"İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur." (Tevbe 100)
İyilik yarışında, takva yarışında, Allah'a kulluk ve Rasulullah'a ittiba konusunda en önde giden, bu ümmetin en bereketli dönemini, kuşluk vaktini idrak eden sahâbe-i kiram efendilerimizden ve güzellikle onların yolunu takip edip, onların yollarına, sünnetlerine, anlayışlarına uyanlardan razı olduğunu ve onların kurtulduklarını haber veriyor Rabbimiz. Rasulullah efendimiz de bir hadislerinde pırlanta ashabını şöyle tezkiye eder:
"Ümmetimin en hayırlıları benim aralarında peyamber olarak gönderildiğim bu nesildir. Sonra onlardan sonra gelecek olanlar, sonra onlardan sonra gelecek olanlar.. (Müslim, Fedâilü's-sahâbe 216. 2) Buhâri, Fedâilu'l-ashâb 1, Şehâdât9. 3)
Râvî diyor ki, üçüncü nesil zikredildi mi, edilmedi mi? bunu en iyi bilen Allah'tır. Sonra şöyle buyurdu:
Sonra onların yerine şişmanlığı seven ve şahitlik etmeleri istenmeden önce şahitliğe koşan bir topluluk gelecektir." (Müslim, Fe-zâilüs -Sahabe 214)
Abdullah Bin Ömer efendimiz de -Allah onlardan razı olsun- der ki:
"Her kim birilerine uymak isterse Muhammed (as)ın ashabına uymaya baksın. Çünkü onlar bu ümmetin en hayırlıları idi. Kalpleri en iyi, ilimleri en derin, buna karşılık kendilerini gereksiz külfete sokmaktan en uzak kimselerdi.Rabbimİzin peygamberinin sohbetine seçtiği bir topluluktu onlar. Kabe'nin Rabbi olan Allah hakkı için onlar dosdoğru bir hidâyet üzere yürüyorlardı." Buhâri, Fedâilu'l-as-hâb 1. 4) Buhârî, Şehâdât 9; Fedâil 1, Rikak 7,
Kur'an'ı anlama, yorumlama ve pratik hayatta yaşama noktasında sahabenin sünneti, sahabenin anlayışı ve uygulamaları da bizim için başvurulacak örnektir. Çünkü sahâbe-i kiram efendilerimiz peygamberle birlik düşünülmesi gereken bir gerçektir. Biz biliyoruz ki sahâbesiz bir peygamber düşünülemez. Zira bu din tek başına yaşanılacak bir din değildir. Sünnetullah gereği Allah bu dini ferde göndermemiştir. Bu Hz. Adem'den bu yana hep böyle olagelmiştir. Peygamber vasıtasıyla topluma gönderilen din, toplumun içinden odak nokta olarak seçilen peygamber tarafından topluma ulaştırılmış, peygamberle beraber o toplum tarafından anlaşılmış ve yaşanmıştır. Allah'ın Resulü din olarak kendisine gönderilen mesajı fert olarak kendisine yansıyan yönüyle aynen uygulamış ve aynen ashabına da uygulatmıştır. Böylece sürekli Allah kontrolünde bir beşer olarak peygamberin uyguladığı ve uygulattığı dinin, sahabe neslinde kıyamete kadar tüm insanlığa örnek olacak bir biçimde tezahür ettiğini, yaşanır, yapılabilir hale geldiğini görüyoruz.
Öyleyse sahabe dinde bizim için en büyük örnektir. Zira sahabe dönemi sorularına binaen, problemlerine binaen vahiy gelen bir topluluktur. Kur'an onların arasında indi ve tamamlandı. Din onların hayatında tekemmül etti. Dinin anlaşılması, âyetlerin anlaşılması ve din adına ortaya çıkan ihtilâfların çözüme ulaştırılması o dönemin sosyal hayatının bilinmesini gerektirir. Bu bilinmeden âyetin tamamen anlaşılması mümkün değildir. Çünkü o âyet kim hakkında geldi? Ne yaptı da geldi? Sonunda ne oldu? Bunlar bilinmeden âyetin anlaşılması mümkün değildir. İşte sahabenin bizim hayatımızdaki, bizim dinim izdeki önemi burada ortaya çıkmaktadır. Zira sahabe rey ve içtihadın temel unsuru olan lügatin esasını, vâzıını, Arap âdetlerini, Kur'an'ın indiği dönemdeki yahudi ve hıristiyanların sosyal durumlarını, nüzul sebeplerini çok iyi biliyordu. Onun içindir ki sahabenin âlimlerinden Abdullah ibni Mes'ud efendimiz der ki:
"Vallahi Kur'an'da inen herhangi bir âyetin nerede, ne zaman, kimin hakkında ve hangi konuda indiğini ben biliyorum."
Eğer varsa içinizde ben bunu ondan daha iyi bilirim diyen bir babayiğit o zaman ona bir sözüm yoktur. O halde sahabe din konusunda, dinin anlaşılması, Kur'an'ın anlaşılması konusunda kendilerine müracaat edilmesi gerek ikinci kaynaktır. İhtilâf konularında da sahabenin sünnetine müracaat etmek zorundayız.
Sonra tabiîn, tebe-i tabiîn döneminden günümüze gelinceye -kadar Kur'an konusunda söz söyleme yetkisinde olan tüm selef âlimlerimizin anlayışlarına müracaat ederek Kur'an'ı anlamaya çalışacağız.
Acaba Kur'an-ı Kerîm'i herkes anlayabilir mi? Yoksa onu sadece birtakım büyük zâtlar mı anlar?
Hamd olsun O Allah'a ki kulu Muhammed'e eğri bir taraf bırakmadığı dosdoğru kitabı indirmiştir. (Kehf 1)
Rabbimizin elçisine indirdiği bu kitap eğri büğrülüğü olmayan bir kitaptır. Bu kitapta her hangi bir tenakuz, bir çelişki, bir uyumsuzluk, bir münasebetsizlik yoktur. Onda insanların anlayamayacağı, şaşkınlığa düşerek bocalayacakları bir karışıklık, bir bulanıklık, bir tutarsızlık yoktur. Ne dediği, ne istediği belli olmayan bir kitap değildir. Bu kitap her sınıf ve her dönem insanlığının anlayabileceği doğrulukta, netlikte ve berraklıkta bîr kitaptır. Sadece belli sayıda ve belli sınıf insanların anlayabilecekleri, diğerlerinin anlayama-yarak bocalayacakları, içinden çıkamayarak sapıtacakları bir kitap değildir bu kitap. Bir açıdan doğru, bir başka açıdan eğri büğrü değildir. Birilerine göre doğru, bir başkalarına göre ise eğri büğrü değildir. Âyetlerinde, yasalarında, hükümlerinde hiç bir tenakuz yoktur. Tüm diğer kitaplardan üstün, arınmış, insan eli değmemiş bir kitaptır bu. Bu konuda birkaç yanlış anlayıştan da söz etmek isterim:
Müslümanlardan büyük bir çoğunluk şöyle inanıyorlar: Efendim, Kur'an gibi yüce bir kitabı bizim anlamamız mümkün değildir. Biz kim, bu Allah kelâmını anlamak kim? Bu kitabı ancak büyük zâtlar anlar. Bizler bu Allah kitabını elimize almaya bile lâyık insanlar değiliz diyerek Allah'ın kitabına karşı bir ürkeklik taşımaktadırlar.
Bakara sûresinin 104. âyetinde yahudilerin "Râinâ ya Resûlallah" dedikleri anlatılmıştı. Yahudiler bu kelimeyi kullanırlarken; Ey peygamber, biz senin ne dediğini anlayamıyoruz. Biz senin okuduğun bu kitabın âyetlerini anlamaktan uzağız demeye getiriyorlardı. Biz sürüleriz demeye getiriyorlardı da Allah buyurdu ki; Ey müsiümanlar! Sakın sizler bu yahudiier gibi olmayın! Sizler Peygamber karşısında sürüler kesilmeyin! Dinleyin! Söze iyice kulak verin! Peygamberin sözleri, peygamberin benden getirip sizlere duyurduğu bu mesaj anlaşılmayacak bir mesaj değildir. O mesaj karşısında sürüler ke-silmeyip iyice dinlerseniz, kulak verirseniz mutlaka onu anlayacaksınız buyuruImaktadır. Sakın sizler o yahudiier gibi olmayın ve onların kullandıkları bu başka mânâlara çekilebilecek kelimeleri kullanmayın! Buyuruyordu Rabbimiz.
Rabbimiz kitabındaki bu ve benzeri âyetleriyle biz müslümanların kitap ve peygamber karşısında bu alçak yahudiier gibi sürüler kesilmememizi, bu kitabın âyetlerini ve bu peygamberin hadislerini anlayamayız diyerek peşin bir aptallığa düşmememizi emrediyor. Kitap ve peygamber karşısında sürüler kesilerek: Efendim biz kim bu kitabın âyetlerini anlamak kim? Biz nerede bu peygamberin hadislerini anlamak nerede? Onu ancak büyük zatlar anlar. Bizler onu okuyup anlamak şöyle dursun, hâşâ elimize almaya bile lâyık değiliz tavrında olanların alçak yahudiier olduğunu haber veriyor. Ey müsiümanlar, sizler böyle yapmayın! Kitap ve peygamber karşısında sürüler kesilmeyin! Dinleyin! Söze kulak verin! Kesinlikle bilesiniz ki ben kitabımı sizin anlayabileceğiniz ve yaşayabileceğiniz bir özellikte gönderdim. Ben peygamberimi sizin anlayabileceğiniz ve uygulayabileceğiniz, örnek alabileceğiniz bir özellikte gönderdim. Sakın bu konuda yahudiler gibi davranarak bana iftira etmeye kalkışmayın buyurmaktadır.
Tıpkı lânetlik Yahudiler gibi bugün kimi müsiümanlar, kendilerini bu kitabın sorumluluğundan kurtarabilmek için kendilerini aptal yerine, ahmak yerine koyuyorlar. Biz gerçekten senin ne demek istediğini, bu Kur'an'ın ne demek istediğini anlayamıyoruz ey peygamber diyorlar. Bunu anlayabilecek, kavrayabilecek zekâya, anlayışa, kavrayışa sahip olmadıklarını söylüyorlar. Allah korusun, bunu söyleyenler Allah'a iftira ediyorlar. Halbuki Allah sizin güç yetiremeyeceğiniz bir şey emretmedim, diyor. Bunlarsa hâşâ: Ya Rabbi bizim anlayamayacağımız, kavrayamayacağımız bir kitapla bizi sorumlu tutmuşsun diyerek Allah'a iftira ediyorlar. Çünkü Allah'ın kitabı apaçıktır. Mübîridir Kur'an. Çünkü bu Kur'an insanlar için indirilmiş bir kitaptır ve elbette onu anlayacak olanlar da insanlardır.
"Apaçık Kitaba andolsun ki, akledesiniz diye Kur'an'ı Arapça okunan bir Kitap kılmışızdır." (Zuhruf 2,3)
Kitap apaçıktır. İmanı, hidâyeti, Allah yolunu, sırat-ı müstakimi apaçık ve net bir biçimde, herkesin anlayabileceği bir açıklık ve netlik için anlatan, ortaya koyan bir kitaptır bu kitap. İçinde insanla alâkalı, insan hayatıyla alâkalı apaçık âyetler bulunan ve insan hayatıyla alâkalı her şeyi açık açık beyan eden bir kitap. Herkesin anlayabileceği açıklıkta bir kitap. Hem de a-paçık bir Arapça ile, insanların konuştukları bir dil ile indirdi Allah onu. Kimse bu kitabın anlaşılmadığını iddia edemez. Hiç kimse bu kitabın sorumluluğundan kendisini kurtaramaz. Hiç kimse; ben bu kitabı anlayamıyorum, ben bunu anlayamam deme hakkına sahip değildir. Allah, bu kitabı insanların konuştukları, bildikleri bir dille, Arapça olarak göndermiştir. Kuş diliyle, melek diliyle yahut da insanların anlayamayacakları bir dille değil, yeryüzünde konuşulan bir dille göndermiştir.
Öyleyse hiç kimsenin bu konuda Allah'a iftira etmeye hakkı yoktur. Çünkü indiği dönemde herkes anladı onu. Bir kadın olarak Hatice anamız anladı, mü'min oldu, küçük bir çocuk olan Hz. Ali efendimiz anladı, mü'min oldu, bir köle olan Hz. Zeyd anladı, mü'min oldu, Bilal anladı, mü'min oldu, orta yaşta bir insan olan Ebu Bekir efendimiz anladı, mü'min oldu. Velid Bin Muğıre, Ebu Cehil anladı, kâfir oldu. Toplumda bu Kur'an'ı anlamayan bir tek insan yoktu.
Onun içindir ki Mekkeliler Ebu Bekir'in okuduğu Kur'an'a engel olmaya çalışıyorlardı. Ey Ebu Bekir, buna asla izin veremeyiz, çünkü senin okuduğun Kur'an bizim çocuklarımızın kalplerine tesir ediyor diyorlardı. Abdullah Bin Mesu'd Rahman sûresini Kabe'nin avlusunda okuyunca, tüm müşrikler üzerine çullandılar ve öldüresiye dövdüler onu.
Evet, nasıl ki o gün bu Kur'an'ı anlamayan yoksa bugün de herkes bunu anlamak zorundadır. Herkes bu kitabı anlayabileceği cinsten okumak zorundadır. Yâni bu kitaba iman eden anlaya anlaya iman edecek, inkâr eden de anlaya anlaya inkâr edecektir. Bunun başka bir yolu yoktur. Ve de kim bu kitabın anlaşılamayacağını iddia ederse Allah'a en büyük iftirayı yapmış olur.
Öyleyse bu kitap okunacaktır, ama anlayarak okunacaktır. Çünkü anlaşılacak bir açıklıktadır bu kitap. Kimse bu kitabın anlaşılmazlığını iddia edemez, hiç kimse bu kitabın sorumluluğundan kendisini kurtaramaz. Hiç kimse ben bu kitabı anlayamıyorum, ben bunu anlayamam deme hakkına sahip değildir. Çünkü Rabbimiz anlayasınız diye, hayatınızı bu kitapla düzenleyesiniz diye bu kitabı insanların konuştukları, bildikleri bir dille, Arapça olarak göndermiştir.
Değilse anlamadan okunan bir Kur'an'da, anlamadan iman edilen bir Kur'an'da hayır yoktur. Üzerinde düşünülmeden, ne dediği bilinmeden okunan bir Kur'an'a nasıl Kur'an diyebileceğiz de? Böyle reddedenler neyi reddettiklerini söyleyebilecekler de? Hayata karışmayan, kalbe etki etmeyen bir kitaba nasıl Kur'an denebilecek de? Bana konuşmayan, bana bir şeyler söy-lemeyen, bana ümitler vermeyen, bana korkular sunmayan, bana şunu yap, bunu yapma demeyen bir Kur'an, Kur'an değildir. Bizler de bugün tıpkı o gün Rasûlullah'ı dinleyip de İman edenler gibi iman etmek zorundayız.
Bir grup müslüman, efendim Kur'an bir dönem anlaşılmış ve fıkha, fıkhî kalıplara dökülmüştür. Ecdat onu anlayıp fıkha dökmüştür. Bizim onlar gibi Kur'an'ı anlama imkânımız olmadığı gibi, anlama sorumluluğumuz da yoktur. Onun için biz, başka değil onların anlayışına tâbi olmak zorundayız. Binaenaleyh bugün Kur'an'ı yeniden anlamaya çalışmak yerine fıkıh okuyalım. Kur'an'ı da anlamak ve uygulamak üzere değil, ibâdet kastıyla okumalıyız diyorlar. Ve böylece tamamen geçmişe teslim olmamız gerektiğini iddia ediyorlar.
Bir başka grup müslüman da, bunların tamamen zıddına, efendim geçmiştekilerin anlayışı bizi bağlamaz. Onlar bizim için ayak bağıdır. Geç-miştekilerin, Rasulullah'ın, sahabenin, tabiînin ve müctehid imamların Kur'an'ı nasıl anladıkları, nasıl uyguladıkları bizi hiç mi hiç ilgilendirmez. Onların anlayışları kendilerini ve kendi dönemlerini ilgilendirir. Bizler onlara hiç bakmaksızın salt aklımızla Kur'an'ı anlamak ve hayatımıza aktarmak zorundayız diyorlar.
Bu anlayışların ikisi de bâtıldır. Birisi ifrat, diğeri de tefrittir. Ne tümüyle kayıtsız şartsız geçmişe teslim, ne de tümüyle geçmişi silmek doğrudur. İşin doğrusu, bugün bizler de Allah'ın kitabını anlamaya çalışmak zorundayız. Ama bu işi yaparken de geçmişi silerek değil, bilâkis Allah'ın Resulünden bugüne kadar Kur'an'la alâkalı, o âyetle alâkalı kim ne demişse, nasıl anlamışsa onlara da müracaat ederek bugün biz de anlayabildiğimiz kadarıyla Kur'an'ı anlamak zorundayız. Çünkü bu kitap, sadece onlara değil, bize de gelmiştir. Onların müslümanlık adına bu kitaptan sorumlu oldukları kadar, bizler de sorumluyuz. Onlardan kulluk isteyen Allah biz den de istemektedir. Öyleyse bugün biz de okuyup anlamaya çalışacağız bu kitabı ama, bizden öncekileri silmeden. Vallahi eğer şu kitap sadece bana gelmiş olsaydı, ilk defa bana gelmiş olsaydı, Rabbim direk bunu bana göndermiş olsaydı o zaman kimseyi takmaz sadece onu kendim anlar ve anladığım gibi uygulardım. Ama bu kitap ilk defa bana gelmemiş. Benden önce de Rasulullah efendimizden bu yana her dönem bunu anlayanlar ve yaşayanlar olmuş. Öyleyse elbette ben ukalâlık etmeyerek benden öncekilerin anlayışlarına da müracaat etmeliyim.