmek yapmasını bi­len yok. Öyle bir usta ele geçerse sen de açlıktan ölmezsin,» diyeceğiz? Yahut: «Asırlarca evvel yapılmış ve artık taşlaşmış olan şu peksimet­leri yemeğe bak!» diye mi söyleyeceğiz?
 
Geçmiş büyüklerin himmet ve kıymetini inkâr etmek hak bil­mezliktir. Onların büyük eserlerinden istifade etmemek nankörlüğün ta kendisidir. Fakat insaf edelim. Bir zat, iyi huylu ve muktedir bir Amr farzediniz ki, zamanındaki ilim verimliliklerine sahip olduğu ve ümmeti de bu ilim verimliliğine sahip kılmak yoluna girmiş bulun­duğu için bir şeyden, meselâ nakliye vasıtalarından bahsetmiş ve şu iki maddeyi meydana koymuş olsun:

1. Nakil vasıtalarını temin lâzımdır.
 
2. Zamanımızda öküz arabası en mükemmel nakil vasıtası oldu­ğu için mal taşıyacak ve seyahat edecek kimselerin bu asıtadan isti­fade etmesi lâzımdır.»

Sonra aradan asırlar geçmiş, insanlar İlerlemeler göstermiş, yol­lar ve nakil vasıtaları değişmiş, öküz arabalarıyle mallarını nakleden­ler, şimendifer vesaire gibi mükemmel vasıtalardan istifade edenlerle artık rekabet edemeyerek ticaret eyleyemez olmuş. Nihayet bunlar göz­lerini açmışlar, zamanlarının kendilerine uyulacak kişileri ve en akıl­lıları olmak iddiasında bulunanlara başvurarak ne yapacaklarını sor­muşlar:

Mallarımızı ne ile taşıyalım? demişler.
El-cevap:
Öküz arabasıyle!
Zira?..
Zira vaktiyle Amr öyle demiş...  
Deseniz ki:
A efendim, Amr kendi vaktinde keramet buyurmuş. Fakat bu­gün şartlar değişmiş. Amr'ın iki hükmünden birincisini, kıyamete ka­dar doğru olanını, yâni «Nakil vasıtalarını temin lâzımdır,» madde­sini niçin atıyorsunuz da zaman ve icap şartına bağlı kılınmış ve bun­dan dolayı muvakkat (geçici) olan «öküz arabası meselesi»ni elde tu­tuyorsunuz?

El-cevap:
Zira içimizde Amr'den daha akıllı kimse yok. Bundan dolayı bir ehli gelinceye kadar öküz arabasını seçmeye mecbursun!
Şimdi bu zavallı sorucular ne yapsın; iki suretten birini kabul za­ruretinde kalıyor: Ya bunları dinlememek, yahut da hâlâ öküz araba­sıyle mal nakline kalkışmak, yâni iflas!
 
Bu sunduğumuz şeylerden maksadımız, müctehitlik dâvası yahut şu eseri yazmak için içtihat mecburiyetinde kaldığımız değildir. Fa­kat artık kulaklarımız içtihat kelimesinden ürkmemelidir. Hiç olmaz­sa içtimaî görüş ve meselelerimize ait hususlarda, milli yükselişimize, saadet ve hayatımıza ilişkin konularda yavaş yavaş bizden öncekilerin sözlerinden başka sözler de dinlemeye ve bunları hazmetmeye alış­malıyız.

Bu eseri yazarken bütün insanlığa hitap ettiğimizi ve hele üç yüz elli milyonluk kutlu bir insan topluluğunun özellikle muhatabımız olduğunu asla unutmadık. Hakka uygunluk hiç şüphesiz Allah'tandır.
 
Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi
 
 
Not: Bu eserimize, son derece önernll olduğu bilinen dört bölüm daha eklemek fikrinde idik: Sâni'in (Yaratıcı'nın) İsbatı - Ruhun İsbatı - Nübüvvetin İsbatı - Havârıkın (Mucizelerin) İmkânı. Fakat o takdirde Giriş haddinden fazla uzayacağı, başlı başına hikemi ve tenkidî bir eser hükmüne gireceği cihetle arzedüen bölümleri bu tarihe ek olmak üzere üeride ayrıca bir kitap şeklinde neşretmeğe karar verdik (3)
F. 3
34— 1. CİLT
 
(3) Müellifin burada bahsettiği konuları kapsayan kitabı, daha sonra kendileri tarafından yazılıp “Allahı İnkâr Mümkün müdür?» ismi altında neşredilmiştir. Biz, gerek burada yazıldığı gerekse o kitabının okuyuculara hitap eden önsözünde zikredildiği gibi ayn bir kitap halinde neşredilen bu ikinci eseri aslında Müellifin bu tenkidi ve tahlilî islâm tarihi'nin bir eki olduğundan aynı cilt içinde bir araya getirmeyi uygun gördük. Böylece Müellifin arzusuna ve maksadına uygun hareket ettiğimize inanıyoruz. (SU.)
( Huzur Yayınevi İslam Tarihi, Filibeli Ahmed Hilmi, Huzur İslam Tarihi, şehbenderzade filibeli ihmed hilmi, islam tarihi kitapları, hüseyih rahmi yananlı )
 

 
Huzur Yayınevi Filibeli Ahmed Hilmi nin İslam Tarihi adlı kitabını incele diniz.   
Diğer Özellikler
Stok Kodu9789944301985
MarkaHuzur Yayınları
Stok DurumuVar
9789944301985
En yeni ürünler
Güvenli teslimat
Kampanyalı ürünler
Piyasadaki en iyi fiyat

PlatinMarket® E-Ticaret Sistemi İle Hazırlanmıştır.