Kamusu Türki, Osmanlıca, Şemseddin Sami

Fiyat:
190,00 TL
İndirimli Fiyat (%30) :
133,00 TL
Kazancınız 57,00 TL
Geçici olarak temin edilememektedir. Temin edildiginde

 Kitap             Kamusu Türki - Osmanlıca
 Yazar            Şemseddin Sami
 Yayınevi        Çağrı Yayınları
 Kağıt  Cil       1.Hamur ince kağıt - Bez cilt
 Sayfa  Ebat   1.592 sayfa - 13.5x20 cm
 Yayın Yılı       2015,  
Tamamı osmanlıca


Çağrı Yayınları, Şemseddin Sami tarafından yazılan Kamusu Türki adlı kitabı incelemektesiniz.  
Kamusu Türki kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları ve bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.

Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku
, Senin Rabbin en cömert olandır.  Alak 1-2



Büyük âlim Şemseddin Sami yeni bir anlayış ve modern dilbilimi metotlarıyla tertip ettiği Kâmûs-ı Türkî ile ilk defa Türkçenin derli toplu bir lûgatını vücuda getirmiştir. Türkçe kelimelerin yanında, Türkçe ye Arapça ve Farsça dan geçmiş kelimeleri içinde toplayan Kâmûs halen Türkçe nin en zengin lûgatlarının başında gelir.

Osmanlı Türkçesi ni asli kaynağından öğrenmek isteyen herkesin, özellikle; araştırmacılar, öğretmenler ve avukatların el altında bulundurmaları gereken kaynak bir lûgat...  ( Kamusu Türki, Şemseddin Sami, Çağrı Yayınları  )

 
 ŞEMSEDDİN SÂMİ VE KÂMÛS-I TÜRKÎ

Geçen asrın ikinci yarısında yetişmiş olan Şemseddin Sâmi (1850-1904), en değerli dilcilerimizden ve lügatçılarımızdandır. Roman ve tiyatro sahalarında da eserleri bulunan, Gazete yazar­lığı yapan, dergiler çıkaran, tercümeler ve öğretici kitaplar ya­yımlayan Şemseddin Sâmi; büyük şöhretini hazırladığı lügatlarla kazanmıştır. Bu lügat kitaplarının en mühimi ve bugün de de­ğerini kaybetmeyeni Kâmûs-ı Türkî'dir.

Şemseddin Sâmi, o zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun hu­dutları içerisinde bulunan Yanya vilâyetinin Dağlı nâhiyesinin merkezi Fraşer'de 1 Haziran 1850 tarihinde dünyaya geldi. Ba­basını ve annesini küçük yaşta kaybeden Şemseddin Sâmi; ilko­kulu memleketinde okuduktan sonra, kendilerinin yetişmesiyle meşgul olan ağabeyi Abdül Bey'in aileyi Yanya' ya nakletmesi üzerine, orta öğrenimini Rum Lisesi'nde gördü. Modem bir müfredat programıyla öğretim yapan bu lisede yedi yıl okuyan Şemseddin Sâmi, Rumca ile eski Yunan, Fransız ve İtalyan dil­lerini öğrendi. Aynı zamanda Yanya medreselerinin hocalarından Arapça ve Farsça dersleri de aldı. Mektebi bitirdikten sonra kü­çük bir memuriyet alan Şemseddin Sâmi, 1872 de kardeşi Naim Fraşerî ile birlikte İstanbul'a geldi, Matbuat Kalemine girerek yazı ve yayın hayatına atıldı. Şemseddin Sâmi'nin ilk eseri Târih-i Mücmel-i Fransa adlı bir tercümedir.

Hadîka gazetesindeki yazılarıyla gazeteciliğe başlayan Şemseddin Sâmi, bu sırada Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı bir roman yayımladı (1872-1873). Hadîka'nın kapatılmasından sonra Sirâc gazetesinde çalışan Şemseddin Sâmi, onun da kapatılması üzerine Matbuat Kalemin'deki vazifesine devam ederek edebi faaliyet gösterdi. Besâ yahud Ahde Vefâ adını taşıyan ilk traje-desini 1874'te yazdı. Trablus vilâyetinden, çıkarılacak gazeteyi idare edecek bir muharrir taleb edilmesi üzerine, oraya gitti; bir yıl kadar Türkçe ve Arapça Trablusgarp gazetesinin başmuhar­rirliğini yaparak 1875'te İstanbul'a döndü. Bir müddet bâzı ga­zetelerde çalıştıktan sonra, Mihran Efendi ile 9 Şubat 1876'da Sabah gazetesini kurdu. Rağbet ve ilgi ile karşılanan bu gazetenin bir yıl başmuharrirliğinde bulunduktan sonra, Cezâir-i Bahr-i Sefîd (Akdeniz Adaları) valisi olan Sava Paşa'nın mühürdarlığı-na tâyin edilerek 1877'de Rodos'a gitti. Türk-Rus harbinin çık­ması üzerine, beş ay çalıştığı bu vazifeden ayrılan Şemseddin Sâmi, Yanya'ya geçip Âbidin Paşa'nın başkanlığında kurulan Sevkiyyât-ı Askeriyye Komisyonunda birkaç ay kâtiplik yaptı ve İstanbul'a döndü. Aynı yıl Mihran Efendi'nin çıkarmağa başla­dığı Tercümân-ı Şark gazetesinin başmuharrirliğini üzerine aldı ve "Şundan Bundan" başlığı altında fıkralar neşretti. 93 Harbi diye tanınan Türk-Rus savaşı sonunda toplanan 1878 Berlin Kongresini tâkip eden devrede, Arnavutluk topraklarından bâzı kısımların Yunanistan'a terkedilmesine tepki olarak doğan ve li­derliğini ağabeyi Abdül Bey'in yaptığı "Arnavut İttihâdı" cere­yanı ile ilgilenen Şemseddin Sâmi, Rumeli ve Balkan meselele­ri konuşunda siyasî makaleler yazdı ve Arnavutların Osmanlı Devleti'nden ayrılmak dâvâsında olmadıklarını açıklamağa gay­ret etti. Sultan II. Abdülhamid Han'ın muvafakati alınarak 1879'da kurulan "Arnavut Cemiyyet-i İlmiyyesi"nin kurucuları arasında yer alan Şemseddin Sâmi, Arnavut dilinin lâtin harfle­rini esas alan bir alfabesini tanzim etti ve Bükreş'te basılan bir gramerini hazırladı.

Tercümân-ı Şark gazetesinin 1878'de kapanmasından son­ra 1879'da yine Mihran ile bir "Cep Kütüphanesi" kuran Şem­seddin Sâmi; Gök, Yer, İnsan, Medeniyet-i İslamiyye, Kadın­lar, Esâtir gibi çeşitli ilmi konularda ansiklopedik küçük kitap­lar yayımladı. Sultan Abdülhamid'in arzusu ile mâbeyinde ku­rulan Teftiş-i Askerî komisyonu kâtipliğine tâyin edilen Şem­seddin Sâmi, başkatipliğe kadar yükselip ömrünün sonuna ka­dar bu vazifede kaldı. Bu vazife kitap telifi için ona geniş im­kân vermiştir. Hayatının bu devresinde Şemseddin Sâmi, ken­disine büyük itibar ve şöhret sağlayan eserlerini telif etti. Aile (1880) ve Hafta (1881-1882) adlı mecmualar çıkaran, Sefiller'i tercüme eden Şemseddin Sâmi, 1883'te Kâmûs-ı Fransevi'yi meydana getirdi. Bunu Türkçe'den Fransızca'ya Kâmûs-ı Fransevî (1885) ile küçük Kâmûs-ı Fransevî (1886) tâkip etti. 1884 te evlenen ve bu telifler arasında "Cep kütüphanesi" se­risinde bâzı kitaplar daha neşreden Şemseddin Sâmi, 1888-1899 yılları arasında Kâmûsü'l-A'lâm (Hususi isimler kâmû-su) adı altında 6 ciltlik bir tarih, coğrafya ve meşhur adamlar ansiklopedisini tek başına telif ve neşretmeğe muvaffak oldu. Refikasının vefatı üzerine 1893'te yeniden evlenen müellif, bu büyük telif faâliyeti sırasında, 1896'da Kâmûs-ı Arabî adlı bü­yük bir lügat telifine ve yayımına başladığı gibi, 1898'de Kâ­mûs-ı Fransevî'yi genişleterek yeniden bastırdı. Bunların ya­nında dil öğretimi ile ilgili küçük kitaplar ve Türkçe'nin islâ-hı konusunda makaleler yazan Şemseddin Sâmi, Kâmûsü'l-A'lâm Tn bitiminden kısa bir müddet sonra 1899 yılında Kâ­mûs-ı Türkî'yi ortaya koydu. Aynı yıl Bâki'nin Eş'âr-ı Münta-habesi'ni, 1890'da Ali b. Ebi Tâlip Efendimizin Eş'âr-ı Müntahabesi adlı kitabını neşreden müellif, Kâmûs-ı Türkî'yi 1901 yılının sonunda tamamladı. Hayret verecek derecede çalışan ve bir insan ömrüne sığmayacak sayıda eser veren 19. asrın bu en velûd Türk müellif ve muharriri, hayatının son yıllarını Kutadgu Bilig (1902), Orhun Âbideleri (1903), Tuhfetü'z-Zekiyye fi Lügati't-Türkiye (1904) ve Lehce-i Türkiyye-i Memâlik-i Mısır (1904 adlı Türkçe'nin eski devresiyle ilgili eserlerin metin ve izahlı tercümelerini, sözlüğünü meydana getirmekle geçirdi. Maddi imkânsızlık ve rahatsızlığı sebepleriyle bu eserlerini bastıramayan müellif, 18 Haziran 1904 tarihinde 54 yaşında vefat etti. Mezarı Erenköy Sahra-yı Cedîd Câmii karşısındaki kabristanda ve ilk refikasının kabrinin yanındadır.

Şemseddin Sâmi, çeşitli ve değişik saha ve konularda eser­ler vermiş çok değerli bir fikir adamı, bir edip ve dilcidir. Bü­yüklü küçüklü elliyi aşkın eseri bulunmaktadır. Edebî eserleri arasında Taaşşuk-ı Tal'at ve Fıtnat, Avrupaî roman tarzının ilk örneği sayılmakla beraber, fazla değerli değildir. Tiyatro eserle­ri, gerek konuşma diliyle yazılmaları, gerek kuvvetli bir sahne tekniği ile meydana getirilmeleri bakımlarından emsalinden üs­tündürler. Birçok tercümeleri ve öğretici neşriyatı bulunan Şem­seddin Sâmi'nin en mühim eserleri ansiklopedi ve lügatlardır. Dilbilgisi ile ilgili kitapları da üzerlerinde dikkatle durulacak eserlerdir. Bunlardan Küçük Elifba (1883), Yeni Usul Elifba-yı Türkî (1891) ve Nev Usul Sarf-ı Türkî (1892) bilhassa zikredil­meğe değer. Kırâat-i Türkiyye ve Nev Usûl Navh-i Türkî adları­nı taşıyan basılmamış iki kitabı daha mevcut olan yazarın, ayrı­ca, yine ders kitabı mahiyetinde Arapça sarf ve nahve dair dört tane eseri vardır. Noktalama işaret ve kaidelerini Türkçe'de ilk defa tesbit eden kitabı da Usûl-i Tenkît ve tertîb (1886) adıyla Şemseddin Sâmi yazmıştır. Onun Lisan (1886) adlı "Cep Kütüp­hanesi" dizisinde yayımlanan küçük kitabı ise, Türkiye'de lisa­niyata (linguistike) dâir ilk eserdir.

Şemseddin Sâmi, ilim adamı ve lügatçı olarak engin şöh­ret kazanmıştır. Batının linguistik (dilbilimi) filoloji metodları-nı çok iyi bilen bir dil bilgini sıfatıyla hazırladığı ansiklopedi ve sözlüklerle o, Türk kültürüne büyük hizmetler îfâ etmiştir.

Ömrünün 12 senesini vererek meydana getirdiği 6 ciltlik Kâ­mûsü'l-A'lâm (1883-1900), Doğu ve Batı'ya âit tarih, coğrafya ve meşhur adamların hâs isimlerini ihtiva eden büyük bir lügat­tir. Bu sahada ilk defa vücuda getirilen bu ansiklopedi devrin­de çok ilgi uyandırmış ve faydalı olmuştur. Bugün de o zaman­ki durumun öğrenilmesi hususunda müracaat edilecek kaynak­ların önünde gelmektedir. Şemseddin Sâmi'nin Fransızca'dan Türkçe'ye ve Türkçe'den Fransızca'ya olmak üzere 2 cilt ha­linde tertip ettiği Kâmûs-ı Fransevî adını taşıyan lügat kitapla­rı, hâlâ değerlerini muhafaza eden eserlerdir. Daha iyileri he­nüz yazılamamıştır. Fakat, eski yazıyı bilmeyenler bunlardan faydalanamamaktadır. Arapça'dan Türkçe'ye alfabe sırasıyla tertip edilen Kâmûs-ı Arabî, yeni usulle hazırlanan bir lügattir. Maalesef neşri tamamlanamamıştır. İyi bir filolog ve dil bilgi­ni olarak müellifin meydana getirdiği en mühim ve kıymetli lü­gat, Kâmûs-ı Türkî'dir. Zamanında büyük bir ihtiyacı karşıla­yan ve boşluğu dolduran Kâmûs-ı Türkî, aradan seksen yıl ka­dar geçmesine rağmen, bugün de yüksek değerini korumakta­dır. Türkçe'nin bütün yaşayan kelimelerini ihtiva böyle bir lü­gatin daha mükemmeli bugüne kadar yazılamamıştır. Yeni harflerle bu mahiyette bâzı sözcükler hazırlanmışsa da birçok bakımlardan eksik oldukları için, Kâmûs-ı Türkî'yi geçeme­miş, hattâ ona erişememişlerdir.

Şemseddin Sâmi; Türkçe'ye dili sadeleştirip yazı dilini ko­nuşma diline yaklaştırma, dilin iyice konuşulup yazılması gibi meselelerde faydalı olduğu gibi, onun ilmî olarak ele alınıp in­celenmesi ve sözlüğünün meydana getirilmesi hususlarını da gerçekleştirmiştir. Bu çok yönlü çalışmalarıyla Şemseddin Sâmi, Türk dilinin en büyük hizmetkârlarından biri olmuştur. Eşsiz dil­cimiz, Tanzimat sonrasındaki fikir ve edebiyat cereyanları ve ha­reketleri içerisinde Türkçe'nin ne olduğu, nasıl teşekkül edip in­kişaf ettiği, nasıl araştırılıp incelenmesi gerektiği, nasıl sadeleşe­ceği meselelerini en doğru surette ele alan; bunlara ışık tutucu görüşler ve açıklamalar getiren bir filolog ve edebiyatçı olmuş­tur. Bu bilgin, dilci ve edibimiz önce dilimizin ne olduğu ve na­sıl adlandırılması icab ettiği meselesi üzerinde durmuştur. Bilin­diği üzere, dilimize Tanzimat'a kadar Türkî, Lisan-ı Türkî, Zebân-ı Türkî (yani Türkçe) deniyordu. Tanzimattan sonra siyasî görüş ve telâkkiye uygun olarak Lisan-ı Osmânî deyimi ortaya atıldı ve Osmanlı dilinin Türkçe, Farsça ve Arapça'dan müteşek­kil bir dil olduğu ileri sürüldü. Bu anlayış ve düşünceye daha ön­ce de itiraz edenler çıkmakla beraber, en doğru, güzel ve mantı­kî izahı Şemseddin Sâmi yapmıştır. Hafta mecmuasının 12. sayı­sında (5 aralık 1881) yayımlandığı "Lisân-ı Türkî" başlıklı yazı­da Osmanlı ünvanının kurucusuna nisbetle devlete verilmiş ol­duğunu, bunun dilimizin ismi olamayacağını, çünkü Türk mille­tinin ve Türk dilinin Osman Gazi'den de önce mevcut olduğunu, dilimize "Lisân-ı Türkî" denmesi icab ettiğini belirtir.

Milletimi­zi, dil ve edebiyatımızı Orta Asya devresindeki aslî kökte arayan değerli bilgin; Çağatayca adının da aynı sebeple doğru olmadı­ğını ileri sürerek Osmanlıca'ya "Garp Türkçesi", Çağatayca'ya "Şark Türkçesi" demenin doğru olacağını açıklar. Bunların çok geniş bir coğrafî sahaya yayılmış olan tek bir Türk dilinin birer şubesi, birer lehçesi olduğunu bugün ilmî araştırmaların vardığı gerekçelere uygun olarak daha o zaman ortaya koyan Şemseddin Sâmi; Garp Türkçesi'ni daha ince ve güzel bulmakla beraber, saflık ve Batı Türkleri'nin zamanla unuttukları kelime ve deyim­leri devam ettirdiği için Şark Türkçesi'ni daha değerli kabûl eder. Türk milletinin ve Türk dilinin Adriyatik Denizi sahillerin­den Çin hududuna ve Sibirya'nın iç taraflarına kadar yayıldığı­na işaret eden dilcimiz, Şark ve Garp Türkçeleri'nin birbirine yaklaşmasıyla Türkçe'nin genişleyip daha güzel bir dil haline geleceğini bunun yalnız edebî bakımdan değil siyasî yönden de faydalı olacağına, Garp Türkleri'ne Orta Asya ve Rusya Türkle­ri'nin eklenmesiyle tek bir dil konuşan büyük bir milletin ortaya çıkacağını anlatır. Dilimizin ıslâhı ve genişletilmesini istiyorsak, Arapça'dan kelime almaktan vazgeçip aslî dilimiz olan Şark Türkçesi'nin bizce terkedilmiş ve bilinmeyen kelimelerini uyan­dırarak onları kabul etmemiz lâzım geleceğini söyleyen Şemsed­din Sâmi, bu gibi kelimelerin büsbütün terkedilmediğini, bâzı eski edebiyatçılarımızın eserlerinde mevcut olduğunu, Anado­lu'nun bâzı taraflarında da hâlâ kullanıldığını belirterek Nevâî gibi büyük ediplerin Şark Türkçesi ile yazılmış eserlerinin mek­teplerimizde okutulmasının bu maksada hizmet edeceğini ileri sürer. Şemseddin Sâmi makalenin sonunda Arapça ve Farsça ke­limeler ile Türkçe arasında bir "kimyevî imtizâç" hâsıl olmadı­ğına, bunların dilimize tamamıyla kavuşmadığına, onlardan ya­bancılığını muhafaza edenleri istediğimiz zaman atabileceğimi­zi de temas eder.

Dilimizin adı mahiyeti hakkında güzel ve ilmî görüşler, düşünceler serdeden Şemseddin Sâmi, dilimizin sadeleşmesi ve millî hüviyetini kazanması dâvâsı ile de pek fazla meşgul olmuştur. Yazı dilinin konuşma dilinden büsbütün başka bir dil hâlini alması noktasından hareketle meseleye yaklaşan âlim ve mütefekkir dilcimiz, yine 1881'de neşrettiği "Kitâbet ve İnşa" makalesinde mekteplerde yazı yazmanın öğretilemediğine do­kunarak Arapça ve Farsça'dan alınmış olan ve alınmakta bulu­nulan kelime ve kaidelerin yanlış ve yersiz kullanılması dola­yısıyla yazı dilinin konuşma dilinden tamamıyla ayrıldığını söyler. Kendi edebî eserlerinde açık ve bir hayli sade bir dil kullanan yazar, 1885'te yayımladığı Robenson Tercümesi ön­sözünde şöyle demektedir: "Mümkün mertebe kelâmı giriftlik-ten kurtarıp, cümleleri kısa kesmekle ve sûret-i ifâdeyi şîve-i kâtibâneden kurtarıp şîve-i tekellüme kalp ve tefrikle lisanımız sadeleşmekle beraber güzelleşmiş olur". Yazı dilini konuşma diline yaklaştırma gayreti gösteren Şemseddin Sâmi; dilimizin Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç dilden mürekkep ol­duğu görüşüne şiddetle karşıdır.

Bu meseleye "Lisân-ı Türkî" yazısında kısmen temas eden yazarımız, daha sonraki makale­lerinde de bu mesele üzerinde durmuş; Türkçe'nin müstakil bir dil olduğunu, Arapça ve Farsça kelimelerden dilimizi mümkün olduğu kadar temizlememizi ve bu kelimelerin kendi kaideleri­ne göre değil, Türkçe'nin gramerine tâbi tutularak kullanılma­sı icab ettiğini belirtmiştir. 1897 yılında Tercümân-ı Hakîkat'te çıkan "Lisan ve Edebiyatımız" başlıklı makalesinde şunları söylüyor: "Lisanımız için üç lisandan, yâni Arabî, Farisî ve Türkçe'den mürekkeptir demek âdet olmuştur. Ne kadar yan­lış! Ne büyük hata! Üç lisandan mürekkeb bir lisan! Dünyada görülmemiş şey!" Dilin nasıl sadeleşeceği, Arapça ve Farsça asıllı kelimeler karşısındaki tutumumuzun ne olacağı hususları üzerinde düşünen Şemseddin Sâmi; "Lisân-ı Türkî" makalesin­de günlük dile yetecek kadar Türkçe'de kelime bulunduğunu, Arapça ıstılâhların fen ve edebiyat dillerine münhasır kalması­nı, Farsça'ya hiç ihtiyaç bulunmadığını, dilimizin kendisiyle "kimyevî imtizaç" ta bulunmamış olan ecnebî kelimelerden te­mizlenmesinin mümkün olduğunu izah eder. Fakat o, tasfiyeci-liğe taraftar değildir. Türkçeleşmiş, herkesin bildiği kelimeleri Türkçe sayar. Bunların dilden atılmasına karşıdır. Türkçe'de başlıkları bulunan ve konuşma diline girmemiş kelimelerin atılmasını ister. "Lisan ve Edebiyatımız" makalesinde "Ara­bi'den, Fârisî'den birçok kelimeler lisanımıza girmiştir. Pek âla! Onlar Türkçeleşmiş, herkes biliyor, anlıyor, biz dahi Türk­çe gibi kullanırız. Arabî'den alınma "kalem" gibi sâde, fasîh, herkesin anlayabileceği bir kelimemiz varken "hâme, yerâa" gibi garip lügatları niçin kullanıyoruz?" diyen dilcimiz, Kâ­mûs-ı Türkî mukaddimesinde hangi dilden alınırsa alınsın dil­de gerçekten kullanılan ve bilinen bütün kelimeler Türkçe sa­yılır görüşüne yer vermektedir. Böylece Şemseddin Sâmi, bu­gün ilmî bir gerçek olarak kabul edilen dilimizdeki kelimeleri aslî Türkçe kelimeler, Türkçeleşmiş olanlar ve yabancılıklarını muhafaza edenler olmak üzere üç bölüm hâlinde kabul etmek anlayışını dile getirmiştir.

Şemseddin Sâmi; Kâmûs-ı Türkî'yi, Türkçe'nin ne olduğu hakkındaki düşüncesine ve dilin doğru konuşulup yazılması ve sadeleştirilmesine dâir görüşlerine uygun olarak hazırlanmıştır. Önsözde Batı Türkçesi'nin Türk dilinin tarihî gelişmesi ve coğrafî yayılışı içerisinde yayılışını tesbit eden, lügatin muhte­vası ve tertibi ile ilgili hususları açıklayan müellif, "İfade-i me-râm"ına "Lügat kitabı, bir lisanın hazinesi hükmündedir" cüm­lesi ile başlamaktadır. Dilleri yıkılmaktan kurtaracak ancak edebiyat olduğu; bir dili yazı dili ve edebî dil hâline getirmek için önce onun kelimelerini toplayıp bir lügat ve kaidelerini toplayıp bir dilbilgisi (gramer ve sentaks) kitabı tedvîn etmek icab ettiği esasından hareket eden Şemseddin Sâmi, mükemmel bir kâmûs ve muntazam bir sarf ve nahiv (dilbilgisi) kitapları­na ihtiyacımızı ifade eder. Türkçe'nin tarihî ve coğrafî duru­munun, Garp Türkçesi (Türkiye Türkçesi) ile Şark Türkçesi arasındaki münasebeti belirttikten sonra yazar; bir lügatin ne mâhiyette olması, hangi kelimeleri içerisine alması meselesi üzerinde durur. Bu mesele, Türkçe kelimeleri en geniş şekilde toplamak isteyen müellifin, Arapça ve Farsça kelimeleri ne öl­çüde lügata alacağı hususunu ortaya koymaktadır. Bir dilin kâ-mûsunun o dilde kullanılan bütün kelimeleri toplaması ve kul­lanılmayan kelimelerden uzak olması gerektiğini söyleyen Şemseddin Sâmi; Türkçe için tertip olunacak kâmûsa dilimiz­de kullanılan gerek Türkçe asıllı gerek başka dillerden alınmış bütün kelime ve ıstılâhların toplanmasını, kullanılmayan keli­melerin ise konmamasını ileri sürer. O, bu konuda kelimenin menşeinin değil, dilde kullanılmasının ölçü olarak alınması gö­rüşündedir. Müellif eserinde bu görüşü muayyen nisbette ger­çekleştirebilmiştir.

Dilimizin kelimelerinin şimdiye kadar tes-bit ve zabtedilmediğine işaret eden Şemseddin Sâmi; böyle bir lügatin mükemmelliğini sağlamak için Türkçe'de yazılmış bü­tün eserleri görmenin yetmeyeceğini, Türkçe konuşulan bütün ülkeleri dolaşmak ve en nâdirlerine varıncaya kadar, bütün ke­limeleri toplamak icab ettiğini, fakat bir insan ömrü bağlansa bile bunu tam olarak gerçekleştirmenin mümkün olamayacağı­nı anlatır. Şark Türkçesi'nde kullanılan hâlis Türkçe kelimele­ri, ekseriyetin bu fikre muhalif bulunması dolayısıyla, çok az sayıda aldığını anlatan müellif, lügatında Anadolu Türkçesi-'nin unutulmuş ve terkedilmiş kelimelerden bâzılarına yer ver­miştir. Daha önceki lügat yazarları gibi, kâmûsuna Arap ve Fars lügatlarından kelimeler aktarmayan Şemseddin Sâmi; sa­dece konuşma dilinde kullanılan Arapça ve Farsça kelimeleri değil, o zaman yazı dilinde geçenleri de almıştır. Fakat, bunla­rın sayısı meselâ Muallim Naci ve Salâhi lügatlarına göre daha azdır. Şemseddin Sâmi; bir dili aslî ve yabancı menşeli kelime­lerin bütünü saydığından, Türkçe için hazırlanacak kâmûsun sırf Türkçe kelimeleri ihtiva etmesi gibi yalnızca Arapça ve Farsça kelimeleri câmi' olmasının da doğru olmayacağını be­lirtir; Türkçe'de kullanılan bütün kelimelerin bir araya getiril­mesiyle ancak mükemmel bir kâmûs vücuda getirilebileceğini ifade eder. Türkçe kelimelerin nasıl olsa herkes biliyor, "mâlû-mu i'lâma lüzum yok" sebebiyle lügatlara alınmamasına karşı çıkan müellif, Arapça ve Farsça kelimelere yabancı menşeli ol­dukları için yer verilmemesi gerektiği görüşüne de aleyhtardır. Şemseddin Sâmi'nin görüşü, toplayıcı ve bütüncü bir görüştür. Bu sebeple, dilimizde mevcut olan ve gerçekten kullanılan bü­tün kelimeleri lügatına almıştır. Lügatına Kâmûs-ı Türkî adını veren müellif; bu adlandırmayı şu şekilde izah etmektedir: "Bizce müstamel Lügât-ı Arabiyye ve Farisiyyeyi câmi' oldu­ğu halde, bu kitabın Kâmûs-ı Türkî namıyla tesmiyesine belki itirâz edenler bulunur; lâkin dilimiz Lisân-ı Türkî'dir, bu lisa­na mahsûs lügat kitabına dahi başka isim düşünmek abesdir. Lisânımızda müstamel kelimelerin cümlesi de, herhangi bir li­sandan me'hûz olursa olsun, hakîkaten müsta'mel ve mâlûm olmak şartıyla Türkçe'den ma'duddur."

Şemseddin Sâmi, yeni bir anlayış ve modern filoloji ve lek­sikoloji metodlarıyla tertip ettiği Kâmûs-ı Türkî ile ilk defa Türkçe'nin derli toplu bir lügatini vücuda getirmiştir. Daha önce telif edilen Es'ad Efendi'nin Lehcetü'l Lügât'ı (1773) sâdece Türkçe kelimeleri ihtiva edip bunların Arapça ve Farsça karşılık­larını vermesi bakımından, Ahmed Vefik Paşa'nın Lehce-i Os-mânî'si (1876) ise Türkçe kelimelerin ayrı, Arapça ve Farsça ke­limelerin ayrı tertip edilmesi dolayısıyla arzettiği karşılık yüzün­den kifâyetli ve elverişli değildi. Lügat-ı Nâci ve M. Salâhî'nin Kâmûs-ı Osmânî adlı lügat kitapları, güzel ve faydalı olmakla beraber, yalnızca Arapça ve Farça kelimeleri ihtiva etmektedir. Türkçe'nin bütün kelimelerini içine alan bir lügati ilk olarak Şemseddin Sâmi telif etmeye muvaffak olmuştur. Böylece de­ğerli dilcimiz Türkiye Türkçesi'nin o zamanki kelime hazinesi­ni, kadrosunu tesbit etmiş ve çizmiştir. Bu, büyük bir hizmettir. Daha sonra yazılan lügatlarda hep Kâmûs-ı Türkî esas alınmış­tır. Son zamanlarda meydana getirilen sözcüklerde, yine Şem­seddin Sâmi'nin eserine dayanılmakla beraber, metin taramaları ve söz derlemeleri ile Türkçe kelimelerin sayısı arttırılmıştır. Şemseddin Sâmi Kâmûs-ı Türkî'yi meydana getirirken o zama­na kadar yazılan Türkçe ve yabancı dillerdeki sözcüklerden bil­hassa Redhouse Lügati ile Lehce-i Osmânî'den faydalanmıştır. Bâzı atlamalar ve eksiklikler bulunmasına, kelimelerin izahında bâzı isabetsizlikler taşımasına ve Lehce-i Osmânî'deki yanlışla­rın oradan aktarılırken düzeltilememesine rağmen Kâmûs-ı Tür­kî, zamanında büyük alâka uyandırmış ve gerçekten bir boşluğu doldurmuştur. Kâmûs-ı Türkî'nin en mühim ve değerli bir tarafı da, bizzat ismidir. Türkçe'nin bir bütün olduğuna ve Garp Türk­çesi'nin bu büyük ve eski dilin bir kolu bulunduğuna inanan Ahmed Vefik Paşa eserine Lehce-i Osmânî derken, Şemseddin Sâ­mi'nin eserini Kamusı Türkî diye adlandırması son derece ehemmiyetli bir noktadır. Şemseddin Sâmi çok doğru, çok yerin­de bir millî ve ilmî görüşle hareket etmiştir.

Çok değerli bir dil bilgini ve edebiyatçı olan Şemseddin Sâmi'nin Kâmûs-ı Türkî'si, Türk dilinin en mühim eserlerin­den biridir. Bu sözlük Türk dili ve Türk kültürü için son dere­ce faydalı olmuştur. Değerini ve ehemmiyetini bugün de mu­hafaza ve devam ettirmektedir. Türk dili ve kültürünün eşsiz hizmetkârı, büyük dilci, büyük Türkçeci ve Türkolog Şemsed­din Sâmi'nin aziz hatırasını; eserinin yazılışının 80. yıldönü­münde, bugünün bir dilcisi olarak saygı, şükran, minnet ve rahmetle anarım.

Fatih, 15 Şubat 1978
Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş
 



Çağrı Yayınları Şemseddin Sami tarafından yazılan Kamusu Türki adlı kitabı incele diniz.
Diğer Özellikler
Stok Kodu9789754541342
MarkaÇağrı Yayınları
Stok DurumuBu ürün geçici olarak temin edilememektedir.
9789754541342
En yeni ürünler
Güvenli teslimat
Kampanyalı ürünler
Piyasadaki en iyi fiyat

PlatinMarket® E-Ticaret Sistemi İle Hazırlanmıştır.