Kitap Yasini Şerifin Meal Tefsiri Esrar ve Havassı
Yazar Emir Sultan
Tercüme Melih Yuluğ
Yayınevi Çelik Yayınları
Kağıt Cilt 2.Hamur , Kalın Ciltli
Sayfa Ebat 598 sayfa, 17.5x24.5 cm
Çelik Yayınları Yasini Şerifin Meal Tefsiri Esrar Ve Havassı kitabını incelemektesiniz.
Emir Sultan Yasini Şerifin Meal Tefsiri Esrar Ve Havassı kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
TAKDİM
Yayınevimiz, neşir sahasında bir boşluğu doldurmanın huzuru içindedir.
Ehl-i Sünnet ve'l Cemâat itikadına uygun, Müslüman-Türk halkına tasavvuf neş'esi içinde kendi öz benliğini bulma şuurunu aşılayacak bir kitabı sunmakla bahtiyardır.
Türk tasavvuf târihi içinde büyük bir yeri olan, Muhammed Şemseddin Buhârî, yâni (Emir Sultan)'ın Arapça olarak kaleme aldığı "Yâsin-i Şerifin Havassı ve Esrarı" adlı eseri, yine kendi yakınlarından amcazadesi (Hasenü'l-Halebî) demekle mâruf zât, Türkçe'ye tercüme ederek devrin Hükümdarı Yavuz Sultan Selim Han'a takdim etmiştir.
Bu eserin takdiminden fevkalâde mütehassis olan Yavuz Sultan Selim Han, bu manevi şifâ hazinesi "ordunun manevî bakımdan moral gücünü yükseltecektir" diyerek Hasenü'l-Halebî'yi ihsanlara gark etmiştir.
Yayınevimiz bu kıymetli eseri elbette bu haliyle neşredemezdi, bugünkü yaşayan Türkçe'ye çevrilmesi lâzımdı. Bütün gün ve saatlarının dolu olduğunu bildiğimiz kıymetli insan MELİH YULUĞ Beyefendiye yapması için teklife cür'et ettiğimiz zaman "Tasavvuf âşıkı münevver Türk halkına böyle bir eser kazandırılmalıdır" fehvasınca sadeleştirme görevini üzerine alarak, birçok remizler hâlinde verilen mes'eleleri de açıklığa kavuşturmak ve aynı zamanda şerh ve ilâveler yapmak suretiyle elinizdeki kitap bugünkü şekline gelmiştir. Bunu söylemekle kitap kusursuz oldu demek istemiyoruz. Elimizden gelenin esirgenmediğine işaret etmek istiyoruz.
Yayınevi olarak gerek kitabın yazılışında ve gerekse tercüme ve şerh edilişinde tüm emeği geçenlere Cenâb-ı Hak'tan âhirete intikal edenlere rahmet, hayatta olanlara da sıhhatli ömürle yüce Türk Milletine nice nice hayırlı mesâiler vermesini niyaz eyleriz. Tevfik Allah'tandır.
Editör Kadir Meral
Kitaba Giriş
Okurlarımızın mütâlealarma arzettiğimiz bu eser, evvelâ mâhiyet itibariyle tasavvufa ait bir eserdir. Tasavvufa âit bir eser dediğimiz zaman, bundan ne anlaşıldığım kesin bir şekilde
bilmek gerekir ki, okuyanlar bundaki başarıyı veya başarısızlığı eldeki o ölçüye göre takdir buyursunlar. Bunun en güzel târifini, her şeyin esâsını vahye müstenid en güzel şekilde anlatan resûl-i kibriyâ (s.a.v.)'nın mübârek kelâmlarından almak gerekir. iki cihan serveri, üç mertebeyi en veciz sûrette şu mübârek sözleriyle özetlemiştir:
"Eş-şerîatü akvâlî, vet-tarîkatü ef'âlî, vel-hakîkatü ahvâlî."
Yüce anlamı şudur ki: "Şeriat benim sözlerimdir; Tarikat benim fiillerimdir, Hakikat ise benim hâllerimdir" buyurmuşlardır. Kaleme aldığımız kitap, yüce ve şanlı Nebimizin fiil ve hâllerini dile getiren eserlerdendir. Bu itibarla tasavvufu şu mübarek mısralarla ifâde etmekte bir mahzur yoktur:
"Tasavvuf âteş-i aşk ile sûzân olmaya derler
Tasavvuf gönül tahtında sultân olmaya derler.
Tasavuf Hakk'ın esrarına hayrân olmaya derler."
Tasavvuf mefhûmuna yukarıdaki mısra'larla bir nebzecik olsun işâret ettikten sonra merak erbâbını tatmin için kökenine de inmek, lûgavî mânâsı itibariyle işâretten sonra konunun derinliğine girmekte fayda görürüz. Bâzı müelliflerin düzeyde kalarak anlattıkları gibi biz de sof, sofu, yâni tasavufun kökenini yün mânasına alarak sofilerin yünlü abâlar giyişlerinden kendilerine sofî adının verilmiş olmasını hiç de yadırgamayız. Ancak şuna önemle işâret edelim ki, bu yukarıda arzettiğimiz gibi satıhta bir izahtır. Aslında mutasavvıfîn-i kirama sofî denilmesinin sebebi şu veya bu şekilde elbise giymelerinden değil, yâni esmâ'da kalmada değil, işin müsemmasına varıp "fakr'ı" kendilerine düstûr ittihaz edişlerindendir. Nitekim Resûl Aleyhisselâm "Fakrım fahrimdir", yâni fakrım öğünme vesilemdir, derken bu sırra işâret buyurmuşlardır. Aşağıdaki beyitle ledûn sırrının nazım hâline getirilmiş bir şeklinden başka bir şey değildir:
"Kıldılar elfakri fahrî nüktesin anlar ki gûş
Atlasına bakmayıp dehrin abâ-pûş oldular."
Beyti âriflere çok şeyler anlatmaktadır. Yalnız eser hususiyle gönül erlerine hitâp ettiği için bir yanlışlığa sebep olmamaklığımız gayesiyle şu kısa açıklamayı yapmakta zorunluluk duyarız. Müstesnâ okurlarımız elbette bilirler ki, yukarıdan beri anlattığımız fakr, halkın anladığı mânâda "yoksulluk" mefhumunu dile getirmez. Fakir o yüce veliye derler ki kendisine Hak, (c.c) kelime-i Hazret olan (Kün) -ol- emrini ihsan buyurmuştur. Zâten tercüme-i hâli anlatırken görülecektir ki bu kitabın bahse konu ettiği yüce zât böyle bir (kün) emrine mazhar evliyaullah'ın büyüklerinden Emir Sultan Hazretleridir. Ne yazık ki tasavvufun hakiki manâsım ve onun vahdet-i vücûd ile eşdeğer olan delilleri anlamayanlar mutasavvıfin-i kirâmın nice nice büyüklerine dil uzatmak cür'etine buluna gelmiş. Umarız ki yayın alanına koyduğumuz bu eser, bu gibi mü'min kardeşlerimizi de uyarsın; pek azîm bir hatâdan kendilerini korumuş olsun. Nitekim aşağıdaki şiir böyle Allah (c.c) dostlarına dil uzatanların ve tasavvuf eserlerini önemsemeyenlerin düşecekleri hazin âkibeti dile getirmektedir:
"Uyarsın nefs-î ağyara, düşersin ta'n-ı ahyara,
Salarsın kendini nâra, edüp bunlara bühtanı.
Bu su'-i zan ile kalbin nice bulur Hakk'ı heyhat,
Bu göz ile senin cânın göremez vech-i cânânı".
Yüce mânası şudur ki: Şunun bunun sözüne ve sana düşman olan nefsine uyarak mü'mirilerin en yüce iman sahiplerinden olan Evliyaullah'a iftira etmekle kendini âteşe atıyorsun. Sen bu su-i zanla heyhât ki ne bu dünyada, ne öbür dünyada cemâlûllahı göremezsin, demektir. Zâten bu eserimizde bir taraftan herkesin kendi mertebesine riayet edip o mertebeyi aşmamasım, hele hele hakikat mertebesinde bulunan ehlûllah hazerâüna dil uzatmamasını te'mine çalışmakla beraber, bir taraftan da mü'minler arasında bulunması gerekli kardeşlik hissini kuvvetlendirmek gayesini gütmekteyiz. Çünkü aksi hareket şu kudsî hadîs-i şerifin işâret buyurduğu kahr-ı ilahiyi maâzallah üzerimize çekmek olur:
"Men ezâlî veliyyen fekad âzentühü bi harb".
Mânâ-yı münîfi şudur ki:
"Kim benim velîme eziyet ederse şüphesiz ben ona ilân-ı harb etmişimdir."
mânâsınadır. Aslında Tasavvuf şu hakikati dile getirmektedir:
"Zuhûru reng-i kesret pertevi nûr-u Hudâdadır,
Televvün hey'et-i eşyada te'sîr ziyadadır."
Bu, şu demektir ki, hakikatta görünen bütün nurlar bir tek nurdan ibarettir. Eşyada gördüğün türlü türlü şekiller, o nûrun çeşitli aynalarda akseden ziyâsının te'sîrinden başka bir şey değil. Eserimiz bir tasavvuf eseri olması itibariyle burada bir ledûn ilmi sırrını açıklamakta zaruret vardır.
Mutasavvıfîn-i kirâm hazerâtına göre bütün âlemlerde tek vücûd vardır. O da Hak (c.c.)'ın mutlak vücûdlarıdır. Diğer bütün eşyada görülen vücûd dediğimiz şeyler, hakikatta bir vücûd-i zilliden, bir vehmi hayalden ibarettir. Yâni biri vâcip ve kadîm, diğeri mümkün ve hadis. İki vücûd yoktur. Allahü Zülcelâle nispet edildiğinde bu vücud vâcip ve kadîm, eşyaya nispet edildiğinde bu mümkün ve hadistir. Bâzıları eşyada görülen bazı tayyib, hoşluk ve kötülük habâsetlerin de mevcudiyetini düşünerek yukardaki "vücûd-i mutlâktan başka vücûd yoktur" sözünü kâbül etmekte bir sakınca vehmektedirler. Hâlbuki bu vehme iki sebepten yer yoktur. Birisi bu yüce kelamları söyleyenlerin sülûklarını ikmâl etmiş Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Muhyiddin îbn-i Arabi, Bâyezid-i Bistâmî ve kitabımızın medâr-ı iftiharı Emir Sultan gibi şahısların olduğunu unutmalarındandır. İkincisi, güneşin renk renk camlara aksetmesi sonucu güneş türlü türlü renk almaktadır. Yeşil, kırmızı, sarı vesaire gibi. Amma esasta güneşin birliğine ve vahdâniyyetine hiçbir zarar gelmemektedir. O ne yeşildir ne de sarı renktedir. O aynı güneştir ve tekdir.
Yukarıdaki şiirde beyân edildiği gibi "televvün ancak te'sîr-i ziyâdandır." Böyle olduğu içindir ki, ahadiyyet nûrunun iki veçhesi vardır. Biri nûra, yâni asıl hüviyyetine taalluk eden veçhesi, diğeri renge (levne) taalluk eden cephesidir.
Bir kimse Hikem-i Atâiyyede'de çok bariz bir şekilde gösterildiği gibi eğer renk mertebesinde iken haddini bilmez de (enel-hak) derse açık küfür işlemiş olur. Çünkü mutasavvıfîn-i kirâm indinde vech-i hâssa ibâdet küfürdür. Amma nûra müteveccih kısımda ve o mertebede olan bir zât "enel hak" derse hakikati ifade etmekten başka birşey yapmamış olur. Nitekim Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri şöyle buyuruyor: "Bir demir parçası ateşte nâr-ı beyzâ hâline geldiğinde ben ateşim derse hakikati söylemiş olur, amma soğuyup demir haline dönüştükten sonra ben ateşim derse söylediği yalandır. Çünkü o artık bir demir parçasıdır." Ehlûllah ile mukallidlerin enel hak deyişlerindeki büyük uçurumu var da sen bundan kıyâs et. Yüce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, aşağıdaki sözleriyle hem tasavvufu, hem de onunla eşdeğer olan vahdet-î vücûd-u emsalsiz bir şekilde bakın nasıl dile getiriyor:
Mânevi vazife verilen Şeyhü'l Ekber (r.a.)'e yersiz hücümlara sık sık rastlanmaktadır. Bu vesile ile o yüce veliyi de tenzih etmekle mağfiretimizin esbâbını hazırlamış oluruz inancındayız.
Şöyle ki:
Meşhur Mutasavvıf Somuncu Baba'nın torunlarından Darende'li merhum Hacı Osman Hulûsî Ateş'in teberrüken koyduğumuz şu dörtlüğü fikrimizi teyid eder kanaatiyle giriş yazımızı tamamlamış oluyoruz.
"Söz atan Hazret-i Muhyiddin'e
Töhmet etmiş olur ehl-idîne,
Sözünü bilmeyen erbâb-ı garaz,
Kendisi lâyık olur tel'îne."
Yâsîn-i Şerîf'in Havassı'nın tercümesini yayın hayatımıza korken tek güvencemiz, âlemlerin yüce Hâlikının başarısının dostu "veliyyü't tevfîk" oluşudur.
"Hazret-i tevfik olup mânaya refik,
Azm-i râh eyledim Allahü veliyyü't-tevfik."
MELİH YULUĞ