Mektubatı Rabbani, 3 Cilt

Fiyat:
1.700,00 TL
İndirimli Fiyat (%29,4) :
1.200,00 TL
Kazancınız 500,00 TL
Geçici olarak temin edilememektedir. Temin edildiginde

Bu ürünün yerine tercih edebileceğiniz ürünler

STOKTA VAR
400,00 TL
240,00 TL
STOKTA VAR
330,00 TL
200,00 TL
STOKTA VAR
180,00 TL
135,00 TL
      
Kitap             Mektubatı Rabbani
Yazar            İmamı Rabbani
Yayınevi        Semerkand Yayınevi
Kağıt  Cilt      Sarı Şamua - 3 Lüks Cilt
Sayfa  Ebat    2.488 sayfa - 17,5x24


 
Semerkand yayınları, İmamı Rabbani tarafından yazılan Mektubatı Rabbani adlı kitabı incelemektesiniz.
3 cilt Mektubatı Rabbani kitabı hakkında yorumları okuyup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
 
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır.  Alak 1-2
 

       MEKTUBATI RABBANİ  Mektubat-ı Rabbani                
                     mektubatı rabbani

 
Altın silsileye mensup İmam-ı Rabbani hazretlerinin en önemli eseri olan Mektubatın tasavvuf edebiyatında da herkes tarafından kabul edilen müstesna bir yere sahip olduğu bilinmektedir. İmam-ı Rabbani, din ile tarikat ve hakikatın ayrı şeyler olmadığını altını çizerek vurgular. Şeriat, tarikat ve hakikati birbirini tamamlayan unsurlar olarak gören ve bu anlayışı müslümanlar arasında yaymaya, hakim kılmaya çalışan bir kişiliğe sahip olan İmam-ı Rabbani'nin Mektubatı bu yönüyle de ayrı bir önem taşır.

Biz de bütün müslümanlar ve özellikle de tasavvuf yolunu önemseyenler için vazgeçilmez eserlerden biri olan Mektubat'ın sahip olduğu bu müstesna yere uygun bir çalışma ile eseri okuyucularla buluşturmak istedik. Bu maksatla uzunca bir süre üzerinde çalışarak elinizdeki haliyle okurlara ulaştırdık.
Bu kıymetli eserin, din ve tasavvufun doğru biçimde kavranarak yaşanmasına katkı sağlaması bizleri sevindireceği gibi bu katkının ahiretimiz için de önemli bir azık olacağına inanıyoruz. Eseri okuyarak istifade eden kardeşlerimizden bizleri de hayır dualarında unutmamalarını diliyoruz.
 
 
         İMAM-I RABBANİ HAYATI, ŞAHSİYETİ VE GÖRÜŞLERİ

 İmâm-ı Rabbânî'nin Yaşadığı Dönemde Hindistan'da Genel Durum:
 
İmam-ı Rabbânî'nin yaşadığı döneme (1564-1624) bakıldı­ğında Hint  Alt kıtası Müslümanlarının çok kritik ve sancılı bir sü­reci yaşadıkları görülür. Moğol hükümdarı Ekber Şah İslâmî haya­tı doğrudan etkileyen bir takım uygulamalar başlatmıştı. Ona göre Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu İslâm dîni miadını doldurmuş­tu ve bu din başka bir din ile değiştirilmeliydi. Sonuçta da kendi ürettiği eklektik bir dini (dîn-i ilâhîyi) uygulamaya koydu. Diğer taraftan dönemin sûfîleri, sufilik adı altında farklı inançları yay-gınlaştırıyor ve politeist (çok tanrılı) Hindu kültüründen zaten et­kilenmiş olan halk arasında şirke kapı aralayan sözde dînî oldu­ğunu sandıkları bir dizi uygulamalarda bulunuyorlardı1.

Şeyh Mübarek Nagorî, Ebu'l-Fazl el-Allâmî, Feyzî-i Hindi, Fethullah Şirâzî ve Şerif Amûlî gibi kendilerinden dîni korumaları beklenen âlimlerin büyük bir çoğunluğu da resmî ideolojinin ya­nında yer alarak birikimlerini, dindışı olan bu uygulamaları meş­rulaştırmak için kullanmaktaydılar.
 
İşte İmâmı Rabbânî Hazretleri böyle bir ortamda devasa bir gayretle yürüttü çalışmalarını. Toplum içinde önemli mevkiler edinmiş olan müridlerinin de yardımıyla toplumdaki dejenere ol­muş İslâm anlayışını aslına döndürerek tecdidi yenileme çalışmala­rına başladı. Aynı şekilde İslâmî kanunları ve müesseseleri de ihya ederek Hindistan Müslümanlarının toplum içinde aktif olmalarını amaçladı. Bunlardan daha önemlisi İmamı Rabbâninin fikir ve düşünce sahasındaki çabalarıydı. Dönemin yüksek mahkemesinde görevli olan bir grup din adamı, sultanın nezdinde itibar ve nüfuz kazanmak adına İslâm'ın temel prensiplerine karşı çıkıyordu. Peygamberin gerekliliğini inkar ediyorlardı. Şerî'atın gerekliliği konusunda halk arasında şüpheler uyandırmışlardı. Akim yegane kriter olduğunu, vahye ve peygambere gerek olmadığını ileri sü­rüyorlardı. İmam-ı Rabbânî vaaz, yazı ve mektuplarıyla tüm bun­lara karşı bir mücadele başlatmıştı. O, önde gelen şahsiyetlere yazdığı mektuplarında îman konusunda aklın sınırlarını belirle­miş, vahyin kaynaklığının altını çizmiş ve peygamberin gereklili­ğini ispat etmiştir. Hatta bu isimde bir de kitap yazmıştır (İsbâtu'n-Nübüvve).
 
1 İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bazı mektuplarda bu konuya değinerek kendi dö­nemindeki sapkın sûfileri sert bir dille eleştirmektedir. Mesela bkz. Mektûbât, 266. Mektup.
 
O dönemin sûfîleri de tasavvufun aslından uzaklaşarak, de­jenere olmuş ve şerî'atı yadsıyan yanlış bir sûfîlik anlayışı geliş­tirmişlerdi. Şerî'atın, hakikatten uzaklaştıran anlamsız bir şekil ol­duğuna inanmaktaydılar. Onlar "keşfi, "vahy"in üstünde tutmak­tan çekinmiyorlardı. Vahdet-i vücûd felsefesini panteizmle karış­tırmışlardı ve tamamıyla panteist bir tevhid anlayışını savunuyor­lardı. İmam-ı Rabbânî bunlarla mücadele etmeyi kendine amaç e-dindi. O şöyle der: "Hakikati serî'atın dışında arayan sûfî serabın pe­şinden koşmaktadır". O vahdet-i vücûd anlayışını da yeniden ele al­mış, Kur'ân ve Sünnet'e göre sınırlarını belirleyerek ona vahdet-i şuhûd adını vermiştir. Dolayısıyla bu tür konularla uğraşmak İ-mam-ı Rabbânî'yi tasavvufun tabiatı, seyr u sülük mertebeleri, tevhid anlayışı, bilgiye kaynaklık etme noktasında sûfî ilhamları­nın ve keşfin yeri vb. netameli konular üzerinde kafa yormaya gö­türmüştür. İmamı Rabbani bu konuları incelerken tasavvuf tari­hinde eşi görülmemiş bir netlikle konulara yaklaşmış ve önde gelen sûfî âlimler de olsa hatalı bulduğu yerlerde onları eleştirmek­ten çekinmemiştir.
 
Hz. İmam bir mektubunda bu konuya şöyle değinir:
"İşin künhüne ve hakikatine varmadan önce sâlik, keşfi ve ilhamına ters olsa bile Hak ehli âlimleri taklid etmeyi kendisi için zorunlu görmesi gerekir. Alimlerin doğru, kendisinin ise hatalı olduğuna inanmalıdır. Çünkü âlimlerin dayanağı, ke­sin vahiyle desteklenmiş, hata ve yanılgıdan korunmuş olan peygamberleri taklittir. Sâlikin keşif ve ilhamı ise kesin hü­kümlere aykırı olması durumunda hatalı ve yanlıştır.
Alimlerin sözleri karşısında keşfi öncelemek gerçekte keşfi, Allah tarafından indirilmiş olan kesin hükümlerin önüne ge­çirmektir. Bu ise katıksız sapkınlık ve hüsrandır.

Kitap ve Sünnetin gerektirdiği şekilde inanmak kaçınılmaz olduğu gibi müctehid imamların çıkardığı şekilde Kitap ve Sünnet'in gereğince amel etmelidir."2

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin yaşadığı ortama ve ele aldığı konulara biraz daha yakından bakıldığında o ortamın ve o dö­nemde tartışılan konuların yer yer içinde bulunduğumuz şartlarla benzeştiği görülür. Günümüzde de görüldüğü gibi o zaman da bir takım insanlar sırtlarını hakim güçlere dayayarak Sünnet'in hatta Kur'ân'ın bağlayıcılığını sorgulamışlar ve dini dekonsakre (dünyevileştirme) etme çabası içine girmişlerdi.

 
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Dünyaya Teşrifleri:
 
 
İmâm-ı Rabbânînin soyu Hz. Ömer'e (r.a) dayanır. Hz. Ömer'in (r.a) yirmi sekizinci kuşaktan torunu olması sebebiyle ken­disine "el-Fârûkî" denmiştir. Nesebi şöyledir:
 
 2 Mektubat, 286. Mektup.
 
 Şeyh Ahmed (el-İmâm Serhendî) b. Abdulahad b. Zeynelâbidîn b. Abdülhay b. Muhammed b. Habîbullah b. el-İmâm Rafîuddin b. Nasîruddin b. Süleyman b. Yusuf b. İshâk b. Abdullah b. Şu'ayb b. Ahmed b. Yusuf b. Şihâbuddin Ali Farah Şah b. Nured-din b. Nasreddin b. Mahmûd b. Süleyman b. Mes'ûd b. Abdullah el-Vâiz el-Asğar b. Abdullah el-Vaiz el-Ekber b. Ebi'1-Feth b. İshâk b. İbrâhîm b. Nasır b. Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb (r.a)3.
İmam-ı Rabbânî 15 Şevval 971 Cuma gecesi (Miladî 1563) yı­lında, şu anda Delhi'nin kuzeybatısında, Pencap eyaleti sınırları i-çinde bir şehir olan Serhend'de doğdu. Küçüklüğünden itibaren parlak zekasıyla ve olgun davranışlarıyla özellikle İmâm-ı Rabbâ-nî'nin babası Şeyh Abdulahad es-Serhendî'yle çok yakın ilişkileri olan Şeyh Kemâl başta olmak üzere çevredeki hocaların, âlimlerin ve şeyhlerin dikkatini çekti. Bu âlimler ve şeyhler kendisine özel önem gösterdiler.
 

İmâm-ı Rabbânî'nin Tahsil Hayatı:
 
Tahsil hayatına Kurân-ı Kerim'i ezberleyerek başladı. İlk ho­cası, babasıydı. Babasından başlangıç düzeyinde ilim tahsili yaptı. Bu arada çevredeki bazı hocalardan da dersler aldı. Daha sonra, dönemin büyük ilim ve eğitim merkezlerinden biri olan Siyalkot şehrine gitti. Burada, Usûl-i Fıkıh, Kelam, Mantık ve Felsefe ilimle­rine vukûfiyetiyle tanınan Şeyh Kemâl Keşmîrî'den dersler aldı. Şeyh Muhaddis Şihâbuddîn Ahmed b. Hacer el-Heytemî el-Mek-kî' nin talebesi olan Şeyh Yakûb es-Sarfî el-Keşmîrî'den hadis dersi alarak temel hadis kitaplarını okudu. Kâdî Behlûl Bedahşânî'den tefsir ve hadis metinleri okudu4.
 
 3 Ebu'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, Ricâlu'l-Fikri ve'd-Da'veti fî'l-îslâm, 3/120-121
4 Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, age., 3/128.

Tahsil hayatını bu şekilde devam ettirerek aklî ve naklî ilim­leri, usûl ve fürû'u öğrenince talebe yetiştirmeye başladı. Bu arada Arapça ve Farsça risaleler yazdı. "er-Risâletu't-Tehlîliyye" ve "Risale fi'r-Reddi 'ala Mezhebi'l-İmâmiyye" bu dönemde yazdığı risaleler­dendir. Bir süre sonra, muhtemelen hocası Şeyh Yakûb'un aracılı­ğıyla İmparator Ekber'in başkenti ve o zamanki adı Ekberâbâd o-lan Agra'ya gitti. Burada Feyzî Hindî ve Ebu'1-Fazl ile dostluk kurdu. Ancak bu dostluk çok uyumlu değildi. Aralarında zaman zaman tatsız tartışmalar yaşandı. Felsefecilerden fazlasıyla etki­lenmiş olan Ebu'l-Fazl'm ağzından çıkan cüretkar ve ölçüsüz söz­ler karşısında rahatsız oldu ve kendisini terk etti. Bunun üzerine Ebu'1-Fazl, aracı göndererek kendisinden özür diledi. Bu arada "Sevâtı'u'l-İlhâm" adlı bir tefsir çalışması yapmakta olan Feyzî Hindî'ye yardım etti. Feyzî'nin zorlanıp içinden çıkamadığı yerleri çözüme kavuşturunca Feyzî, İmâm'ın ilmî üstünlüğünü kabul etti.
 
Agra'da uzun süre kaldı. Ancak babası, İmâm-ı Rabbânî'yi çok özlemişti. Yaşının ilerlemesine ve yolun uzunluğuna aldırma­dan Agra'ya kadar geldi. İmam, babasıyla birlikte Serhend'e dön­meye karar verdi. Yolları üzerinde, Delhi ile Serhend arasında yer alan Tehânîser şehrine uğradılar. Burada kendilerini şehrin ileri gelen saygın şahsiyetlerinden biri olan ve aynı zamanda ilim ve faziletiyle de tanınan Şeyh Sultan ağırladı. Şeyh Sultan İmâm-ı Rabbânî'ye kızını verdi ve böylece İmâm-ı Rabbânî evlendi5.
 
Dervişliğin İkmali ve Şeyh Abdulbâkî el-Bedahşî en-Nakşibendî ile Tanışma:
 
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Serhend'e geldi ve babasının ve­fatına kadar burada kalıp babasına hizmet etti. Babasının deneti­minde seyr u sülûkünü devam ettirdi. Babasından Kelâbâzî'nin et-Ta'arruf, Suhreverdî'nin  'Avârifu'l-Ma'ârif ve Muhyiddîn İbnu'l-
 
5 Muhammed Halim Şarkpûrî, İmâm Rabbânî, s. 17.
 
 
Arabi'nin Fusûsu 'l-Hikem adlı eserlerini okudu.6 Bir taraftan da dî­nî ilimleri tedris ve öğretme faaliyetlerini sürdürdü.
Bu arada kalbinde bir hacc arzusu belirdi. Beytullahı hac­cetmek ve Resûlullah'ın (s.a.v) mescidini ziyaret etmek istiyordu. içindeki bu arzu kendisini o denli kaplamıştı ki gözlerine uyku girmiyordu. Ancak babasının yaşının ilerlemiş ve görünürde ece­linin yaklaşmış olması içindeki bu şevki ve arzuyu ertelemesine sebep oldu. Hicrî 1007 senesinde babası vefat edince artık hac yol­culuğuna çıkmaması için hiçbir neden kalmamıştı. Yolculuk hazır­lıklarını tamamladı ve 1008 yılında hac yapmak üzere yola çıktı. Serhend'den Delhi'ye geçti. Delhi'ye geldiğinde daha önce ilmini ve faziletini duyan herkes kendisiyle tanışmak ve selamlaşmak için İmâm-ı Rabbaninin huzuruna koşmuştu.

Aralarında İmam'ın önceden tanıdığı Şeyh Hasan el-Keşmîrî de vardı. İmam, Şeyh Hasan el-Keşmîrî ile sohbet ederken Büyük Şeyh Abdulbâkî Hazretleri'nden sözaçıldı. Şeyh Hasan, Abdulbâkî Hazretlerinin faziletlerini, ilmini ve tasavvuftaki dirayetini anlattı. Imâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin babası hayattayken bazen Nakşi­bendî tarikatını anlatır ve ona olan meylini belli ederdi. Nakşiben­dîlikle ilgili babasından bir çok şey dinleyen İmâm-ı Rabbânî, Şeyh Abdulbâkî Hazretleri ile görüşmek istedi. Bu sohbetin (beraberli­ğin) hac yolculuğunun bir azığı ve kaçırılmaması gereken bir ni­met olabileceğim düşünmüştü.
 
İmâm-ı Rabbânî, Şeyh Abdulbâkî Hazretlerine giderken Şeyh Hasan el-Keşmîrî kendisine refakat etti. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Muhammed Bakî Billâh Hazretleriyle tanışmasına ve­sile olan Şeyh Hasan el-Keşmîrî'ye Mektûbatında teşekkür ederek kendisini minnetle anar:7
 
 
6 Hamid Algar, "İmâm-ı Rabbânî", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), 22/195.
7 Bk. Mektubat, 279. Mektup.
 
Bu muhteşem karşılaşmaya ve o esnada olanlara ve yaşanan hallere geçmeden önce Şeyh Abdulbâkî Hazretlerini tanımaya ça­lışalım:
 
 
Şeyh Bakî Billâh Hazretleri:
 
İsmi, Mueyyidu'd-Dîn er-Radî (Radıyyu'd-Dîn) Muhammed Bakî Kâbulî Nakşibendî Uveysî olup daha ziyade Bakî Billah ola­rak bilinir. Babası Kâdî Abdusselâm Halacî Semerkandî Kabil'e ge­lip orada evlenmiş ve Bakî Billah bu şehirde dünyaya gelmiştir. Anne tarafından nesebinin Ubeydullâh Ahrâr'm (k.s) ecdadından Şeyh Ömer Bâğıstânî'ye ulaştığı söylenir. Bakî Billah 971 veya 972 senesinde doğdu. Küçük yaşlarında babası Mevlânâ Sâdık Hal-vâî'den ders okumaya başladı, sonra Semerkand'a giden hocasıyla birlikte bu şehre gidip tahsiline orada devam etti. Ancak tasavvufa olan ilgisi, medrese tahsilini yarıda bırakmasına sebep oldu. Hak­kında bilgi veren kaynaklara göre, önce Nakşibendiyye-Kâsâniy-ye'den Lutfullah Çûstî'nin halifesi Hâce Ubeyd Kâbulî'ye intisab etti. Sonra Semerkand'da Yeseviyye'den Kasım Şeyh Kemînegî'nin halifesi İftihar Şeyh'e, ardından da Yeseviyye ve Aşkıyye'den Emîr Abdullah Belhî'ye intisap etti. Ancak aradığı mürşidi henüz bula­mamıştı.
 
Hindistan'a doğru yola çıkan Bakî Billâh'a bazı arkadaşları devlet memurluğunda maddi imkanların iyi olduğunu söyleyip askerlik mesleğim seçmesini tavsiye ettiler ama o bunu kabul et­medi. Bir süre ikâmet ettiği Lahor'da bir çok sûfînin sohbetinden istifade etti. O dönemde bir kıza aşık olduysa da başarısızlıkla so­nuçlanan bu maceradan sonra kendisini tamamen tasavvufa ve ta-savvufî eserleri okumaya verdi. Aynı dönemde rüyasında Bahâ-uddîn Nakşibend Hazretleri'ne intisap ettiğini gördü. Bu rüya o-nun Nakşibendîliğe olan ilgisini daha da arttırdı. Sonra Keşmir'e gelip Nakşibendîlikten de icazeti olan Kubravî şeyhi Şeyh Baba Vâlî Bedahşânî Keşmîrî'ye (v. 1001/1592) intisap etti. Bir süre sonra Baba Vâlî vefat edince Mâverâunnehr'e doğru yola çıktı. Bu dönemde otuz yaşlarında idi. Mâverâunnehr'e bu ikinci yolculuğun­da Belh ve Bedahşân'a da uğradı. Kâsâniyye'den Mevlânâ Eke Şi-birgânî (v. 1004/15595-6) ile sohbet etti.
 
Semerkand'a geldiğinde rüyasında Ubeydullah Ahrâr'ı (k.s) gördü. Ahrâr, bu rüyada ona Hâcegî Imkenegî'ye intisap etmesini tavsiye etti, o da gidip İmkeneğî'ye mürîd oldu. İmkenegî onunla üç gün halvet halinde sohbet etti. Bu süre sonunda onu tasavvufi yönden yeterli görüp irşâd icazeti verdi ve Hindistan'a gidip Nak­şibendîliği orada yaymasını tavsiye etti. Bakî Billâh kendisini bu göreve hazır ve yeterli görmediği için kabul etmek istemedi. Bu­nun üzerine şeyhinin tavsiyesi ile istihare yaptı. Rüyasında dala konmuş bir papağan gördü ve "bu papağan o daldan inip elime konarsa bu Hindistan seferi çok hayırlara vesile olacaktır" diye düşündü. Böyle düşünürken papağanın uçup eline konduğunu gördü. Ağzının suyunu papağanın gagasına akıttı, papağan ko­nuşmaya başladı ve Bakî Billâh'ın ağzına şeker döktü. Sabah uyandığında rüyasını Imkenegî'ye anlatınca o: "Papağan Hindistan kuşlarndandır, hemen Hindistan'a gidiniz, orada sizin bereketli varlığınızdan hakikatleri konuşan bir azîz meydana gelecek, bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacaktır" dedi.
 
Şeyhinin tavsiyesi ile Hindistan'a doğru yola çıkan Bakî Bil­lâh Hazretleri bir sene Lahor'da kaldı, sonra Delhi'nin Fîrûzâbâd mahallesine gidip tekke kurdu ve halkı irşada burada devam etti. Delhi'deki tekkesinde iki üç sene kadar halkı irşad ile meşgul olan Bakî Billâh ömrünün son yıllarında mürîdlerinin eğitimini halifelerine, özellikle de İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine havale etti. Bakî Billâh'ın tekkesinin masraflarını Ekber Şah dönemi bü­rokratlarından Şeyh Ferîd Buhârî'nin karşıladığı kaydedilmekte­dir. 1010 (1601) senesinde iki hanımından birer erkek çocuğu dün­yaya geldi. Büyüğüne Ubeydullah (Hâce Kelân), küçüğüne Muhammed Abdullah (Hâce Hord) ismini verdi. İki sene sonra kırk yaşına geldiğinde hastalanan Bakî Billâh 25 Cemâziye'l-âhir 1012  (30  Kasım   1603)  tarihinde  genç  yaşta  vefat  etti  ve  Delhi'de Kademgâh denen mevkide defnedildi.8

 
   İmâm-ı Rabbânî'nin Şeyh Bakî Billâh'a İntisabı:
 
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri nihayet Şeyh Bakî Billâh Hazret-leri'nin huzurundaydı. Hazret-i Şeyh sanki' kendisini bekliyor gi­biydi. İmâm-ı Rabbânî'yi güler yüzle karşılayıp iltifatlarda bulun­du. Allah Teâlâ Hz. İmam'ın sülûkunu bu büyük şeyhin sohbetin­de tamamlamayı taktir etmişti. Nitekim yukarda zikredilen rüya­nın yorumunda da Bakî Billah'ın (k.s) şeyhi İmkenegî (k.s) "Papa­ğan Hindistan kuşlarındandır, hemen Hindistan'a gidiniz, orada sizin bereketli varlığınızdan hakîkatleri konuşan bir azîz meydana gelecek, bize de onun sayesinde bir bereket ulaşacaktır" diyerek rüyanın İmâm-ı Rabbânî'yi müjdelediğine işaret etmişti. Hz. Şeyh Bakî Billâh İmâm-ı Rabbânî'ye hitap ederek "Bir ay, en azından bir hafta misafirimiz ol" dedi. İmâm-ı Rabbânî, Hz. Şeyh'in bu teklifini kabul etti ve nihayet bir buçuk ay tekkede kaldı. Bu süre içinde Nakşibendî tarikatına olan rağbeti daha da arttı. Bu tarikatın fay­dalarından ve feyizlerinden yararlanmak istedi. Bu isteğini Hz. Şeyh'e aktardığında Hz. Şeyh hemen kabul etti ve onu halvetine alarak kalp zikrini öğretti. Hz. İmam'ın kalbi adeta zikirle birlikte akmıştı. Acayip bir tat ve gün geçtikçe artan ve kendisini manevi iklimlere uçuran bir neşe hissediyordu. Hz. Şeyh, Hz. İmamdaki bu halleri ve onun seyr u sülük yolundaki bu hızlı yükselişini gö­rünce rüyasında gördüğü papağanın Hz. İmam'a işaret ettiğinden emin olmuştu. Bu papağan kadife sesiyle, ulvi nağmesiyle, güzel fıtratıyla Hint bahçesine, hatta İslam bahçesine baharı getirecekti. İki buçuk aylık süre içinde Hz. İmam'ın yaşadıkları, manevi dere­celere yükselmesi, yaşadığı kerametler, kalbî ve bâtmî keyfiyetler kelimelerle ifade edilemeyecek türden durumlardır.
 
8 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 200-202, İstanbul 2002.
 
Hz. İmam, yaşadıklarını Hz. Şeyh'in oğullarına yazdığı bir mektupta tafsilatıyla anlatır.9
Hz. imam bundan sonra Serhend'e döndü. Bu ilk görüşme­sinde Hz. Şeyh kendisine Nakşibendî nisbetine ulaştığını müjde­lemişti. Şeyhini ikinci defa ziyaret etmek üzere Delhi'ye geldiğinde Hz. Şeyh kendisine hilafet ve icazet hırkasını giydirerek onu mürîd yetiştirmeye yetkili kıldı. Kendi seçkin dostlarının ve müridlerinin bir kısmının manevi terbiyesini de kendisine havale etti.

Şeyhini üçüncü ve son defa ziyarete gittiğinde, şeyhi kendi­sini karşılamak üzere uzun bir mesafeyi yürüdü, onu bir çok ma­nevi nimetle müjdeledi ve irşad halkasının başına geçirdi. Dost ve müritlerine de şöyle dedi: "Bundan başka hiç kimseye meyletmemeli-siniz".
Şeyh Bakî Billâh Hazretlerinin İmâm-ı Rabbânî ile ilgili şehâdeti: Şeyh Bakî Billâh Hazretleri dostlarından birine yazdığı bir mektupta İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinden şöyle söz eder:
"Serhend ahâlisinden olan derin bilgi sahibi ve âbid Şeyh Ahmed bir süre bu fakirle birlikte oldu. Bu fakir, kendisinin acayip hallerine ve yüce vasıflarına şahit oldu. Şeyh Ahmed'in dünyayı aydınlatan bir ışık olmasını umuyorum. Ben, onun hallerinin kemâlinden ve makamının yüksekli­ğinden eminim."
Imâm-ı Rabbânî Hazretleri bu ilmî üstünlüklerine ve seyr u sülükte bu derece ilerlemesine rağman şeyhinin huzurunda hiçbir zaman edepten taviz vermedi ve saygıda kusur etmedi. Hz. Şeyh kendisinden bir şey istediğinde rengi değişir ve titremeye başlardı. Hz. Şeyh'in, Hz. Imam'a davranışı da tipik mürid-mürşid ilişkisi şeklinde değildi. Bir gün Hz. İmam'dan şöyle söz etmişti: "Ahmed öyle bir güneştir ki onun ışığında benim gibi binlerce yıldız görünmez olur."
 
 9 Mektııbat, 266. Mektup. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin şeyhiyle son görüşme­sinde yaşadığı hallerin kendi dilinden anlatımı için bkz.290. Mektup.
 
 
       İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin Tekrar Serhend'e Dönüşü:

 
Hz. İmam şeyhiyle bu son karşılaşmasında kendisine lütfedi­len ve iç eğitimini tamamladığını gösteren manevî hallerin müjde­sini aldıktan sonra irşad ve davet faaliyetlerini sürdürmek üzere memleketi Serhend'e döndü. Ancak burada bir takım manevi hal­ler yaşadı. Bu manevi hallerin yoğunluğu ve baskınlığı içinde mürîdleri ve talebeleri yönlendirmesi zorlaşmıştı. Kemal basamak­larında çok hızlı yükseliyordu. Dünyadan ve dünyaya ait olan her şeyden bütünüyle koparak zirveye/maksûda varmak istiyordu. Halbuki telebe ve müridlerini yönlendirip irşad etmesi için o ma­kamdan inmek gerekiyordu. Hz. İmam bu yüzden kendisini eksik ve yetersiz görüyordu. Bu yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

"İşin sonunda noksan olduğumu anladım. Büyüklerin, işin sonu dediği şimşek tecellisinin (tecellî-i berkî) bu yolda bana hiç zuhur etmediği ortaya çıktı. Seyr fillâh ve seyr ilallâhın ne olduğu da bana bildirilmedi. Bu kemâlâta mutlaka ulaş­mak gerekmektedir. Bu vakitte ilim, noksan olduğumu gös­terdi. Bunun üzerine, etrafımdaki dervişleri toplayarak, nok­sanlığımı bildirdim ve kendilerine veda ettim. Ancak onlar bunu tevazu olarak anladılar ve nefsimi ezdiğime yordular. Hiçbir yere gitmediler. Sonunda Hak Sübhânehû, Habîbinin (s.a.v.) hürmetine, beklenen bu hâller ile beni rızıklandırı;"">
Hz. İmam irşad ve davet faaliyetlerine başladı. Hak yolcula­rını irşad ediyor, müridleri yönlendiriyor ve dervişlere rehberlik yapıyordu. Kendisinin ve müridlerinin yaşadığı halleri, karşılaş­tıkları sorunları ve katettikleri manevî makamları Şeyh Abdulbâkî Hazretlerine mektupla bildiriyordu. Hz. İmam bu süre içinde bir 
 çok ihsanla müjdelendi. İlâhi lütuflar ardı ardına tecelli etti. Allah Teâlâ'nın kendisini büyük bir iş için hazırladığına dair işaretler al­dı ve rüyalar gördü. Ancak Hz. Şeyh'i dördüncü kez ziyaret etme­si, meclisinde ve sohbetinde bulunması nasip olmadı. Hz. İmam kendisine ulaşmadan önce Hz. Şeyh vefat etti.
 
10 Mektubat, 290. Mektup.
 

Hz. İmam, Şerhend'deki bu ikametinin ardından şeyhinin i-şaretiyle Lahor'a gitti. O zaman Lahor, Delhi'den sonra ikinci bü­yük ilim merkezi olarak kabul edilirdi. Şehirde bir çok âlim ve şeyh yaşıyordu. Hz. İmam'ın geldiğini duyan bütün Lahor ulema ve meşâyıhı kendisini karşılamış ve tanışmak istemişti. Hz. İma­mın daha sonra en önemli halifelerinden olacak olan Şeyh Tâhir Lahorî, Şeyh Hacı Muhammed ve Şeyh Cemâluddîn et-Tulevî kendisine biat etmişti.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Hz. Şeyh'in vefat haberini La-hor'da aldı. Büyük bir üzüntüyle hemen Delhi'ye yola çıktı. Mem­leketi Serhend yolu üzerinde olduğu halde memleketine ve evine uğramayarak yoluna devam etti. Delhi'ye ulaştığında ilk durağı şeyhinin kabri oldu. Ardından Hz. Şeyh'in çocuklarına ve derviş­lere giderek taziyede bulundu. Hz. İmam, Hz. Şeyh'in yakınlarının ve dervişlerin ricası üzerine bir süre burada kalarak onları teselli etti. İrşadının tesiri, feyzlerinin tazeliği dervişleri azimlendirdi, ruhlarını dinçleştirdi ve Hz. Şeyh'in sağlığında olduğu gibi yeni­den çalışmalarına başladılar.11

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Delhi'deki bu kısa ikametinden sonra memleketi Serhend'e döndü. Hz. İmam her sene şeyhinin kabrini ziyaret etmek üzere Delhi'ye gider sonra tekrar Serhend'e dönerdi. İki defa da Agra'ya gitmişti. Bunun dışında Serhend'den ayrılmamıştı. Ancak ömrünün sonlarında Sultân-ı Vakt'in ısrarı üzerine iki üç sene kadar bazı şehir ve köylerde askerlerin arasın­da bulunmuştu. Uğradığı her yerde davet ve irşad faaliyetlerini sürdürmüştü. Böylece bir çok insan Hz. Şeyhin sohbetinden ve feyzinden istifade etmişti.12
 
 Muhammed Hâşim Kısmî, nge, s. 155-156.
 
 
Davet Ve İrşad Faaliyetlerinin Yaygınlaştırılması:
 
Hicrî 1026 senesinde Hz. İmam bölgenin muhtelif yerlerinde davet ve irşad çalışması yapmak üzere bir çok halife gönderdi. Şeyh Muhammed Kâsım'ın önderliğinde yetmiş kişiyi Türkistan'a; Şeyh Farah Hüseyin önderliğindeki kırk kişiyi Hicaz, Yemen, Rum ve Şam bölgelerine; Şeyh Ahmed el-Berkî önderliğindeki on seçkin müridini Turan, Bedahşân ve Horasan'a gönderdi. Bu davet ekip­leri gittikleri her yerde çok önemli irşad çalışmaları yaptılar. Bir çok insanın hidâyete ermesine sebep oldular. Hidayet ehli olanla­rın da dinle olan irtibatını güçlendirerek davet ve irşad yolunda büyük başarılar kaydettiler.13
 
İmâm-ı Rabbânî'nin bu çalışmalarını duyan bir çok değerli âlim ve şeyh yolculuğun zorluğuna rağmen Serhend'e doğru yola çıktı. Hz. İmama biat edip sohbetinden ve eğitiminden yararlandı­lar. Bedahşân sultanının mutemedi, özel kâtibi ve sırdaşı Şeyh Tâhir Bedahşî, büyük âlim Şeyh Abdulhak Şâdmânî, Şeyh Salih el-Kûlâbî, Şeyh Ahmed el-Bersî, Şeyh Yâr Muhammed ve Talekânlı Şeyh Yûsuf, Serhend'e gelerek Hz. İmam'dan istifade eden zatlar­dandır. Hz. İmam bu değerli zatlarm bir çoğuna halifelik ve icazet verdi ve memleketlerine dönerek davet ve irşad faaliyetleri yap­malarını emretti.
Hindistan'ın dört bir yanma öğrencilerini ve halifelerini gönderdi. Mesela Mîr Muhammed Nu'mân'ı hilafet ve icazet vere­rek Dekken'e göndermişti. Mîr Muhammed'in dergahında yüzler­ce insan toplanarak Allah Teâlâ'yı zikir ve murakabe ederler ve i-lim okurlardı. Şeyh Bedîuddîn Sihârenpûrî'ye halifelik vererek ön-
 
12 Muhammed Hâşim Kısmî, cıge, s. 156-157.
13 Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, age, 3/144.
 
ce Sihârenpür'a gönderdi, ardından da davet ve irşad faaliyetlerini Agra'da sürdürmesini emretti. Bir çok devlet görevlisi davet ve irşad halkasına katıldı. Binlerce askerî görevli Hz. İmam'ın elinde tevbe etti.
Imâm-ı Rabbânî Hazretlleri'nin etrafındaki topluluk gün geç­tikçe daha da büyüyordu. Cemaat artık o denli çoğalmıştı ki dö­nemin eşraf ve yetkili şahsiyetlerinin Hz. İmam'ı ziyaret etmeleri izdiham sebebiyle oldukça zorlaşmıştı. Şeyh Abdulbâkî Hazretle-ri'nin halifelerinden olan Mîr Muhammed Numân'ın biatini yeni­leyip icazet vererek kendisini Burhanpûr'a gönderdi. Mîr Mu­hammed Numân burada davet ve irşad faaliyetlerini bütün hızıyla sürdürdü. Bir çok insanın durumu düzeldi. Bir çok kimse kötülük­lerden uzaklaşarak tevbe etti.
Şeyh Tâhir Lahorî'yi, Delhi'den sonra ikinci önemli siyasî ve ilmî merkez olan Lahor şehrinde görevlendirdi. Şeyh Nûr Mu­hammed el-Betnî'ye icazet vererek Betne'ye gönderdi. Şeyh Nûrün gayretleriyle burada muazzam bir eğitim ve irşad halkası oluştu. Medrese ve davet çalışmaları başladı. Şeyh Nûr'u ayrıca Bengâl'e gönderdi. Şeyh Tâhir Bedahşî eğitimini tamamladıktan sonra Hz. İmam kendisine ilim ve tarikat icazeti vererek Cûnpûr'a gönderdi. Şeyh Ahmed el-Berkî'ye icazet vererek Berk'e gönderdi. Şeyh Ahmed el-Berkî burada önemli davet ve tarikat çalışmaları yaptı. Bu arada talebe ve dervişlerin durumunu mektuplar yazarak Hz. İmam'a bildirdi.

Mektûbât'ın ikinci cildini toplayan ve düzenleyen Şeyh Ab-dulhay'a ilim ve tarikat icazeti vererek kendisini Betne şehrine gönderdi. Şeyh Hasan el-Berkî'yi memleketine göndererek sünnete ittibayı ve tarikatı yaygınlaştırmasını emretti. Seyyid Muhibbullah Mânkpûrî'ye hilâfet vererek önce Mânkpûr'a gönderdi, ardından da Âbâd'da ikamet etmesine izin verdi. Şeyh Kerîm Bâbâ Hasan el-Abdâlî kendi memleketinde irşad ve davet çalışmalarını sür­dürdü.
 
1027 yılma gelindiğinde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin ünü, eğitiminin tesiri, irşad ve yönlendirme gücü bölge sınırlarının dı­şına taşmış, hareketi ve faaliyetleri çok uzak ülkelerde yankı bul­muştu. Dünyanın muhtelif uzak bölgelerinden insanlar fertler ve gruplar halinde İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ne gelip kendisini zi­yaret ediyor, sohbetinde bulunuyor, ilminden ve eğitiminden fay­dalanıyorlardı. İmâm-ı Rabbânî'nin Mâverâunnehir ülkelerinde, Bedahşan'da, Kabil'de ve diğer acem ülkelerinde bir çok halifesi olduğu gibi bu Rabbânî hareketin ünü Arap ülkelerine kadar da ulaşmıştı. Hindistan'da ise Hz. İmam'ın, insanları Allah'a davet eden, hayra yönlendiren ve eğiten talebelerinin, müridlerinin ve halifesinin bulunmadığı hiçbir yer kalmamıştı.14

 
Ekber Şah Dönemi ve İmâm-ı Rabbânî:
 
O günlerde, Ekber Şah namıyla meşhur padişah Celâleddin Ekber Şah'ın saltanatı Hindistan'ın her tarafında en şaşaalı döne­mini yaşıyordu. Ekber Şah, idare işlerinde Müslüman olmayanlara da büyük mevkiler vermişti. Böylece herkes tarafından itibar gör­meyi umuyordu. Haremine Hindu kadınları almıştı. Bu kadınların akraba ve yakınlarına önemli araziler ve malikaneler tahsis edi­yordu. Onun yanında İslam âlimlerinin kıymeti, gayr-i Müslim bilginlerin kıymetinden daha azdı. Hatta zaman zaman Müslüman alimlerin tebliğlerine karşı çıkıyordu. Daha sonra İslâm dininin hükümlerini keyfince değiştirip "Dîn-i ilâhî" adında yeni bir din ortaya attı ve bu dini yaymaya başladı. Daha da azıtarak büyüklük taslayıp kendisinse secde edilmesini emretmişti. Halkı zorla ken­disine secde ettiriyor, muhalefet eden ve secde etmek istemeyen kimseleri de öldürtüyordu.
Dünyaya bağlı, dünya-perest kimseler de kendileri için çıkar sağlamak ve siyasi nüfuzlarını güçlendirmek için Ekber'e dalka­vukluk ediyor, yaptığı her şeyi alkışlayarak İslam'da daha fazla
 
Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, age, 3/146.
 
tahribat yapmasına fırsat veriyorlardı. Bazı Hindu ritüelleri kutsal ilan ediliyordu.
Çocuklara Ahmed ve Muhammed gibi isimlerin konulması kerih görülür olmuştu. Paraların üzerine Dîn-i İlâhînin zorunlulu­ğuna dair ifadeler basılmıştı. Kelime-i tevhid, yeni din için, "Lâ i-lahe illallah, Ekber (Şah) halifetiullah" şeklinde değiştirilmişti. İnek kesmek yasaklanmış. Nevruz günü şarap içmek farz olarak ilan edilmişti. Dîn-i İlâhînin özelliklerinden biri de sakallan tıraş etme zorunluluğuydu. Domuz, helal, temiz ve son derece saygı duyul­ması gereken bir hayvan olarak kabul edilmişti. Resmi dil Farsça'­dan Hintçe'ye çevrilmişti. Helallar haram, haramlar da helal sa­yılmıştı. Zekat ve cizye uygulaması kaldırılmıştı. Hicrî takvim yü­rürlükten kaldırılmıştı. Cuma hutbelerinde Hz. Peygamber ve as­habının adlarının okunması yasaklanmıştı.
Ekber'in peygamber olduğu ima ediliyordu. Ebu'l-Fazl ve diğer bazı saray uleması Allah'a inanmak için peygambere inan­manın şart olmadığına dair görüşleri ileri sürerek insanların kafa­sının karışmasına sebep oluyorlardı. Hz. İmam bu akıma reddiye olarak İsbâtu'n-nubuvve adlı eserini kaleme aldı. Aynı zamanda Hindistan'da İslam'ın saygınlığını yeniden kazandırma amacına yönelik dinî, tasavvufî ve siyasî görüşlerini yaymak için tebliğ amaçlı mektuplar yazdı. Bu mektupların bir kısmı Ekber'in uygu­ladığı politikaları açık bir şekilde kınıyordu.15
İşte böyle karanlık bir dönemde Ekber Şah'ı ve avanesini . doğru yola çağırmak üzere Allah Teâlâ, İmâm-ı Rabbânî'yi müs-lümanlara ihsan etti. İmâm-ı Rabbânî Serhend'den Ekberâbâd'a geldi. Ekber'in yakınlarını çağırtıp:
 
- "Şah, Hak Teâlâ'ya ve O'nun Resulüne âsî olmuştur. Benim tarafımdan kendisine söyleyip hatırlatın ki; onun şahlığı da, kudreti de, iktidarı da, ordusu da her şeyiyle birlikte büyük
 
 
15 Bk. Mektubat, 1. Cilt, 47. ve 163. Mektup, 2. Cilt, 92. Mektup.
 
 bir bela ile dağılıp perişan olacaktır. Tevbe etsin, Allah ve Resulünün yolunu tutsun. Aksi halde Allah'ın kahrını, ga­zabını beklesin!"16
İmâm-ı Rabbânî'nin bu sözlerini şaha ulaştırdılar. Hân-ı Hâ-nân Bayram Han, Hân-ı A'zam Abdurrahim Han ve Murtaza Han, Ekber'in sarayında önemli mevkilerdeki bürokratlar idi. Aynı za­manda bunlar Hz. İmam'ın da müridiydiler. Hz. İmam bu bürok­rat müridleri aracılığıyla Ekber'i yola getirmeye çalıştıysa da Ekber'in nasipsizliği devam etti. Ekber kendi uydurduğu yeni di­nin muvaffak olmasından çok memnundu ve bu mutluluğun sar­hoşluğunu yaşıyordu. Ekber yeni dinin başarısını sarayda törenler düzenleyip kutlamakla meşgul iken, ileri gelen müneccimler, ken­disini uyarıp devlet ve saltanatının helakinin yakın olduğunu ha­ber verdiler. Ekber'in kendisi de o günlerde korkunç bir rüya gör­dü. Rüyadan o kadar korkmuş ve etkilenmişti ki, eski sapıklığını kısmen düzelterek şöyle bir ferman yayınladı:

"İsteyen Müslümanlığa sarılır, isteyen Dîn-i İlâhî'ye bağlanır. Zorlamak ve mecbur tutmak yoktur."17

İmâm-ı Rabbâniye atfedilen bir rivayette ilginç bir olay anla­tılır. Ekber Şah bir tören tertipler. Çadırlar kurdurur. Dîn-i İlâhî mensuplarının çadırlarını süslü yapar ve bol yiyecek ve içecekle doldurur. Müslümanlarınkini eski çadırlardan yapar ve içlerine kuru ekmek koydurtur. Dîn-i İlâhînin bu çadırlar gibi yeni ve süs­lü olduğunu, İslam'ın da artık eskidiğini ve durumunun eski ça­dırlara benzediğini göstermek ister. Tören başlayınca, İmâm-ı Rabbânî, Müslümanların bulunduğu bölümü bir çizgi içine alarak, elinde tuttuğu bir kesek parçasını Ekber'in çadırına doğru fırlatır. Birdenbire şiddetli bir fırtına çıkar. Ekber'in saray çadırlarında bir hengâme kopar. Herkes paniğe kapılır. Bu kargaşada, Dîn-i İlâhî mensuplarının bulunduğu tarafta birkaç ölü, çok sayıda yaralı ol
masına rağmen, Müslümanların bulunduğu tarafta en ufak bir za­yiat olmaz. 
 
 
Muhammed Halim Şarkpûrî, age, s. 31. Muhammed Halim Şarkpûrî, age, s. 32.
 
Bu durumu gören Ekber Şah'ın adamlarından çoğu, tevbe ile İmâm-ı Rabbânî'ye biat eder18.
Ekber Şah'ın çok geçmeden oğulları arasında şiddetli bir sal­tanat mücadelesi ortaya çıkar. Selim (Cihangir), sarayda babasının dinî siyasetini benimsemeyen -ki bunların bir kısmı Hz. İmam'ın mürîdleridir— üst düzey yöneticilerin desteğini arkasına alır. So­nunda Ekber Şah vefat eder (1014/1605). Selim (Cihangir) tahta çı­kar19.
 
 
Selim Cihangir Döneminde İmâm-ı Rabbânî ve Çalışmaları:
 
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu karmaşa ve fitne döneminde yıkılan değerleri yeniden canlandırma, Müslümanları bilinçlen­dirme, yani İslam'ı hayata hakim kılma yolunda devasa bir müca­dele içindeydi.
Çok olumsuz şartların kuşattığı bir zamanda, fesada uğramış bir topluluk içinde yetişmiş olsa da İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, mürşidinin verdiği müjdeyi doğruladı. Bilindiği üzere Bakî Billâh Hazretleri, İmâm-ı Rabbânî'nin "İslam bahçesine baharı getireceği" müjdesini vermişti. İmâm-ı Rabbânî bu fitne ortamına ve şirk egemenliğine karşı çıkan ve Hz. Peygamber'in (s.a.v) dinine yardım eden ön önemli isim idi.
 
Yönetim nezdinde dinin ihyası için cihad etti. Hükümetin himayesi altında bulunan dinsizlik faaliyetlerine açıkça ve uygun yöntemlerle karşı çıktı. Şeriatın hükümlerini ve iman esaslarını hiç korkmadan ve çekinmeden savundu. Bu dönemde Hz. İmam'ın işbirliği içinde olduğu önemli bir şahsiyet daha vardır. Hz. İmam­'ın birinci ciltteki 115. Mektubu kendisine yazdığı bu zat Şeyh
 
19-Muhammed Halim Şarkpûrî, age, s. 32-33. Ethem Cebecioğlu, Imam-ı Rabbani, s.75
 
Abdulhak ed-Dihlevî'dir. Şeyh Abdulhak 958/1551 yılında Delhi'­de seçkin bir Türk ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Ata­ları Buhâra'dan geldiği için Dihlevî Buhârî nisbesiyle de anılır. İlk öğrenimini âlim olan babası Şey Seyfeddîn'den yapmıştı. Daha sonra hocası Muhammed Mukîm'den ve Delhi medresesindeki di­ğer hocalardan İslâmî ilimler tahsil etmişti ve yirmi iki yaşında tahsilini tamamlamıştı. Bir süre Hicaz'da ilmî faaliyetlerde bulun­muştu. Daha sonra Delhi'ye dönerek burada bir medrese kurmuş ve hadis öğretimiyle meşgul olmuştu. Hükümetin ileri gelen şah­siyetlerini sünneti ihya etmeye ve bid'atları ortadan kaldırmaya teşvik ederek bu konuda çeşitli kitaplar ve risaleler yazmış, dersler ve konferanslar vermişti. Bu maksatla halk üzerinde ki etkinlikleri tartışmasız olan Şeyh Ahmed Serhendî (İmam-ı Rabbânî) ile iş bir­liği yapmıştı.20
Ancak yönetim, bütün araç ve imkanlarını kullanarak Hz. İmam'ın bu destansı direnişini kırmak ve etkisiz hale getirmek istiyordu. Ekber'in ölüp yerine oğlu Cihangir'in geçmesiyle birlik­te Hz. İmam'ın işi biraz kolaylaşır gibi oldu. Çalışmaları daha da hızlandı.
Hz. İmam, ülkede İslamî değerleri hakim kılmak için büyük bir kampanya başlattı. Ordunun ve halkın İslama aykırı hiçbir em­ri dinlememesi için yine ordunun yardımını sağladı.

Bir yandan İslamiyete dışarıdan eklenmiş yabancı düşünce­leri ortadan kaldırmak, halkın İslam'la irtibatını güçlendirmek i-çin, yetiştirdiği talebe ve müridlerini halk arasına gönderirken, bir yandan da kendisi ülkede ve yönetimde söz sahibi olan hemen herkesle geniş münasebetlere girişmişti. Her tarafa yayılan mek­tup ve risalelerinde şeriata ve Hz. peygamberin sünnetine uymanın 
önemini açıklıyor, serdettiği fikirleriyle zihinlerde adeta bir devrim yapıyordu.
 
20- Ülkemizde pek tanınmayan bu değerli âlimin hayatı ile ilgili daha geniş bilgi için bkz: İsmail Hakkı Ünal, "Dihlevî Abdulhak b. Seyfeddin" Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi (DİA), 9/291-293.


İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Ekber'in yerine geçen Cihangir'i kendi yanma çekmeye çalıştı. Bu yeni imparatorun tahta geçme­sinde Hz. İmam'ın bürokrat ve asker müritleri önemli rol oynamış­tı. Diğer taraftan Hz. İmam'ın çalışmalarından rahatsız olan haset-çi ve din düşmanı bazı kimseler kendisiyle ilgili yoğun bir karala­ma kampanyası başlatmıştı.

Hz. İmam'ın tesiri tüm Hindistan'a yayıldığı için Cihangir'e, askerlerin ve yönetimde olan kimselerin onunla ve müritleriyle görüştürülmemesi tavsiye olundu. "İmâm-ı Rabbânî devlet yöne­timini eline geçirmek istiyor" şeklinde söylentiler çıkartıldı.
Hz. İmam'ın tasavvufun ancak erbabınca anlaşılabilen girift meselelerini içeren mektupları Cihangir'e sunuldu. Aynı zamanda bu mektuplarda sâlikin seyr u sülük yolunda yaşadığı ve mutlaka şeyhine haber vermesi, şeyhinin yorumu muvacehesinde anlaması ve şeyhinin onaylamadıklarını reddetmesi gereken kalbî varidat ve keşifler de yer almaktaydı21. Sultan Cihangir ise böylesine de­rinlikli hakikatleri bilmeyen sade bir Müslümandı. Keşif, müşahe­de ve vakıa gibi tasavvufî konuları bilmiyordu. Cihangir bu mek­tupları dinleyince içerdiği konulan garip ve tuhaf karşılayarak dehşete kapılmış ve ehl-i sünnet itikadına ters düştüğünü zannet­mişti. Hz. İmam'ın bu mektuplarda anlattıklarını batıl iddialar ve kendini ön plana çıkarma gayretleri olarak yorumlamıştı. Nitekim Cihangir Tûzuk adlı kitabında bu konuya değinmiş ve bu mektup­lar karşısındaki şaşkınlığını burada anlatmış, hatta Hz. İmamla il­gili alaylı ifadeler kullanmıştır. Bu satırlar, Cihangir'in, Hz. İmam'ı tanımadığını, onun İslâm'a olan hizmetini kavrayamadığını ve
İs-
 
Bu mektuplara örnek olarak 1. Ciltteki 11. Mektuba bakılabilir. lam akaidini yalnızca ana hatlarıyla bilip ince meselelerden haber­siz bir sultan olarak o kitabı kaleme aldığını göstermektedir22.

 
Esas mesele Cihangir'in, Hz. İmam'ın saraydaki nüfuz ve et­kisinden rahatsızlık duymasıydı. Çünkü Hz. İmam'ın sarayda ve hükümette etkin yerlerde olan Hân-ı A'zam Mirza Azîzuddin, Hân-ı Cihan Hân el-Lûdî, Başkomutan Hân-ı Hânân Mirza Abdurrahîm, Mirza Dârâb ve Kılîc Hân gibi bürokrat ve yönetici müridleri vardı. Hz. İmam bu müridlerine mektuplar göndererek şeriatın hakimiyetini sağlamaya çalışıyordu. Mesela Sadr-ı Cihân'a yazdığı mektupta şöyle diyordu:

"Bu gün artık devletin içinde büyük bir değişim söz konu­sudur. Gayr-i müslimlerin dirençleri kırılmıştır. Binaenaleyh İslâm ümmetinin büyükleri olan ulu vezirlerin, değerli alim­lerin bütün enerjilerini şeriatın yayılması için kullanmaları, yıkılmış olan İslâm'ın temel direklerim ayağa dikmek ve ilk önce bunları güçlendirmek için çalışmaları bir zorunluluk­tur. Bu hususta gecikmenin hiçbir hayrı yoktur. Gariplerin gönülleri bu durumdan son derece muzdariptir.

Geçen dönemin (Ekber döneminin) kaba kuvvetinin etkisi hâlâ Müslümanların yüreklerinde tazedir. Bu imkanın elden kaçmasından şiddetle korkmaktadırlar. Böyle olursa İs­lâm'ın garipliği daha uzun süreler devam edecektir. Şayet sultanlarda sünnet-i seniyyeye geçerlilik kazandırmak gibi bir hedefleri olmazsa, sultanın yakın çevresi de bu hususta gevşeklik gösterir ve birkaç günlük dünya hayatını ganimet bilirler. Bu durum en çok İslâm âleminin dervişlerine zor ve zifiri karanlık gelir. (...)
İslâm alametlerinden biri de İslâm diyarlarında kadılar tayin etmektir. Geçen asırda bunun izi silinmişti. İslâm diyarları­nın en büyüğü olan Sirhend'de yıllar var ki tek bir kadı bile bulunmamaktadır."23
 
22 Ebû'l-Hasan Ali el-Hasenî en-Nedvî, age, 3/149.
23 Mektûbât, c. 1, Mektup 195.
 
Hân-ı Cihan Hân el-Lûdî'ye ise şunları yazıyordu:
"Fakat sultan size kulak verip sözünüzü itibara alacağı için, bu konumunuzu büyük bir nimet olarak görmeniz ve kendi­sine hak sözü yani Ehl-i Sünnet ölçülerine uygun biçimde İs­lam'ı anlatmanız üzerinize bir vazifedir. Artık bu vazifeyi ya aleni olarak ya da ima yoluyla yapmanız sizin takdirinize kalmıştır. Kendisine elden geldiğince Ehl-i Sünnet ölçülerini bildirmelisiniz. O kadar ki bunu yapabilmek için konuşma esnasında devamlı surette fırsat kollamaksınız. Ta ki İs­lam'ın hak olduğu ve küfrün batıl olduğu ayan beyan ortaya çıksın."24
Bütün bu olanları yakından takip eden Cihangir Hz. İmam'ı hapse atmaya karar verdi. Serhend'den huzuruna çağırttırdı ve "Mektuplarıyla, İslâm'a uymayan fikirleri yaymakla itham etti. Hz. İmam bu suçlamaları reddedince Cihangir Hz. İmam'dan önünde yere kapanarak bir tür secde etmesini emretti. Fakat Hz. İmam bunu şiddetle reddetti.

Cihangir'in oğlu Şah Cihan'ın Hz. İmam'a karşı gizli bir mu­habbeti ve sevgisi vardı. Allâme Afdal Han'ı ve Müftü Hâce Ab-durrahman'ı fıkıh kitaplarıyla birlikte İmâm-ı Rabbânî'ye gönder­di. İmâm-ı Rabbânî'ye bir de mektup yazmıştı. Mektupta şöyle di­yordu: "Bazı fıkıh kitaplarında sultanların önünde eğilmeye izin verilmiştir. Eğer sultanın önünde eğilirseniz size hiçbir zararın gelmeyeceğim garanti ederim." Hz. İmam şöyle cevap verdi:
- Bu fetva zaruret zamanı için bir izindir. Yani bir insan ölümle korkutulacak olursa ancak o zaman böyle bir fetvayla amel edebilir. Ancak gerçek din ölçüsü ve din bütünlüğü Allah'tan baş­ka kimsenin önünde secde etmemeyi gerektirir. Azimet ruhuna göre bu caiz değildir. Ecel gelince zaten kimse kimseyi kurtara­maz.
 
24 Mektûbât, c. 1, Mektup 67.
 
 Sultan Cihangir'in huzuruna tekrar çağrıldı. Sultanın huzu­runda çok güzel bir konuşma yapıp bütün suçlamalara karşı ken­dini savundu. O kadar güzel ve doyurucu fikirler ortaya koydu ki, sultan yüksek hakikatleri anlayacak birisi olmadığı halde, ikna ol­du. Hatta, Hz. İmam kendisi hakkındaki ithamlara cevap verirken orada bulunan büyük bir Hindu komutanı, onun dinde olan kuv­vetinin, sözlerinin derin ve etkileyici muhtevasının etkisinde kala­rak Müslüman oldu.
Ama orada bulunup, sultanın ikna olduğunu ve entrikaları­nın boşa çıktığını görenler hemen harekete geçtiler: "Bunun adam­ları ve taraftarları çoktur. Sözleri ve fikirleri bütün memlekette et­kindir. Bu serbest bırakılırsa ülkede karışıklık çıkartabilir" diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı tekrar eski kararını uygulama­ya ikna ettiler ve Sultan Cihangir, Hz. İmam'ı Guvalyar kalesine hapsetti. Tutuklanmasından sonra kitaplarına, bahçesine, kuyusu­na ve evine el konuldu ve ailesi başka bir yere nakledildi.

O zaman Guvalyar kalesinde devlete karşı gelmiş bulunan bir hayli gayr-i Müslim de tutuklu bulunmaktaydı. Hz. İmam bu­rada da sürdürdüğü irşad ve davet çalışmaları sonucu bütün mahkumların hidayetine sebep oldu. Dr. Arnold "Preaching of islam" adlı kitabına bu hadiseyi şöyle anlatır:
"Sultan Cihangir zamanında (1605-1628) Şeyh Ahmed el-Muceddid diye bilinen Sünnî bir âlim vardı. Şia'ya karşı mü­cadelesiyle meşhur oldu. Şia'nın sarayda etkinliği ve nüfuzu vardı. Şeyh Ahmed'i tutuklatıp hapse attırdılar. Hapiste iki sene kaldı. Bu iki senelik süre içinde hapishanedeki yüzlerce gayr-i müslimin İslâm'a girmesine sebep oldu."

 
Diğer Özellikler
Stok Kodu9786055455460
MarkaSemerkand Yayınları
Stok DurumuBu ürün geçici olarak temin edilememektedir.
9786055455460

İlginizi Çekebilecek Diğer Ürünler

En yeni ürünler
Güvenli teslimat
Kampanyalı ürünler
Piyasadaki en iyi fiyat

PlatinMarket® E-Ticaret Sistemi İle Hazırlanmıştır.