Kuran Mesajı Meal, Muhammed Esed 3 CİLT SET

  • 0 / 5
0 / 5
500,00 TL
Havale / EFT: 485,00 TL
2.El AZ Kullanılmış, 3 Cilt, 1.Hamur
Aynı Gün Kargo
Kritik Stok

Ürününüz 1-2 gün içerisinde kargoya verilir.

Güvenli Alışveriş

Ürününüzü 14 gün içerisinde kolayca iade edebilirsiniz.


Kitap            Kuran Mesajı Meal Tefsir - 2.EL
Yazar           Muhammed Esed
Tercüme      Cahit Koytak - Ahmet Ertürk
Yayınevi       İşaret Yayınları - Yeni şafak Baskısı
Kağıt  Cilt     1. Hamur - 3 Cilt Takım
Sayfa  Ebat  1.375 sayfa - 17x24 cm
Baskı            1999



Temiz, yıpranmamış, sıfır derecesinde

Not: Sadece bu ÇOK ÇOK UCUZ KELEPİR kategorisindeki kitaplar 2. El kitaptır. Diğer bölümlerdeki kitaplar sıfır ve yeni ürünlerdir.


 
İşaret yayınları, Muhammed Esed tarafından yazılan Kuran Mesajı Meal Tefsir adlı kitabı incelemektesiniz. Kuran Mesajı Meal Tefsir kitabı hakkında yorumları okuyup kitabın konusuözetifiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
 
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır.  Alak 1-2

 
       TÜRKÇEYE ÇEVİRİNİN ÖNSÖZÜ


                        Çeviri
 
Çeviri faaliyeti, genel hatlarıyla, nesnelerin, hareketlerin, durumların ya da sembollerin insan zihninde yeniden anlamlandırılması ve ifade edilmesi olarak tanımlanabilir. Bu an­lamda bir dilden başka bir dile yapılan çeviri kadar aynı dil içinde yapılan çeviriden de söz edilmesi mümkündür.

Başka dile yapılan çeviride, araya, her dilin temsil ettiği özgün tasavvur ve tahayyül bi­çimleri, kültür ve gelenek farklılıkları girdiği için kaynak metinlerin (çeviriye esas alman metinlerin) var olan duygusal, zihinsel ve kültürel prizmalardan geçerken uğrayacağı kırıl­manın boyutu ve şekli, ya da böyle bir kırılmaya uğrayıp uğramadığı hususu, bu bağlamda tartışılması gereken konuların başında gelmektedir.
 
Bu çerçevede söylenebilecek olan şudur; Çeviri, sadece bir anlamın bir dilden başka bir dile aktarılmasını aşan bir şey olup, kaynak dildeki metin ile metnin alıcısı (muhatabı) ara­sındaki zihinsel ve duygusal iletişimin hedef dilde yeniden üretilmesini kapsar. Başka bir deyişle, çeviride temel prensip, esas metnin onunla ilk defa ve ana dilinde karşılaşanlar üzerinde bıraktığı etkinin hedef dilin alıcısı üzerinde de aynen uyandırılabilmesidir. Çeviri literatüründe "metnin eşdeğerliliği" olarak adlandırılan bu ilke, metnin içeriğinin düz aktarı­mından çok iletişim etkisinin (de) aktarılmasını öne çıkarır.
 
Bu eşdeğerliliğin ne ölçüde sağlanabileceği veya sağlanıp sağlanamayacağı, dilbilimciler arasında uzun tartışmalara konu olmuşsa da herhangi bir çeviride hedefin bu olduğu tartış­masızdır. Sanat metinlerinde, özellikle de şiirde, dil ile anlam sanatçıya/yazara ve metnin içinde üretildiği dile özgü bir estetik örgü içinde kenetlenmiş olduğu için bu tür metinlerde eşdeğerliliğin sağlanmasının tam olarak mümkün olmadığı söylenebilir. Ya da bu eşdeğerli­liği sağlamak, adeta o metni hedef dilde yeniden oluşturmakla, aynı estetik bireşimi yeni­den üretmekle mümkün olabilir. Bu ise çeviriyi aşan bir şey olur.
 
Çağdaş dilbilimcilerin dilin iki temel fonksiyonu olarak gördükleri "tasvir etme/betimleme (description) ya da bilgilendirme (information)" ve "anlatım (expression)" fonksiyonlarının farklı metin türlerinin oluşumuna da yön verdikleri şeklindeki görüşleri her metin türüne uy­gun çeviri ilkeleri, sınırları ve hedefleri ile ilgili tartışmaların ana çerçevesini oluşturmuştur.
 
Yukarıda çevirinin imkan ve sınırları konusunda söylediklerimiz, dilin daha ziyade "an­latım" fonksiyonuna karşılık gelen metinler (yani sanat metinleri) için geçerlidir. Bu tür me­tinlerin çevrilmesi, esas olarak, sanat metinlerinin özünü oluşturan "mecaz" ve "istiare" öğelerinin hedef dilde yeniden üretilmesini kapsar.
 
Ancak, Kur'an çevirisinin normal metin çevirileri ile bire bir benzerlik içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu durum sadece, Kur'an'ın beşer dillerinden bir dil olan Arap­ça ile ifade edilmiş olsa da ilahî bir kelâm olması hasebiyle, beşer dilini zorlayan, aşan yönle­rinin bulunduğu (kabulü) ile ilgili değildir. Kur'an çevirisini diğer çevirilerden ayıran esas farklılık dil-kültür, dil-beşerî tasavvur ilişkisi açısından taşıdığı .kendine özgü niteliktir. Kur'an metni, yukarıda değindiğimiz iki ana metin kategorisinin özelliklerini birlikte taşıyan, yani hem "bilgilendiren", hem "tahkiye eden", hem de olağanüstü "ses ve üslup" özellikleri göste­ren özgün bir metin olarak "mecaz" ve "istiare" öğelerinin yoğunlukla kullanıldığı ve bu nite­liğiyle, taşıdığı yüksek "îcâz" bir tarafa bırakılırsa, diğerlerinden farkı olmayan bir metindir.
 
Ama Kur'an metnini diğerlerinden köklü şekilde ayıran asıl farklılık, beşerî dillerin içinde ya­şadıkları kültür ve zihniyet dünyasını temsil etmelerine mukabil Kur'an dilinin ilk vahyedildi-ği toplumun muhayyile ve tasavvur kalıplarını, zihniyet dünyasını, kültürel ve geleneksel formlarını sadece yansıtan değil, ama aynı zamanda kökünden değiştiren bir karakter de gös­termesidir. Bu önemli özellik,.hem Kur'an metninin doğru anlaşılmasında, hem de onun bir başka dile doğru çevrilmesinde (dilbilimcilerin metnin eşdeğerliliği olarak tanımladıkları şe­yin sağlanmasında) kilit bir fonksiyon taşımaktadır. Hele içinde yaşadığımız çağda, Kur'an'ın ondört asır önce değiştirdiği o tasavvur ve zihniyet dünyası; yaşayan kültür ve gelenek ola­rak yeniden hakim duruma gelmişse, Kur'an'ı bu kültür/gelenek prizmasından geçirerek okumak (çevirmek) onun başlangıçtaki bu temel farklılığını gözardı etmek anlamına gelir. O halde yapılacak sağlıklı bir Kur'an çevirisi, normal bir sanat metni çevrisinin taşıması gereken "eşdeğerliliği" sağlamakla birlikte öncelikle onun bu özgün kavramsal örgüsünü de hedef di­le aynen aktarmak zorundadır.
 
Muhammed Esed 'in İngilizce Kur'an meali, işte bu anlayışın mükemmel bir örneğini oluşturmaktadır: Bir taraftan Kur'an'ın eşsiz "îcâz"ının temelinde yer alan dil özelliklerini beşerî imkanlar çerçevesinde hedef dilde (İngilizce'de) olabildiğince yansıtmaya çalışma­nın, diğer taraftan da Kur'an dilinin asıl karakteristiğini oluşturan kavramsal özgünlüğü, he­def dilde yeniden üretebilmenin mükemmel, çarpıcı bir örneği. (Esed önsözünde, bu ko­nuyla ilgili detaylı açıklamalarda bulunmaktadır.)
 

        İkinci bir dilden çeviri
 
Muhammed Esed'in The Message of The Qur'an unvanlı İngilizce mealinin Türkçe'ye çev­rilmesinin bazı sorulan davet etmesi pek tabiidir. En başta akla gelebilecek soru şudur: Arapçası ortada dururken ve ikinci bir dilden çeviri yapmanın sakıncaları da herkes tarafın­dan bilinirken neden böyle bir çeviriye lüzum görüldü? Bu görünüşte haklı sorunun cevabı, hem Kur'an çevirilerinin diğer metin çevirilerine nazaran taşıdıkları (taşımaları gereken) fark­lılıkta, hem de bizzat çeviriye esas alınan İngilizce mealin ve Esed'in bu meale de kaynaklık eden İslam'a ve Kur'an'a genel bakışının ve yaklaşımının taşıdığı değerde yatmaktadır.
 
Bu çeviri çalışmasına bizi yönelten, teşvik eden esas faktör, Muhammed Esed 'in İngiliz­ce mealinin ve bu meale eklediği geniş açıklama ve notların çağdaş İslami ve Kur'ânî kav­rayışa getirdiği zengin ve derin katkıdan Türkiye'deki okuyucuyu da yararlandırma niyeti­dir. Çağdaş İslam düşüncesi tarihinde Kur'an hakkında çok yetkin ve derinlikli çalışmalar yapılmış olmasına rağmen doğrudan Kur'an'ın kendisinin aynı ölçüde derin ve köklü bir yorumu (çeviriyi de kapsayan bir yorumu) bilebildiğimiz kadarıyla fazla değildir. Esed'in The Message of  the Qur'an unvanlı çalışması, işte böyle bakir bir alanda, Esed'in sahip ol­duğu objektif vasıfların ve halisane niyet ve çabaların ürünü olarak ortaya çıkan değerli bir eserdir. Esed, bu çalışmasıyla çağdaş İslam düşüncesine en zengin ve değerli katkılardan birini gerçekleştiren bir düşünür olma sıfatını fazlasıyla hak etmiştir. Nitekim, bir asrı bulan ömrünün otuz-otuzbeş yılını Arap ve diğer İslam ülkelerinde (çoğunlukla Ortadoğu'da) ge­çiren Esed, halisane bir adanmışlığın ürünü olarak Arapça'ya üstelik Kur'an Arapçası'na hâ­lâ en yakın dil olan bedevî Arapçası'na ana dili ölçüsünde bir vukufiyet kesbetmiştir. Esed'in sahip olduğu bu dil hakimiyetine eşlik eden derin İslamî duyarlığı, bitmeyen heye­canı, İslamî düşüncenin, İslam tarihi ve coğrafyasının sorunlarına gösterdiği derin entellektüel bakış ve tahlil yeteneği, bu çalışmasına da en geniş şekilde yansımıştır.
 
Diğer taraftan yukarıda değindiğimiz gibi, Kur'an çevirileri normal metin çevirilerine gö­re bir farklılık taşımakta ve bu farklılık Arapça dışındaki bir dilden yapılan herhangi bir çe­virinin maruz kalacağı muhtemel sakıncaları bertaraf edebilmektedir.
 
Öncelikle Kur'an çevirileri, başta değindiğimiz "metnin eşdeğerliliği" hedefine.en çok yaklaşabilen, başka bir deyişle, her çevirinin özünde bulunan dil kırılmasından en az etki­lenebilecek olan çeviri metinleridir. Bunu sağlayan unsur, Kur'an vahyinin beşerî kültür, gelenek ve tasavvur farklılıklarını ve dolayısıyla sözkonusu kırılmalara yol açan çeşitli kül­türel prizmaları aşan ilahî özelliğinde bulunmaktadır.
 
Kur'an çevirilerinde bu özelliğe sadakat gösterilmediği, yani daha önce değindiğimiz gi­bi, Kur'an'ın Özgün kavramsal örgüsü muhafaza edilmediği takdirde ilahî mesajın ona he­def dikle muhatab olan insan zihnine kırılarak ulaşması kaçınılmaz hale gelir. Başka bir de­yişle, ilahî kelâmın bu özelliğinin idrak edilmesi, onu hangi beşerî dilde ifade ederseniz edin, mesajının özünü, icazını ve çarpıcılığını muhafaza edebilmenizi sağlar.
 
Diğer taraftan, beşerî bir dilin kalıpları içinde ifade edilmiş olan ilahî mesajın her türlü okunması, dilin sınırları ve imkanları içindeki bir anlama ve açıklama unsurunu içinde ba­rındırır. Her okuma, bir anlama ve anlamlandırma çabasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla Kur'an dilinin herhangi bir şekilde okunması (ki okuma, burada çeviriyi de kapsayan en geniş an­lamıyla kullanılmaktadır) kaçınılmaz olarak bir açıklama ve yorumlama eşliğinde yapılır. Arapça dışındaki bir dilde yapılan okumalarda ise bu açıklama ve yorumlama unsuru daha bir belirginlik kazanır. O halde doğrudan Arapça'dan Kur'an çevirisi yapmak ile başka bir dilden yapmak arasında bu açıdan herhangi bir farklılık sözkonusu olamaz. Tek fark, tama­men teknik düzlemde çevirinin sıhhati, ama en önemlisi, ilahî mesajın İçinde ifadelendiril-diği kavramsal yapının özgünlüğünün idraki ile ilgilidir. Bu her İki unsur da, çevirinin han­gi dilden yapıldığına bağiı olmaksızın kendi başına değer taşıyan unsurlardır.
 
Ayrıca, teknik düzlemde aslî dilin dışındaki bir dilden yapılan çevirilerde var olan sakın­calar bu çeviride söz konusu değildir. Bu tür normal metin çevirilerinde çevirmenin genel­de asıl metin ile bir bağlantısı bulunmamaktadır. İkinci dildeki metnin esas alınmasının se­bebi zaten bu bağlantının olmayışıdır. Oysa elinizdeki çalışmada, İngilizce metinden çeviri yapılırken Kur'an'ın Arapça nüshası ile bağlantı sürekli muhafaza edilmiş, böylece çevirinin teknik sıhhati elden geldiğince sağlanmaya çalışılmıştır.
 
 
 
Mealin çevirisi
 
 
Dilin bir iletişim vasıtası ya da içinde iletişimin gerçekleştiği bir ortam olması özelliği ilahî kelâm için de geçerlidir. Allah'ın Peygamberi aracılığıyla insanoğlu ile kurduğu iletişim beşerî bir dil vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Dilin nihaî hedefi olan "anlama" ve "anlatma"nın (iletişim) genel ilkeleri, Allah ile insan arasındaki iletişimde de aynıdır. Kur'an diline bu açıdan bakıldığında dilin anlaşılır, anlamlı kılınması hedefi ön plana geçer ki, bu da bir kı­sım gizemli (ya da öyle görünen) ifadenin üstündeki gizem perdesinin kaldırılmasını ve sözkonusu ifadelerin İnsan zihnînde anlaşılırlık kazanmasını sağlar. Bu anlaşılırlık, Kur'ânî ifadelerin her zaman rasyonel bir yüklem kazanmaları demek olmayıp, sadece ğayb alanıy­la mı, yoksa beşerî idrak alanıyla mı ilgili olduklarının açıklığa kavuşturulması demektir.
 
Esed'in müteşâbihât kavramına getirdiği yorum ve îcâz (ellipticism) adını verdiği ifade tarzını anlaşılır kılmak için parantez içi ifadeler kullanması, bu anlayışın bir gereğidir. Bu açıdan bakıldığında çevirinin parantez içinde ilave ifadeler taşımasının Kur'an dilinin ge­rektiği gibi kavranmasında zorunlu bir yöntem olduğu anlaşılır. Üstelik bu zorunluluk, dilin zaafının değil gücünün bir yansımasıdır. (Bu konuyla ilgili daha geniş açıklamalar Esed'in Ekler'inde görülebilir.)
 
 
Esed'e göre parantez-içi ilaveler, birçok Müslüman yazarın ve okuyucunun inandığının tersine, mütercimin veya müfessirin ilahî kelâma bir müdahalesi değil, tersine Kur'an dilinin temel özelliklerinden biri olan eksiltili ifadenin (ellipticism) (yani, Esed'in deyimiyle bir ifadenin ara bağlantılarının bilerek -îcâz uğruna- ihmal edilmesinin) gereğidir, Buna uyul­madığı takdirde Kur'an çevirisi -Kur'an'ın birçok Türkçe çevirisinde olduğu gibi- "pek az şey söyleyen bir kelimeler yığını" olmaktan kurtulamaz.
 
Esed mealinin diğer bir özelliği de, öncelikle hitab ettiği Batılı okuyucu profilini dikkate alarak İslamî literatürde Arapça şekliyle kullanılan birçok Arapça kavrama aslî/öz anlamla­rını yansıtacak karşılıklar bulmak olmuştur. Bunun birinci sebebi, bu kavramların tarihsel süreç içinde kazandıkları arızî yüklemleri eleyerek onların gerçek/öz anlamlarını ortaya çı­karmaktır. Diğeri ise, tamamen pratik bir endişeyle, Arapça kavramlara yabancı bir okuyu­cu kitlesinin, ilahî mesajı kendi dilinde en saf ve özlü şekliyle kavramasına yardımcı ol­maktır. Bunu yaparken gözetilen temel ilke ise, sözkonusu kavramların Kur'an'ın nazil ol­duğu dönemde ilahî vahye muhatap olan ortalama Arap insanının zihninde hangi anlamı kazandığının tesbit edilmesidir. Bu anlam, bazan kullamlagelen bir deyişin veya ifadenin yeni bir bağlam içinde kullanılmasıyla kazanılmış olan yeni bir anlamdır, bazan da tama­men gündelik dilin imkanları içinde kalınarak mevcut bir terimin sahip olduğu anlama ay­nen sadık kalınmasıyla sürdürülen alışılmış anlamdır.
 
Mesela Esedtakva kelimesinin çeşitli türevlerine "Allah'tan korkma" veya "Allah'tan sa­kınma" alışılmış karşılığını verme yerine çok daha kapsayıcı ve aslî bir kavram olan "so­rumluluk bilinci duyma" karşılığını vermiştir. Kâfir kelimesini "hakikati inkar edenler", ze­kât kelimesini bazan "karşılıksız yardım" bazan da "armdırıcı (malî) yükümlülük" şeklinde çevirmiştir. Aynı espri ile çevirdiği diğer kelimeler, cihâd, hanîf, tâğût, hicret, ne/s, müna­fık, ğayb, kitâb, ehl-i kitâb, dîn, (harf-i tarifsiz) kur'ân, vb. terimleridir.
 
Türkçe'ye çeviride de Esed'in bu yöntemine uyulmaya çalışılmış ve birçok terim, üstelik Türkçe'de Arapça aslıyla kullamlagelen terimler Türkçe karşılıklarıyla çevrilmişlerdir: mese­la, ğayb yerine "insan idrakini aşan" veya "insan idrakinin ötesinde/üstünde bulunan"; ki­tab yerine çoğunlukla "ilahî kelâm" veya "ilahî vahiy"; nefs yerine "insan kişiliği" veya "in­san benliği"; cihâd yerine "Allah yolunda üstün çaba göstermek"; ayet yerine (kullanıldığı bağlama göre) "mesaj" veya "işaret"; kâfir yerine "hakikati inkar eden" veya "hakikati inka­ra şartlanmış olan"; hicret yerine "zulüm ve kötülük diyarını terk etme"; münafık yerine (bazan) "ikiyüzlü", dîn yerine bazan "ahlak sistemi" vb.
 
Ancak Esed'in yine İngilizce karşılıklarıyla kullandığı bazı terimler ise, kavrayıcı/kapsa­yıcı uygun Türkçe karşılıkları bulunamadığı ve kullanılabilecek karşılıklar da muhtevayı az veya çok sınırlayacağı için Arapça asıllarıyla muhafaza edilmişlerdir. Mesela: hilm/halîm, rahmetşefaat, rahmanvb.
 
Muhammed Esed 'in mealinde okunuş ve kavranış biçimini de bir ölçüde etkileyen, be­lirleyen bazı şekil özellikleri de sözkonusudur. Esed, İngilizce'nin Arapça 'nınkine benzer bir sözdizimine sahip olmasından da yararlanarak her ayeti diğeriyle birleştirmeden kendi içinde bağımsız bir ifade birimi olarak çevirmiş ve bundan yararlanarak, anlam olarak bir­birlerinin devamı olan ayetlerin anlam ve ifade bütünlüğünü korumayı da başarmıştır.
 
Türkçe çeviride de, birkaç ayeti bir arada tek cümle içinde ifade eden birçok Türkçe mealin tersine, üstelik Türkçe sözdiziminin Arapça ve İngilizce'den farklı olmasına rağmen Esed mealinin bu özelliği korunmaya çalışılmıştır. Ancak sözdizimi farklılığı, birbirinin de­vamı niteliğinde olan ayetlerin anlam ve ifade bütünlüğünü düz yazının kalıpları içinde ko­rumayı güçleştirdiği için böyle durumlarda çeviri, düz yazı kalıpları zorlanarak nazma ya­kın bir form içinde gerçekleştirilmiştir. Bu farklı çeviri tarzı, okuyucudan da farklı (daha rit­mik) bir okuma şekli talep eden bir tarzdır: Özellikle ilk dönem surelerinin şekil ve muhtevasına, îcâzına, ritmine, âhengine, kısacası tabiri caizse "şüriyeti"ne uygun bir okuma şekli; okuyucunun Kur'an'ın o zengin, sarsıcı ve inşâ edici dünyasına daha kolay girmesini sağla­yan bir okuma şekli. Geleneksel okuma tarzına alışkın okuyucunun bu yeni okuma biçimi­ne kolayca uyum gösteremeyebileceğini biliyoruz. Ancak düz yazı kalıplarına uygun bir çe­virinin düz, heyecansız, temposuz üslubu yerine, (hem çevirmenler, hem de okuyucular için) biraz zor da olsa bu yeni çeviri ve okuma biçiminin daha sıcak ve kuşatıcı geleceği düşünülmüştür.
 
Esed'in mealindeki bir başka şekil özelliği de, her sureyi konu bütünlüğünü gözeterek paragraflara ayırması, böylece okuyucunun özellikle uzun surelerde bu bütünlük içindeki değişmelere daha kolay nüfuz etmesine imkan sağlamasıdır. Esed'in yer yer bir üslup nite­liği halini alan bu şekil özelliği Türkçe'ye çeviride de aynen korunmaya çalışılmıştır.
 
 
Dil
 
Türkçe'ye çevirinin iki ayrı çevirmenin kaleminden çıkmış olması, bir dil ve kavram bü­tünlüğü meselesini de gündeme getirmektedir.
 
Esed mealinin çevirisinde, prensip olarak, bazı temel kavramlar dışında çok sıkı/katı bir dil ve üslup beraberliği sağlamanın gerekli olmadığı düşünülmüştür. Üstelik, anlam bütün­lüğünü zedelemeyecek bir dil/üslup farkının metne çeşitlilik ve zenginlik ve hatta hareket ve derinlik kazandıracağına inanılmıştır. İşte elinizdeki çeviri, böyle bir dil ve üslup farkını da içinde barındırmaktadır. Ancak temel kavramlardaki ve çapraz atıflardaki bütünlük, her iki çevirmenin karşılıklı okumalar! sayesinde azami derecede sağlanmıştır.
 
Öte yandan, iki ayrı çevirmene ait bölümlerdeki deyiş farklılıkları, her çevirmenin kendi bölümleri içinde de zaman zaman görülebilir. Daha çok, kullanılan bağlama, anlam örgü­sünün gereklerine ve dilin ritmine, uyumuna ve akışına göre kelime seçimindeki farklılık şeklinde ortaya çıkan bu serbestliğin bilinçli bir tercih olduğunu burada belirtmek isteriz. Bu serbesüik eski, yeni kelime kullanımında keskin bir ayrım yapılmamasına ve nisbeten daha geniş bir kelime dağarcığı kullanılmasına imkan vermiştir.
 
Bu her iki farklılığın boyutu konusunda bir fikir vermek ve okuyucunun bir bütün ola­rak çevirinin diline nüfuzunu kolaylaştırmak için aşağıda bazı örnekler verilmiştir:
 
Truth (hakk) karşılığında "hak" veya "hakikat"; discourse (kur'ân) yerine "söylem", "hi­tabe", "okuma metni" vb.; divine writ kitab ) yerine " ilahi kelam ", " kitap ", " ilahî ferman "; almighty, wise (,'azîz, bakîm) yerine "hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibi" veya "kudret sahibi, hikmet sahibi"; who transgress the bounds of what is right (_el-mu'teddûn) karşılığında "hak ve adalet sınırlarını aşanlar" veya "doğru yoldan çıkıp çizgiyi aşanlar"; sacred months (eşhuru'l-haram) karşılığında "kutsal aylar" veya "haram aylar"; prayer ( salat ) karşılığında "namaz" veya "salât"; unlettered (ummî) yerine "okuma yazması olmayan" ve/veya "kitap ile ilgisiz"; false (.bâtıl) yerine "batıl", "sahte ve yalan" vb.
 
Bazı örnekleri verilen bu dil çeşitliliğinin başka birçok örneğini okuyucunun kendisi de bulabilir. Ama çevirinin tümünde gözetilen temel ilke, bu kelime ve kavram çeşitliliğinin an­lam dağınıklığına, tutarsızlığa ve savrukluğa yol açmamasıdır. Münferit kelime ve deyimlerin çevirisinde görülen bu serbestlik, bütün bir ayetin/cümlenin veya cümleciğin çevirisinde de zaman zaman uygulanmıştır. Bunu yaparken Türkçe ifade biçiminin anlaşılırlığı, Türkçe söz-dizimine uygunluk ve düzgün ve akıcı bir dilin kullanılması ilkeleri gözetilmiştir. Bu neden­le, mesela, İngilizce mealde dilin gereği olarak ifadeyi tamamlamak için kullanılan bazı kö­şeli parantez içi ifadeler esasen muhafaza edilirken, Türkçe'ye çeviride bazan buna gerek kalmadığı için yer verilmemiş; buna karşılık Esed'in kullanma gereği duymadığı bazı yerlerde ise normal parantezler açılmıştır. Bu arada sözü geçen köşeli parantezler Türkçe sözdizimi ve kelime yapısı gereği bazan ikiye bölünmüş bazan da birleştirilmişlerdir.
 
Kur'an'ın böyle bir dil/üslup serbestliği ve çeşitliliği içinde çevrilmesi, Türkçe mealler için sanırız yeni bir durumdur. Okuyucunun bu tercihe getireceği eleştiri, katkı ve öneriler, Kur'an mesajının zihinlere daha doğru, güzel, etkili ve akıcı bir dil ile ulaştırılması hizmeti­nin yerine getirilmesine yardımcı olacaktır.
 
İmla
 
Çeviride imla konusunda sınırlı ölçüde didaktik olma hedefi gözetilerek, şu ölçülere uy­maya özen gösterilmiştir:
 
Genel
 
Çeşitli imla işaretleri arasında bilhassa nokta, virgül, noktalı virgül vb. kullanımında ge­nel olarak iki eğilim gözlenebilir: 1) Bu işaretleri söz bölüklerini yansıtmaya yarayacak şe­kilde, yani dilbilgisi fonksiyonlarını gözönüne alarak kullanmak, 2) Metnin dinlenmek üze­re okunacağını gözönüne atarak anlam öbeklerini ve vurgularını göstermeye hizmet ede­cek şekilde kullanmak. İşte meal metninin imlasında, okuyucunun bu metni sadece satır­lardan ve içinden okuyacağı değil, ama aynı zamanda kendi kendine iç sesle veya yüksek sesle, veyahut da hem kendisi işitmek hem de başkalarına da dinletmek üzere yüksek sesle de okuyacağı gözönünde bulundurulmuştur. Bununla birlikte bu işaretleri ziyadeleştirmek-ten de kaçınılmıştır.
 
 
Uzatma işaretleri, ayın ve hemze harfleri
 
Kelime bir terim olmadığı yahut tırnak işareti veya parantez içinde ya da italik olarak yazılmak suretiyle özel bir biçimde vurgulanmadığı müddetçe uzatma işaretlerinden müm­kün mertebe kaçınılmıştır. Örn.: Başlıklar dışında sure ve ayet kelimelerine italik geçtikleri yerlerde {sûre/âyet) uzatma işareti konmuş, diğer yerlerde uzatma işaretsiz yazılmışlardır; teşbih, temsilî gibi kelimeler uzatma işaretli yazılmıştır.
 
Bütün 'nisbet yâ'sı alan kelimelerde uzatma işareti kullanılmıştır. Örn.: maddî, mane­vî, dünyevî, uhrevî.
 
 olmadıkça, bir kelimede birden fazla uzatma işareti­ne yer verilmeyip, aralarından sadece bir tanesi gösterilmiştir. Örn.: zahirî, istisnaî, îma, îmâen.
 
 
Ancak bir kelime terim değilse veya özel bir şekilde vurgulama gereği yoksa, ya da sık kulanılan bir kelime değilse genel olarak uzatma işaretinden kaçınılmıştır. Örn.: hatta kelimesine uzatma işareti konmazken bizâtihî kelimesine iki tane uzatma işareti koymaktan çekinilmemiştir.
 
Benzer şekilde yazılan kelimeleri ayırmak için daha özel anlamlı veya fonksiyonlu olanına uzatma işareti konmuştur. Örn.: günlük dilde kulandan çocuğun koruyucu ve so­rumlusu anlamındaki veli ile dost ve arkadaşlara hitapta sevgi ve saygı ifade eden aziz keli­meleri uzatma işaretsiz veli ve aziz şeklinde, dinî çerçevedeki veli ve aziz kelimeleri ise uzatma işaretli olarak velî ve azîz şeklinde; babanın kız kardeşi anlamındaki hala uzatma işaretsiz, şimdiye dek anlamındaki hâlâ uzatma işaretli olarak yazılmıştır.
 
Arapça ibareler ve Osmanlıca ifadelerde, Türkçe yazımın imkanları çerçevesinde, uzun heceler (medler) için uzatma (â, û, î), ayın harfi için (*) işareti, hemze harfi için ise gereken yerlerde (') işareti kullanmanın yanısıra, 'ta'rîf lâm'ından veya mudğam şemsî har­fin birincisinden önce (') işareti, sonra ise (-) işareti kulanılmak suretiyle, asla uygun telaffuza kılavuzluk edebilecek dar kapsamlı bir transkripsiyon imlası uygulanmaya çalışılmıştır. Örn.: emîru'l-mu'minîn, bey'atu'r-rıdvân, meş'emet.
 
Arapça'da Türkçe'dekinden farklı olan sessizlerden sadece ğayn harfi için genel ola­rak yumuşak g (ğ) kullanılmıştır. Örn.: ğayb, Râğıb.
 
Üç nokta, italik, tırnak, parantez, birleştirme çizgisi, eğik çizgi
 
Tekrarından kaçınılan ibareleri belirtmek için üç nokta (...) kullanılmıştır. Kitap adları, Arapça ibareler ve vurgulanmak istenen ifadelerin bir kısmı italik yazıl­mış, diğer vurgular ise bazan tırnak " ... " bazan parantez (...) bazan parantez içinde tır­nak (" ...") kullanılmak suretiyle yapılmıştır. Parantez içlerinde yer alan ifadeler okunsa da okunmasa da meal metninin anlamlı bir akış bütünlüğüne sahip olması gerektiği açıktır. Ancak Türkçe'nin sondan eklemeli ve çekimli bir dil olması dolayısıyla bu ahenk bazı yerlerde tam olarak gerçekleştirilememekte ve okuyucunun muayyen bir intibak göstermesine ihtiyaç hasıl olmaktadır. Kimisi yakın kimisi eş anlamlı yahut da birbirini açıklayıcı nitelikteki kelime takımları çoğunlukla eğik çizgi ile (dostlar/sırdaşlar, bâtıl/geçersiz) bazan da birleştirme çizgisi ile (tanrısal güçler-nîtelikler, yapıp-ettikleri, mutluluk-esenlik, kaçmak-kurtulmak, mal-mülk ve çocuklar, koruyucu-kayırıcı güç vb.) birbirine bağlanmıştır.
 
 
Kesik çizgi
 
Esed kesik çizgileri (-) bolca ve şu şekillerde kullanmaktadır: Ara deyişleri iki kesik
çizgi arasına (- -  yerleştirmektedir. Tek bir kesik çizgiyi ise bazan devrik bir cümlenin kırılma yerinde, bazan bir cümlenin sonunda nokta yerine, bazan bir deyişin sonunda nok­talı virgül veya virgül yerine bazan da iki nokta üstüste yerine kullanmaktadır. Türkçe'ye çeviride de bu kullanıma uygun davranılmış, ancak bazı yerlerde kesik çizgi yerine nokta, virgül yahut noktalı virgül tercih edilmiştir.
 
Büyük harfler
 
Cümle içinde büyük harfle yazılan üçüncü tekil şahıs zamiri "O" Allah'a atıfta bulun­maktadır; küçük harfle yazılan üçüncü tekil şahıs zamiri "o" kesme işareti (') ile ayrılmışsa bu yerine göre Hz. Peygamber'e veya peygamberlerden bir diğerine atıfta bulunmaktadır. Örn.: o'nun.
Meal metninde Allah'ın isimlerinin tercüme edildiği yerlerde yerine göre bir veya bir­kaç kelimede büyük harf kullanmıştır. Örn.: Kudret Sahibi, Her Türlü Övgüye Layık Olan (Azîz, Hamîd).
 
 
   Diğer
 
Kitab-ı Mukaddes'in kitaplarına yapılan atıflarda önce kitabın adı, sonra küçük romen rakamıyla bab numarası, sonra da ayet numarası verilmiştir. Örn.: (Matta'nın yirmiüçüncü babı otuzyedinci ayeti anlamında) Matta xxiii, 37.
 
Arapça özel adlardan Türkçe'ye yerleşenlerin Türkçe'deki halleri tercih edildi. Örn.: 'Aişe, Abdullah, 'Umer, 'Usmân, tbrâhîm değil de, Ayşe, Abdullah, Ömer, Osman, İbrahim dendi. Türkçe'de yerleşik olmayan veya nisbeten terk edilmiş olan adlarda ise buna uyul­madı. Örn.: 'Abbâs, Katâde, Câbir. Özel ad müellif veya ravî adıysa Türkçe'de kulanılsa da Arapça aslına yakın yazıldı. Örn.: Dâvûd, Hanîfe, Mes'üd
Gayrimüslim, gayrıtabii gibi kullanımı yaygın terkiplerin bütün halinde yazımı tercih edildi.
 
Öncelikle Kuran'da adı geçen nebiler, ikinci olarak da Râşid Halifeler ve Ashâb'dan ileri gelen birkaç zat için hem hürmet hem de nişane olarak Hz. kısaltması, ahir zaman peygamberinin Muhammed adının geçtiği yerlerde de (s) kısaltması kullanılmış, şahsın za­ten hürmete delalet eden künyesinin geçtiği veya başkaca bir vasıfla anıldığı yerlerde ise Hz. kullanılmamıştır. Meal metninde, dipnot metninde yer alan mealden iktibaslarda ve meale yapılan atıflarda hürmet ifadeleri kullanılmamıştır.
Türkçe meal metninde bazı bakımlardan dipnot metninden daha tekeüüfsüz bir imla uygulanmasının yanısıra; genelde yukarıda anılan bütün bu ilkelerden, bazan bir zühul ne­ticesinde bazan da bir münasebet düştüğünden dolayı uzaklaşıldığı da olmuştur. (Örn. Ka­be, mâbed, sürür vb. kelimeler ka'be, ma'bed, surûr şeklinde değil de Türkçe'deki yerleşik telaffuzlarına göre yazıldılar.)
 
Bazı kelime ve deyişlerin İngilizce metindeki asılları tercümelerinden hemen sonra paran­tez içinde verilmiştir: Örn.: peşinen (a priori), tanıma ve isteme (cognition and willingness).
 
Çok uzun dipnot metinlerinden bazıları Türkçe'ye çeviride paragraflara bölündü.
Türkçe'ye çeviriyi (İngilizce) aslıyla mukabele etmek isteyenler az sayıda olsa da dip­not sıra numaralarında uyumsuzlukla karşılaşabilirler. Bunun sebebi İngilizce sözdizimi ile Türkçe sözdizimi arasındaki gayrimuvazîlik eseri meydana gelen takdim veya tehirlerdir.
 
Mealin İngilizce aslının her sayfasında meal ve dipnot açıklamalarına tekabül edecek kadar Arapça metin vardır. Fakat Türkçe yayımda Türkiye'deki teamüle uygun olarak Kur'ân-ı Kerîm'in Arapça metni için matbu Mushaf sayfalan kullanılmıştır. Eğer bir dipnotta bir başka ayete atıf varsa, bunun gereğince anlaşılabilmesi için atıf yapılan ayetin çevirisinin yanısıra varsa harfi harfine çeviri parçacıklarının yer aldığı ilgili dipnotuna, hatta ayetin Arapça aslına bakılmak ihtiyacı daima gözönüne alınmalıdır.
 
Esed mealinde çoğu zaman muayyen miktarda ayetin mealini konunun akışını ve bü­tünlüğünü gözönüne alarak bir paragrafta toplamaktadır. Türkçe'ye çevirinin sayfa düze­ninde matbu Mushaf sayfasına bağlılık gözetildiği için sayfa değişimi olan yerlerde Esed'in bazı paragraflarında bölünme ve dolayısıyla paragrafın bir parçasının bir sayfada öbürünün diğer sayfada kalması durumu ortaya çıkmıştır. Çevirinin sayfa düzeninde meal metni blok­lu düzenlendiğinden paragraflardaki bu bölünme göze çarpar olmaktan da çıkmıştır. Buna dikkati çekmek için bu bölünmenin olduğu yerler metinde uçları birbirine bakan karşılıklı iki okla gösterilmiştir: (—? «—).
 
Esed Leopold Weiss olan aile adını Müslüman olduktan sonra ömrünün büyük bölü­münde hemen hiç kullanmadığı için biz de kullanmadık; ancak sadece bibliyografik mak­satla bir defaya mahsus olarak burada zikrediyoruz.
 
 

          ÖNSÖZ
 
OKU!  Yaratan Rabbin adına, insanı bir yumurta hücresinden yaratan!
Oku!  Çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir, İnsana kalemi kullanmayı öğretendir, insana bilmediğini belleten.
Miladî VII. yüzyılın başlarında, insanın mütevazi biyolojik kökeni yanında şuur ve aklı­na da telmihte bulunan 96. surenin CAlak) bu ilk ayetleriyle başlayan Kur'an vahyi, Pey­gamber Muhammed (s)'in 23 yıllık risaleti boyunca devam ederek vefatından kısa bir süre önce nazil olan 2. surenin (Bakara) 281, ayetiyle noktalandı:
 
Allah'a döneceğiniz, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı Günün bilincinde olun.
 
Bu ilk ve son ayetler (nüzul sırasına göre ilk ve son)1 arasına sığdırılan bu kitap, dünya­nın dinî, sosyal ve politik tarihini, bilebildiğimiz başka herhangi bir olaydan çok daha kök­lü bir şekitde etkilemiştir. Diğer kutsal metinlerin hiçbiri, mesajı ile ilk karşılaşan insanların hayatı ve birbirini izleyen kuşaklar yoluyla bütün bir medeniyetin akışı üzerinde bu kadar derin bir etki meydana getirmiş değildi. Kur'an, bütün Arap Yarımadası'm sarstı ve ömürleri savaşmakla geçen Arap kabilelerinden bir millet oluşturdu. Yirmi-otuz yıllık bir süre zarfın­da kendi dünya görüşünü Arabistan'ın sınırları dışına taşıdı ve insanlığın tanıdığı ilk ideolo­jik toplumu oluşturdu. Bilinç ve bilgiye verdiği önem sonucunda mensupları arasında en-tellektüel (ilmî) bir merak dalgasının ve bağımsız bir araştırma ruhunun uyanmasını sağla­dı. Bu da sonuçta, İslam dünyasını kültürel gücünün zirvesine çıkaran muhteşem bir bilim­sel araştırma ve eğitim çağının başlamasına yol açtı. Kur'an'dan beslenen kültür, çeşitli yol­lar ve dolaylı etkilerle Ortaçağ Avrupası'nm düşünce yapısını etkileyerek Batı kültüründe, Rönesans olarak adlandırdığımız, bir canlılık döneminin başlamasına önayak oldu. Böyle­ce, zamanla, "bilim çağı" olarak adlandırılan, bugün içinde yaşadığımız çağın doğmasına da büyük katkıda bulundu.
 
Bütün bunlar, son tahlilde Kur'an mesajının yol açtığı sonuçlardı. Bunu gerçekleştirenler de, Kur'an'dan ilham alan, ahlakî değerlerinde Kur'an temeline dayanan ve bütün yaşayışları­nı Kur'an'ın yönlendirdiği insanlardı. Çünkü hiçbir kitap -Kitâb-ı Mukaddes de dahil- bu ka­dar çok insan tarafından böyle bir dikkat ve huşu ile okunmamakta ve hiçbir kitap, asırlarca bu kadar çok insanın sorduğu şu soruya onun kadar kapsamlı bir cevap verememektedir: "Bu dünyada iyi bir hayat yaşamak ve öteki dünyada mutlu olmak için nasıl davranmalıyım?" Her ne kadar Müslümanların çoğu bu soruya yanlış cevaplar veriyor olsa da ve büyük bir kısmı Kur'an'ın mesajından uzaklaşmış bulunsa da şu gerçek değişmemiştir: Bütün müminler için Kur'an, Allah'ın insana rahmetinin en mükemmel tezahürüdür; en derin hikmet eşsiz ifa­de güzellikleri içinde bu kitapta dile getirilmiştir; kısacası o katıksız Allah kelâmıdır.
 

 
Şunu unutmamalıyız ki, Kur'an'ın nihaî tertibinde tek tek surelerin veya ayetlerin nüzu) tarihleri (kronolojik sıralan) değil, bir bütün olarak mesajının iç mantığı esas alınmıştır.
 
Müslümanların Kur'an hakkındaki bu anlayışları, mevcut tercümelerin herhangi birini esas alarak Kur'an'a bakan Batılıları şaşırtır. Kur'an'ı Arapça okuyan bir müminin güzellik gördüğü yerde müslüman olmayan okuyucu çoğu zaman bir 'kabalık' sezdiğini iddia ede­bilir. Kur'ânî Dünya Görüşü'nün tutarlılığı ve insanlık durumu açısından anlamı, müslüman olmayan okuyucunun gözünden kaçar ve Avrupalı ve Amerikalı oryantalist literatüründe genellikle "tutarsız bir dağınıklık" diye adlandırılan şeyin arkasında gizlenip kalır.2 Ayrıca, bir Müslüman için derin bir hikmetin ifadesi olan ayetler Batılı kulağa genellikle "düz" ve "heyecansız" gelir. Fakat en hasmâne davranan eleştirmenler bile, Kur'an'm, insanlığın bilgi birikimine, sosyal başarısına ve medeniyete seçkin bir katkıda bulunan milyonlarca insan için, kelimenin hem dinî, hem de kültürel anlamıyla, en yüce ilham kaynağı olduğunu in­kar etmemektedirler. O halde bu paradoks nasıl açıklanabilir?
 
Bu durum; birçok modern Müslümanın kolayca kabul ettiği, Kur'an'ın Batılı mütercimler tarafından "kasıtlı olarak saptırıldığı" şeklindeki basit bir gerekçeyle açıklanamaz. Belli başlı Avrupa dillerinin hemen hemen hepsinde mevcut bulunan Kur'an tercümeleri arasında ön­yargılı tahriflerin ve özellikle eski çağlarda saldırgan bir "misyoner" bağnazlığının güdü­mündeki tercümelerin bulunduğu inkar edilemezse de, son dönem tercümelerinin bir kıs­mının güvenilir bilim adamlarının çalışmaları olduğunda şüphe yoktur. Bu ikinci grup bilim adamları, bilinçli bir önyargıyla hareket etmeyip sadece Arapça aslının anlamını şu veya bu Avrupa diline dürüstçe çevirmektedirler. Ayrıca Müslümanların yaptığı birçok modern ter­cüme de vardır ki, bunların, kendileri için mukaddes olan vahyi "yanlış yansıtmak istedik­lerini" söylemek, -Müslüman olmalarının kendilerine kazandırdığı iyi niyet gözönüne alınır­sa- hiçbir şekilde tahayyül bile edilemez. Fakat ister Müslümanlar isterse müslüman olma­yanlar tarafından yapılmış olsun, bu tercümelerin pek çoğu, Kur'an'ı, farklı dinî ve psikolo­jik iklimlerde yaşamış olan insanların aklına ve kalbine yeterince yaklaştıramamış ve onun gerçek derinliğini ve hikmetini bütünüyle yansıtamamıştır. Bu duaım, bir ölçüde, Batının kültürel anlayışına Haçlı Seferleri'nden beri hakim olan bilinçli veya bilinçsiz İslam karşıtı önyargılardan -Batının sadece "sokaktaki adamı"n değil, aynı zamanda, daha sinsi, daha beli rsiz bir şekilde de olsa, objektif araştırma ile yükümlü bulunan bilim adamlarını ela İslami olan her şeye karşı olumsuz bir şekilde etkileyen gizli bir düşünce ve duygu mirasın­dan- doğmaktadır. Fakat bu psikolojik faktör bile Batı dünyasında, İslam'a karşı artan ilgiye rağmen, Kur'an'm yeterince değerlendirilememesini açıklayamaz.
 
Değerlendirmedeki bu eksikliğin başlıca sebeplerinden biri Kur'an'ın, onu diğer bütün kutsal metinlerden ayıran, şu özelliğinin gözardı edilmiş olmasında aranabilir: Kur'an, her şeyden önce, inanca götüren en geçerli yol olarak akla önem vermekte, ve insan varlığını ruhsal ve fiziksel (ve dolayısıyla sosyal) planda parçalara bölünemez bir bütün olarak gör­mektedir; yani insanın gündelik davranışlarının, bunlar ne kadar "dünyevî" olurlarsa olsun­lar, onun ruhsal hayatından ve kaderinden ayrı tutulamayacağını vurgulamaktadır. Gerçekli­ğin bu şekilde "fiziksel" ve "ruhsal" planda parçalara bölünemez olduğu anlayışı her sahih dinî tecrübede bulunduğu varsayılan "tabiatüstü unsur"u esas alan diğer dinlerin yörünge­sinde yetişmiş insanların Kur'an'ın bütün dinî sorunlara akıl ağırlıklı yaklaşımını gerektiği şe­kilde anlamalarını güçleştirir. Sonuç olarak, Kur'an'ın, ruhsal öğretileri pratik düzenlemelerle sürekli olarak bütünleştirmesi, "dinî tecrübe"yi entellektüel kavrayışın ötesinde, gizli şeylerin önündeki esrarlı bir huşu ile özdeşleştirmeye alışkın olan Batılı okuyucuyu Kur'an'ın sadece
 
2-Mesela,Batılı Kur'an eleştirilerinde sık sık Kur'an'da Allah'a yapılan atıflardaki tutarsızlığa deği­nilir: Genellikle tek ve aynı ifadede, "Allah" isminden "O","Biz" veya "Ben" zamirine; "O'nun" zami­rinden "Bizim" veya "Benim" zamirine ; "O'na" zamirinden "Bize" veya "Bana" zamirine geçişler gi­bi...Onlar bu değişikliklerin tesadüfi olmadığının ve hatta "şiirsel bir serbestlik" olarak bile tanımlanamayacağının farkında değiller. Gerçekte, bunların maksatlı değişmeler olduğu açıktır:Allah'ın bir "şahıs" olmadığını ve bu sebeple fanî varlıklar için kullanılan zamirlerle tanımlanamayacağını vurgul­amak için kullanılan dilbilime ilişkin araçlardır.
 
 
Öteki dünyadaki ruhsal mutluluğa götüren bir çağrı olmayıp, aynı zamanda bu dünyada -ruhsal, fiziksel ve sosyal planda- elde edilebilecek iyi bir hayata götüren bir rehber olduğu düşüncesi karşısında şaşkınlığa düşürür. Kısaca, bir Batılı, Allah'ın yarattığı hayatın bir bütün olduğu ve beden ile zihin, cinsiyet ile ekonomi, bireysel dürüstlük ile sosyal adalet gibi me­selelerin insanın ölümden sonraki hayat hakkında beslediği ümitler ile ciddî bir bağlantı içinde bulunduğu şeklindeki Kur'an tezini kolayca kabul edemez. Bana göre bu, çoğu Batı-h'nın Kur'an'a ve öğretilerine karşı benimsedikleri olumsuz ve dar yaklaşımların sebeplerin­den biridir. Fakat Kur'an'ın henüz hiçbir Avrupa diline hâlâ doğru kavranabilir bir şekilde çevrilmediği gerçeği de diğer -ve belki daha belirleyici- bir sebep olabilir.
 
Ortaçağ'daki ilk Latince tercümeleriyle başlayıp hemen hemen bütün Avrupa dillerinde devam eden uzun Kur'an tercümeleri listesine baktığımızda, müslim ve gayrimüslim, bütün mütercimlerde şu ortak özelliği görürüz: Hepsi Arapça bilgilerini sadece akademik yollarla, yani kitaplardan öğrenmişlerdi(r). Bilimsel otoritesi ne kadar yüksek olursa olsun, hiçbiri, ana dili Arapça olan ve Arapça'daki deyimleri, zengin ifade tarzlarını, ifade unsurlarını, nü­anslarını fark edecek biçimde, aktif ve çağrışımlara duyarlı bir zihinle kavrayan; kelime ve cümlelerin ses dokusunun, sese ilişkin sembolizminin îma ettiği anlamı bütün derinliği ve yönsemeleriyle hissedebilen bir kulak hassasiyetine sahip kişiler kadar Arapça'ya hakim olamamıştır. Çünkü herhangi bir dilin kelime ve cümleleri, gerçeklik hakkındaki kavrayışla­rını bu özel dilin araçlarıyla ifade eden kişilerce geleneksel olarak ve bilinç altında üzerin­de uzlaşılan anlamların sembollerinden başka bir şey değillerdir. Mütercim, sözkonusu di­lin kavram sembolizmini kendi içinde yeniden üretemedikçe -yani, bunların bütün tabiiliği ve saflığıyla kendi kulağında "ses verdiğini/şakıdığını" duymadıkça- yaptığı tercüme, üze­rinde çalıştığı metnin lafzı karşılığını yansıtmaktan başka bir şeye yaramaz ve asıl metnin derunî anlamını az veya çok gözden kaçırmış olur. Asıl dilin derinliği arttıkça böyle bir ter­cüme, metnin esas anlamından daha da çok uzaklaşır.
 
Şüphe yok ki, çalışmaları Batılılara yönelik olan bazı Kur'an mütercimleri, Arap grameri­ne hakim olmaları ve Arap edebiyatı üzerinde son derece geniş bilgi sahibi bulunmaları açısından takdire şayan ilim adamlarıdır. Fakat bu gramer hakimiyeti ve edebiyat aşinalığı, Arapça'dan (özellikle de Kur'an Arapçası'ndan) tercüme yapılması halinde, mütercimi, an­cak onun içinde ve onunla birlikte yaşamakla kazanılabilecek olan dilin ruhu ile görünmez bir düşünce ve duygu birlikteliğini kurmak mecburiyetinden yine de kurtarmaz.
 
Arapça, Semitik bir dildir: Yani, binlerce yıl hiçbir kesintiye uğramadan canlılığını de­vam ettiren ve ayrıca son ondört asır boyunca hiç değişmeden varlığını sürdüren tek Semi­tik dil... Bu iki faktör, şimdi üzerinde durduğumuz konu ile son derece bağlantılıdır. Her dil, halkın özel hayat anlayışını ve gerçeklik kavrayışını aktarmaya, ifade etmeye yarayan bir semboller bütünü olduğundan, açıktır ki, Araplar'ın dili -asırlarca değişmeden kalan bu Semitik dil- Batılı kafanın alışık olduğundan tamamen farklı özellikler taşıyacaktır, Arapça bir deyimin herhangi bir Batılı deyimden farklı oluşu, ne sadece Arapça'nın sözdizimi yapı­sının ve fikirleri ifade tarzının bir sonucudur, ne de ası! fiil "kökler"i sisteminin ve bu kök­lerden türetilebilecek olan sayısız kelime formlarının Arap gramerine kazandırdığı müthiş esnekliğin eseridir ve hatta ne de Arapça kelime hazinesinin olağanüstü zenginliğinin bir sonucudur. Bu, bir ruh ve hayat anlayışı farklılığıdırEn mükemmel şekline ondört asır önceki Arabistan'da ulaşmış bir dil olan Kur'an Arapçası'nın, özünü doğru şekilde yakala­yabilmek için, Araplar'ın Kur'an'ın nazil olduğu dönemde hissettiklerini ve düşündüklerini hissedebilmek ve düşünebilmek ve onların dilbilime ilişkin sembollere verdikleri anlamları doğru kavrayabilmek şarttır.
 
Biz Müslümanlar, Kur'an'ın Allah Kelâmı olduğuna ve bir beşer dili vasıtasıyla Peygambe­rimiz Muhammed (s)'e vahyediidiğine inanırız. Bu dil, Arap Yarımadası'nın dili idi; çölün ve onun alabildiğine geniş, zaman-dışı sonsuzluk duygusunun kazandırdığı özgün bir kavrayış çabukluğu ile donatılmış bir halkın dili; bir çağrışımdan öbürüne kolayca atlayan zihinsel imajları hızlı bir ilerleme ile birbirini izleyen ve çoğu zaman, ifade etmeyi veya aktarmayı amaçladıkları fikre daha etkili bir biçimde ulaşmak için aradaki yani, "kendiliğinden anlaşı­lan" düşünce basamaklarını veciz bir şekilde adayarak (elliptically) ifade eden bir halkın di­li... Bu eksİltiH ifade tarzı (ellipticism -Arap filologlarının îcâz diye adlandırdıkları şey), Arap­ça deyimlerin ve dolayısıyla Kur'an dilinin vazgeçilmez bir özelliğini oiuşturur. Öyle ki, aynı veciz ve çağrışıma dayalı düşünce niteliklerini kendi içinde içsel olarak yeniden üretemeden Kur'an dilinin yöntemini ve öz anlamını kavramak imkansız hale gelir. Eğitim görmüş Arap, bu yeteneği, ilk çocukluk yıllarından itibaren zihinsel bir intikal süreci ile otomatik olarak ka­zanır: Çünkü dilini düzgün şekilde konuşmayı öğrendiği zaman, içinde yetiştiği düşünce tar­zı, bilinç altında yer eder ve böylece farkında olmadan Arapça'nın aslî ifade formlarını ve ka­lıplarım üreten bir kavram dünyası içinde büyür. Fakat Arapça ile ancak ileri yaşlarda, bilinçli bir çaba sonucunda, yani eğitim yoluyla tanışan Arap olmayan biri için durum hiç de böyle değildir. Çünkü onun bu yolla elde ettiği şey, yalnızca, Arapça deyimlere ruhunu ve gerçekli­ğini kazandıran o görünmez îcâz özelliğinden yoksun dış kabuğu ve basit yüzüdür.
 
Fakat bu, yine de Arap olmayan birinin Arapça'yı gerçek ruhu ile asla kavrayamayacağı anlamına gelmez; yalnızca akademik incelemeler yoluyla Arapça'ya nüfuz edilemeyeceğine; ayrıca, filolojik eğitime ilaveten dilin içsel olarak "hissedilme"sine de ihtiyaç olduğuna işaret eder. Böyle bir "hissediş" ise, sadece şehirlerin modern Arapları arasında yaşamakla elde edi­lemez. Onların birçoğu, özellikle de eğitim görmüş olanları, dillerinin ruhunu bilinçaltı yo­luyla kavramış olmalarına rağmen, onu yabancı birine çok zor aktarabilirler. Bunun tek sebe­bi, dil eğitimleri ne kadar yüksek olursa olsun, günlük konuşmalarının zaman içinde geniş ölçüde bozulmuş ve eski Arapça'ya yabancılaşmış olmasıdır. Demek ki Arap olmayan birinin Arap dilinin temel "hissiyaf'ını elde edebilmesi için, günlük konuşmalarında dillerinin özünü yansıtan ve Arapça'nın en son rengini ve en derunî şeklini kazandığı dönemde yaşamış Araplarınki ite benzer zihinsel mekanizmalara sahip olan insanlarla uzun ve sıkı bir beraber­lik içinde yaşamış olması gerekir. Günümüzde bu tür insanlar, sadece, Arap Yarımadası'nm özellikle merkezinde ve doğusunda yaşayan Bedevilerdir. Çünkü onların konuşmaları, klasik Kur'an Arapçası'ndan farklı birçok lehçe özellikleri taşımasına rağmen, şimdiye kadar, Hz. Peygamber zamanındaki deyim yapısına çok yakın kalmış ve bütün aslî vasıflarını muhafaza etmiş bulunmaktadır. 3 Başka bir deyişle, merkezî ve Doğu Arabistan'ın Bedevî dili ile tanış­mak -tabii, klasik Arapça'nın akademik eğitimine ilaveten- günümüzde Arap olmayan birinin Kur'an telaffuzunun derunî anlamını kavrayabilmesinin tek yoludur. Daha önce Kur'an'ı Av­rupa dillerine çeviren ilim adamlarının hiçbiri bu ön şartı yerine getirmediğinden, tercümele­ri, Kur'an'ın anlam ve ruhunun sadece çok uzak ve hatalı bir yankısı olarak kalmıştır.  ( Kuran Mesajı Meal Tefsir - 2.EL, Muhammed Esed, İşaret Yayınları - Yeni şafak Baskısı )
 

İşaret yayınları, Muhammed Esed tarafından yazılan Kuran Mesajı Meal Tefsir adlı kitabı incele diniz.
Diğer Özellikler
Stok Koduİşa MEsed Meal3-2
Markaİşaret Yayınları
Stok DurumuVar
En yeni ürünler
Güvenli teslimat
Kampanyalı ürünler
Piyasadaki en iyi fiyat