Kitap Beyanül Hak Tefsir, Kuranı Kerimin Nüzul Sırasına Göre Tefsiri
Yazar Prof. Dr. M. Zeki Duman
Yayınevi Fecr Yayınları
Kağıt - Cilt Şamua Ivory kağıt - 3 Cilt takım
Sayfa - Ebat 2.056 Sayfa - 16x24
Yayın Yılı 2020
Fecr Yayınevi nin yayınladığı, Prof. Dr. M. Zeki Duman tarafından yazılan Beyanül Hak Tefsir adlı kitabı nı incelemektesiniz.
3 Cilt Beyanül Hak Tefsir kitabı hakkında yorumları okuyup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satışı hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Beyanu’l Hak Kur’an-ı Kerim’in Nuzul Sırsasına Göre Tefsiri
Herkesin kolayca anlayabileceği bir dil,
Konu bütünlüğü sağlayan paragraf sistemi,
Teferruata girmeyen özlü bir anlatım,
Nüzul sırasına göre düzenlenmiş akıcı bir tefsir
ÜÇÜNCÜ BASKI HAKKINDA
Öncelikle merhumun oğulları olarak üçüncü baskının gecikmesinden ötürü okurlardan ve her daim arayıp soran dostlardan özürlerimizi kabul etmelerini diliyoruz.
Peygamber de "Ey Rabb'im! Benim kavmim bu Kur'an'ı kendinden mehcur bıraktı/uzak tuttu/hayatına sokmadı." diye şikayet edecektir. (Furkan 25/30)
Rasûlullah'ın bu şikayetine muhatab olmamak için babamız hayatını Kuran'ı anlamaya, yaşamaya ve onu anlatmaya adamıştı. Allah'ın vahyini, Rasûlullah'ın tebliğini mehcur bırakmadı. Aynı yolda olabilmek ümidiyle, biz de onun emeğini, bize bıraktığı değerli mirasını, Beyanul Hak tefsirini, mehcur bırakmamak adına gayret ettik. Bu gayretimiz sırasında, iyi niyetle yaklaştığımız bazı kişiler, yayıncılık açısından etik olmayan, esere ve müellife saygıdan uzak tavırlarla, bizi yarı yolda bıraksa da, Rabbimiz 3. baskısını yapmayı nasip etti.
Hayatında babamıza ve eserlerine gösterdiği saygı ve değeri, bu gayretlerimiz sırasında bizlerden de esirgemeyen Fecr Yayınevi ve Hüseyin Nazlıaydın beye, hizmetlerini devam ettirmede samimi gayretleri ve yardımları için Şahin Güven ağabeye teşekkürü bir borç biliriz.
"Müminleri ve imanda kendilerine tabi olan nesillerini de orada birbirlerine kavuşturacağız. Hiçbirinin amellerinden,asla bir şey eksiltmemişiz-dir; zira herkes kendi kazandığına karşılık alınmış bir rehindir.."
(Tur 52/21)
27 Kasım 2015 Duman Ailesi
İKİNCİ BASKIYI HAZIRLARKEN
Beyânu'l-Hak Kur'an-ı Kerim'in Nüzul Sırasına Göre Tefsiri adlı tefsirimizin ikinci baskısını yapmayı nasip eden Allah'a hamd olsun! Tüm muvaffakiyetler, ancak O'nunladır, sonuçlar da ona aittir. Biz de sadece O'na inandık ve sadece O'na dayanarak himmetimizi/gayretimizi, çalışmamızı sürdürdük, inşallah daha da sürdüreceğiz. O (c.c) da gereken inayeti gösterdi ve bu ikinci baskıyı yapmayı da müyesser kıldı.
Elhamdülillah! Rasûlüne ve onun âl ve eshabına da can u gönülden sonsuz salat ü selamlar olsun. Bedende varlığımız ve canımız Allah'tandır. Dinde canımız, gerçek varlığımız ve mümin kişiliğimiz ise, O'nun rasûlü, habibi, edibi Hz. Muhammed Mustafa'dandır. O, Allah'ın insanlara; özellikle müminlere büyük bir iyiliğidir. Zira onunla insanlık âlemi "gerçek insanlık nedir?" onu bildi, onunla müminler hakiki dirilişe erdi, onunla "Sırat-ı Müstakim"e ve gerçek kimliklerine kavuştular. Bu yüzden ona da sonsuz salat ü selamlar olsun, malımız, canımız ve bütün varlığımız kendisine feda olsun!
Birincisi ile karşılaştırma imkânı bulanlar, Beyânul Hakk'ın ikinci baskısının öncekinden hem şekil bakımından farklı hem de muhteva açısından biraz daha zengin olduğunu göreceklerdir. Bu farklılıkların, kıymetli okuyucularımızın -Allah kendilerinden razı olsun!- değerli katkılarıyla oluştuğunu söylemeliyim; eksik olmasınlar, lütfedip gerek bizzat gelerek, gerek mektup yazma zahmetinde bulunarak, gerek e-mail ile, gerekse telefon ve mesaj yoluyla ilettikleri tashihâtın ve isteklerinin bir sonucudur. Bu yakın ilgilerinden, takdir, bazen de hak etmediğim derecede taltif ifade eden sözlerinden, eleştirel düşüncelerinden ve samimi katkılarından ötürü bu okuyucularıma özellikle şükranlarımı arz ediyorum. Kendilerine en içten minnet duygularımı bildirmek istiyorum.
Bu ikinci baskıda değerli okuyucularımızdan alınan tüm eleştiri ve mesajlar da göz önünde bulundurularak:
- Tefsirin tamamı yeniden ve daha dikkatli bir biçimde okundu, gerekli düzeltmeler, açıklama ve ilaveler yapıldı.
-
- Yayınevinin yapmış olduğu şeklî değişikliklerin haricinde, Kur'an metninde yer yer görülen metin hataları, eksiklikler ve fazlalıklar düzeltildi.
- Kur'an metni, bilhassa yaşlılar için okumayı kolaylaştırmak maksadıyla biraz daha büyütüldü.
- Her cildin sonunda bulunan "Anahtar Kelimeler" Arapçayı bilen ve düşünüp anlamak isteyen okuyucuların işini kolaylaştırmak için paragraflar hâlindeki Kur'an metinlerinin hemen altına alındı.
- Yararlanılan eserler/kaynakça eklendi.
- Her cildin başına sureler alfabetik olarak yeniden sıralandı.
- Tefsirin sonuna "Son Söz" yerine, yine Kur'an'dan alınmış bir mesaj konuldu. Ondan önce de yaklaşık yirmi üç yıllık vahiy süreci özetlendi.
- Bir de vahiy süreci içerisinde Sahabe-i Kiram'ın eğitim-öğretim keyfiyeti Fetih suresinin en son ayeti ve ayetin sembolik ifadesinin tefsiri ile birlikte ikinci bir özet hâlinde nakledildi.
Geç Kalmış Zarurî Bir Açıklama!
Türkçe bir tefsirin başında "Beyânu'l-Hak" ismi, ister istemez "Neden?" sorusunu akla getirmiştir. Araştırmalarımız sonunda, İslâm âleminde bu ad ile yazılmış bir tefsire rastlayamadık. Sadece Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'lerin, Mehmet Akif'lerin de makalelerinin neşredildiği "Beyânu'l-Hak" namıyla bir mecmuanın yayımlandığını bilmekteyiz.
İsim, beyan ile hak kelimelerinin isim tamlaması şeklinde birbirine izafesiyle oluşturulmuş Arapça bir terkip! Fakat terkibi oluşturan kelimelerin her ikisi de hem Osmanlı döneminde, hem Cumhuriyet döneminde hem de günümüzde Türk okuyucusunun hiç de yabancı olmadıkları, hatta teker teker kelimeler hâlinde sıklıkla kullandıkları Türkleşmiş, Türkçeleşmiş ve özümsenmiş kelimelerdir. O sebeple milletimizin benimseyip özümsediği bu kelimelerden müteşekkil terkibin/adın günümüzdeki Türk okuyucusuna yabancı gelmeyeceğini düşündük. Çünkü "beyan" açıklamak anlamındadır. Türkçe'de sözlü ve yazılı dilde "beyan etmek" şeklinde sürekli kullanılmaktadır. "Hak" ise sözlükte, var ve varlığı gerçek olan anlamındadır. Bu yüzden Hak hem Cenab-ı Allah'ın esma ve sıfatlarındandır, hem Kur'an-ı Kerim'in isimi ve sıfatıdır, hem de realitenin, gerçeğin kendisidir. İşte bu gerekçelerle, yüce Mevla'mızın lütfedip ikinci baskısını da yayımlamayı müyesser kıldığı tefsirimize "Beyanul Hak" ismini koymayı uygun bulduk. Bugüne kadar da önemli bir eleştiri almadık...
Allahu veliyyü't-tevfîk Ni'me'l-Mevlâ ve Ni'me'r-refîk!
05 Eylül 2007
Prof. Dr. M. Zeki Duman
GİRİŞ
Elhamdülillah! Rasûlüne ve onun âl ve eshabına da can u gönülden sonsuz salat ü selamlar olsun. Bedende varlığımız ve canımız Allah'tandır. Dinde canımız, gerçek varlığımız ve mümin kişiliğimiz ise, O'nun Rasûlü, habibi, edibi Hz. Muhammed Mustafa'dandır. O, Allah'ın insanlara; özellikle müminlere büyük bir iyiliğidir. Zira onunla insanlık âlemi "gerçek insanlık nedir?" onu bildi, onunla müminler hakiki dirilişe erdi, onunla "Sırat-ı Müstakim"e ve gerçek kimliklerine kavuştular. Bu yüzden ona da sonsuz salat ü selamlar olsun, malımız, canımız ve bütün varlığımız kendisine feda olsun! Yüce Allah'ın lütfü, ihsanı ve inayetiyle tefsir çalışmamı tamamlamış bulunuyorum. Bu, Rabb'imin bana büyük bir lütfü ve hatalarımı -ki içtenlikle niyazım ve temennim budur- bağışladığı takdirde emsalsiz bir ihsanıdır. Bu lütfü ve imkânı bana bahşeden Allah'a hamdolsun. Zaten tüm övgüler, tüm şükürler, salavâtlar, tahiyyeler ve minnetler sadece O'nadır! O her türlü övgünün üstünde hamde layık ve yüceler yücesi tek ilâhtır. Güç ve başarı da ancak O'ndan ve O'nunladır. Eğer O lütfedip inayette bulunmayacak olsaydı, ben böyle bir işin yanına bile yaklaşamazdım. Bir insana, -ne kadar bilgili olursa olsun- Allah ile kulları arasında tercüman olma görevi, ancak peygamberler gibi insanların en seçkinlerine ve meleklere bahşedilmiş ilâhî bir lütuftur. Fakat, yükümlülük ve sorumluluk taşıyan bir kul olarak "Zikr'i insanlara beyan etme"[1] görevim, ister istemez, beni de bu yükümlülük altına sokmuş oldu. Elbette ben, bir gün Rabb'imin huzuruna döndürüleceğimi iyi bilmekteyim; çalışmam boyunca da bu bilinci asla terk etmedim. Hayatta olduğum sürece temennim, Süleyman'ın (as.) şu duasıdır:
"Rabb'im! Bana ve anneme, babama bahşettiğin nimetlere şükretmem ve Senin razı olacağın salih işler yapmam için bana daha fazla imkân ver, rahmetinle beni salih kullarının arasına kat. "[2]
"Muazzam Ahlâk"ı, "Âlemlere Rahmet" vasfı ve "Üsve-i Hasene" kişiliğiyle seçilmiş insanların en seçkini olan ve Allah tarafından, Ehl-i Kitap Yahudiler ve Hristiyanlar da dahil, dinli dinsiz, tebliğin ulaştığı tüm insanlara "...bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı, izniyle Allah'a bir davetçi, aydınlatıcı bir ışık olarak gönderilen..."[3] ve Allah'ın insanlık âlemine büyük bir lütfü olan sevgililer sevgilisi Hz. Muhammed Mustafa'ya ve onun âl-ü ashabına ve onlara tabi olanlara salât ve selamlar olsun! Ona yalnız ben ya da insanlık âlemi değil, tüm âlemler şükran ve minnet borçludur. Zira eğer onun, on üç yıl boyunca Mekke'de Kureyş'in, on yıl boyunca da Medine'de Yahudilerin ve Münafıkların düşünmeksizin yalanlamalarına, adice iftiralarına, korkunç tehditlerine, ağır hakaretlerine, yaralamalarına, hatta birçok defa öldürme teşebbüslerine rağmen, İslâm'ı tebliğ kararlılığı olmasaydı, "Amca! Onlar sağ elime Güneş'i sol elime de Ay'ı koysalar, ben yine de bu davamdan vazgeçmem..." diyen tavrı olmasaydı, Allah'ın dilemesi hariç, asla bir İslâm dünyası var olamayacağı gibi, insanlık âlemi de hiçbir zaman Orta Çağ'ın o karanlık zihniyetinden kurtulamazdı. İslâm'la insanlık şuuruna erişen hiçbir mümin İslâm dini ile müşerref olamazdı. Allah'a kulluk ve özgürlük bilinciyle yücelme imkânı bulamayan insanoğlu, ömrü boyunca kendine ve kendinden aşağı varlıklara kulluk etme zilletine mahkûm olurdu. Cenab-ı Hakk'a kul olmayan, Allah'a kullukla yücelmenin keyfini yaşayamazdı. Allah'tan başkasına kul olmama zevkine eremeyen insanoğlu, hürriyet de tadamazdı... Hasıl-ı kelâm, âlemlere rahmet ve insanlığa örnek vasıflarıyla Hz. Muhammed, Allah'ın insanlık âlemine, akıl nimetinden sonra, en büyük iyiliğidir.
Kur'an-ı Kerim, Arz'ın güncel ihtiyaçlarına cevap olmak üzere Arş'tan indirilmiş Allah kelâmıdır. Yüce Mevlâ'mız onu, en son elçisi Hz. Muhammed'e, Cebrail vasıtasıyla, yaklaşık yirmi üç yılda, pasajlar hâlinde, ayet ayet okunarak ve "Hak olarak (aslî hüviyetiyle) indirmiş, o da hak olarak (asli hüviyetini koruyarak) inmiştir."[4] "Arapça bir kur'an (okunan bir metin) olarak" indirildiği[5] için Kur'an, Arapça olan dili, lafzı, emsalsiz nazmı, manası ve beyanı ile "Kelâmullah"tır.[6] Elmalılı'nın da dediği gibi, "Kıraat/tilâvet olunan onun manası değil, manasını en beliğ surette ifade eden nazmıdır." Arapça ise, Kelâmullah'ın manasına göre nazmının mu'ciz bir şekilde telif edildiği lafzını teşkil etmektedir. O nedenle Kur'an-ı Kerim, beyanı da dahil mana, nazım, Arapça ve lafız ile birlikte insanlar için inzal edilmiş ilahî bir kitaptır. Bu dört unsurdan birinin olmadığı söz, ilahî vasfını koruyamadığı için "Kur'an" olamaz! Çünkü onun ilahîlik vasfı diğer dört unsurun hepsine nüfuz etmiş temel bir niteliktir. Mesela; her ikisi de hikmet'i içermesine rağmen, "Hadis" ile "Kur'an" arasındaki en belirgin fark, bizce buradadır... Onun yazıya geçirilmesi ve kitaplaşması da yine biri olmadan diğerinin olması imkânsız; öncekilerin tabiriyle birbirinin lazım-ı gayr-ı müfarıkı olan nazım ve mana ilişkisinin bir sonucudur. Elbette Allah'ın ezelî kelamının manası herhangi bir lafza ve yazıya tahsis edilemez. Zaten Allah'ın, her peygambere kendi kavminin dili ile vahiy göndermiş[7] olması da bunun delilidir. Ancak ezelî ve gayr-ı mahlûk vasfı ile tanzim edilmiş olan lafzı manasının, manası da lafzının aynası durumunda olan Nazm-ı Celil, indirilen lafızdan başka bir lisan ile tam olarak ne ifad edilebilir ne de başka bir dile tercümesi yapılır. Kur'an'ın, ancak tafsılî/tefsirî açıklaması mümkün ve caizdir.[8] İşte bu yüzden, insanlar ve cinler bir araya gelseler bile Kur'an'ın bir mislini, hatta bir pasajının mislini dahi vücuda getiremezler. Çünkü Kur'an, mûciz ve mu'ciz vasıflarına sahip ilahî bir kelâmdır.
Bu ilahî nitelikleri sebebiyle Kur'an'ı bir başka dilde tam manasıyla ifade etmek mümkün olmadığı gibi, "Bir sözün manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmek" anlamına gelen tercümesi de işin tabiatı icabı mümkün değildir. Binaenaleyh, Kur'an ya da herhangi bir metin, başka bir dile harfî/literal olarak tercüme edilemez. Kur'an'ın manası, Türkçe ya da başka bir dile ancak ayetleri yeterince açıklanarak ve tafsil edilerek aktarılabilir. Zira "Eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur'an yapsaydık: 'Hiç olmazsa ayetleri genişçe açıklansaydı ya! Bir Arab'a yabancı dilde bir Kur'an indirilir mi?!' derlerdi."[9] ayeti bizim için böyle bir tefsir ve tafsilin imkânına ve gerekliliğine işaret ettiği kanaatindeyiz. O hâlde Kur'an-ı Kerim, Türkçeye ya da başka bir dile ancak geniş açıklamasıyla birlikte nakledilmelidir. Kur'an'ın, tafsilatlı açıklaması yapılmadan başka bir dile çevrilmesinin faydadan çok zarar getireceği söylenebilir. Nitekim, her dildeki Kur'an çevirilerinin ya da meallerinin, okuyucuyu tatmin etmeyişinin, yanıltmasının, hatta yer yer fahiş denilebilecek hatalar içermesinin bizce en bariz nedeni, böyle bir yöntem sorunu olmalıdır.
A. Neden Yeni Bir Tefsir?
Çünkü Türkiye'de yayımlanmış olan tercüme veya telif meal ve tefsirlerden; meallerin maksut manayı Türkçeye yansıtma ve açıklamadaki yetersizlikleri, tefsirlerinse ihtiyaçtan fazla bilgilerle uzatılmış olmaları; dolayısıyla Kur'an'ın bütün hâlinde ve tam olarak anlaşılamama sorunu, sürekli şikayet konusudur. Ayrıca tercüme ve telif meallerde surelerin sıralanışı, nüzul sırasına göre değildir. Ayetler, çoğunlukla bağlamlarından kopuk, önünde bulundurulmamaktadır. Konular Kur'an bütünlüğü içerisinde teker teker ele alınıp işlenilmemektedir. Yapılan açıklamalar, genelde bir önceki ya da bir sonraki ayeti ya da ayetleri kapsamamaktadır. Çoğu birbirinden kopya edilmekte, dolayısıyla anlayış ya da çeviri hataları da müteselsil olarak devam etmektedir. Tefsirler ise, mealler gibi, hepsi de iyi niyetin, ciddî bir gayretin ve sorumluluk bilincinin ürünleri olarak büyük emek mahsulü, son derece önemli çalışmalardır. Ancak çoğunlukla her birisinin beş on cilt civarında olması, ayetle ilgili ilgisiz pek çok açıklamaları içermesi ve önemli konuları bütüncül açıdan ele alıp tatmin edici açıklamalar getirmemesi; daha da ilginci, ayetlerin evrensel ve güncel niteliklerinin yeterince yansıtılmaması gibi nedenlerle okuyucuyu tatmin etmek bir yana, usandırmakta ve Kur'an'ı baştan sonuna kadar okuyup anlama şevkini ya azaltmakta ya da tamamen kırmaktadır.
Elinizdeki hem meal hem tefsir tarzında kaleme alınmış olan şu üç ciltlik eser ise, otuz iki yılı aşan meslekî hayattan, yirmi sekiz yıllık akademik geçmişin kazandırdığı tefsir bilincinin/nosyonunun ve yaklaşık altı yıllık yoğun ve aralıksız bir çalışmanın ürünüdür. Son iki yılı, tekrar tekrar okunarak ayetlerdeki kelimeler arası ve pasajlardaki tematik paragraflar arası inceliklerin araştırılıp en uygun bir dil ile Türkçeye yansıtılma çabasıyla geçirilmiştir. İncelendiğinde, bazı yönleriyle ülkemizde, bazı yönleriyle de İslâm dünyasında ilk olduğu görülecek olan bu çalışmanın, aynı zamanda tefsir ilminde bugüne dek derli toplu olarak kaleme alınmamış olan tefsir yöntemini (uygulamalı metod bilgisini) de içermekte olduğu görülecektir. Tefsirimizin özelliklerini sıralamadan önce tefsir ve te'vil anlayışımızı da burada belirtmekte yarar vardır. Çünkü biz insanlar kavramlarla anlaşır ve düşünürüz. Dolayısıyla kavramlar, iletişim ve düşünce hayatımızın vazgeçilmez yapı taşlarıdır. Sağlıklı bir iletişim ve düşünce de ancak içerikleri doğru ve tam olarak doldurulmuş sağlıklı kavramlarla mümkündür. "Tefsir ve Te'vil'de Temel İlkeler"den söz edebilmek için öncelikle, tefsir ve te'vil'den maksadımız nedir ve bu iki kavramdan biz neyi anlamaktayız; onların açıklığa kavuşturulması gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü bilhassa günümüzde, "Kur'an'ın yorumu" veya "Kur'an'ın falana göre yorumu" ya da "Kur'an'daki namaz emrinin alevî kültüründeki yorumu" şeklinde içeriği farklı kesimlerce ve farklı olarak doldurulan bir yorum kavramı bazen tefsir bazen de te'vil yerine sıkça kullanılmakta, fakat yapılan yorumlar çoğu zaman tefsiri de te'vili de yansıtmamaktadırlar...
[2] Nemi, 27/19. Ayrıca bkz. Ahkaf, 46/15,16.
s Yusuf, 12/2.
&Krş. Kıyame, 75/16-19.
s Krş. Fussilet, 41/44.
KURAN'I ANLAMANIN KOLAY YOLU
Tefsirin Özellikleri
1- Bu tefsirde, İmam Gazalî’nin, “ Tefsirde iktisat mertebesi, Kur’an’ın üç misline baliğ olan tefsirdir; bundan daha fazlası hem ihtiyaç değildir hem de ömrü onunla geçirmeye değmez…” (Gazalî, İhya, I/40) görüşü ilke edinilmiş ve “Tefsir’de İktisat” yolu seçilmiştir.
2- Kur’an, üzerinde dura dura okunup özümsenerek anlaşılsın ve yaşansın diye yaklaşık yirmi üç yılda pasajlar hâlinde, bölüm bölüm indirilmiştir. Amacı, eğitim ve öğretim yoluyla insanın değerini ve kalitesini yükseltip daha sonra “Âdil bir toplum” ve “İnsanlar için çıkartılmış en iyi/en medenî bir toplum” şeklinde nitelendirilip örnek gösterilecek olan yeryüzünün, gerçekten bağımsız ve en medenî toplumunu vücuda getirmektir. Abdullah İbn Mes’ud, Übey b. Ka’b ve Abdullah b. Ömer gibi birden fazla sahabe demiştir ki: “Biz Kur’an’ı on ayet on ayet okurduk; her on ayeti iyice okumadan ve özümseyip yaşamadan yeni bir on ayet almazdık.” Onların bu sözleri de Kur’an-ı Kerim’i, tilâvetin hakkını vererek, indiriliş amacına ve yöntemine uygun olarak okuduklarını ve özümseyerek yaşadıklarını ifade etmektedir. Biz de surelerin sıralanışında, sahabenin, -teşbihte hata olmasın- ilk mektepten, hatta ana okulundan başlayıp üniversiteden mezun oluncaya kadar kademe kademe devam eden eğitim ve öğretim sürecini göz önünde bulunduran ve onların mümin kişiliklerini ve adalet vasfıyla birlikte en medenî niteliklerini derece derece inşa edip insanlık kalitelerini yücelten indiriliş yöntemini esas aldık ve sureleri nüzul sırasına göre tefsir etmeye çalıştık. Şunu da belirtmeliyiz ki surelerin sıralanışı, Hz. Osman’ın kendisine nispet edilen mushafa göredir. Fakat Hz. Osman’ın Mushaf’ındaki 114 surenin sıralanışında, hissedilen lüzum üzerine az da olsa değişiklik yapılmış ve bazı sureler öne ya da geriye alınmıştır. Meselâ; Fatiha suresi, beşinci sırada indirilmiş olmasına rağmen hem toptan indirilen ilk sure olması hem de adından dolayı başa alınmıştır. Önce Mekke’de indirilen 91 Mekkî Sure, sonra da Medine’de indirilen 23 Medenî Sure nüzul tarihi esasına göre dizilmiştir. Bu sıralama kesin olmayıp diğer nüshalar gibi, büyük oranda tahminîdir.
3- Her surenin meal ve tefsiri nden önce, o sureyi oku yucuya tanıtmak ve dikkatlerini surenin tarihî bağlam ve anlamı üzerine teksif etmek maksadıyla surenin tarihî/kültürel arka plânını, varsa şayet, özel nüzul sebebini de kapsayacak şekilde muhtevasıyla ilgili -bir ya da iki; bir kaç surede ise üç dört sayfa hâlinde- özet bilgi verilmiştir.
4- Her ayet/pasaj indirildiği zaman, zemin, şart ve durumlar çerçevesinde anlaşılmaya çalışılmış; Mekke’de indirilen pasajlara Mekke’deki, Medine’de indirilenlere de Medine’deki tarihî kültürel bağlam göz önünde bulundurularak mana verilmiştir. Zira inzal edilen her ayet/pasaj, evrensel niteliğiyle birlikte indirildiği zaman, mekân ve şartların arz ettiği ihtiyaca verilmiş ilâhî bir cevaptır...
5- Tarihsel vasfına rağmen, Kuran insana ve onun temel ihtiyaçlarına hitap eden, aklı kullanmayı ve tefekkürü teşvik eden, güzel ahlâkı ve gelişerek değişmeyi amaç edinen; “bilimsel,” evrensel, daima çağdaş ve güncel vasıfları ile birlikte, hep hitap eden ve edilen ilişkisi içerisinde okunmuş, imkân ölçüsünce Kelamullah’ın eleştirici, etkileyici, yönlendirici, geliştirici ve değiştirici öznelliği korunarak yansıtılmaya çalışılmıştır. Okuyucu ile “Kelamullah” arasında sürekli, bütüncül ve sağlıklı bir iletişimin korunmasına dikkat edilmiştir.
6- Kur’an, Arapça’dan başka bir dile nakledilirken mutlaka ayetlerinin tahlil ve tafsil edilip açıklanma durumu nedeniyle, tefsir ve tevile ihtiyaç duyulan yerlerde ayetin söylediği ya da söylemek istediği manaya uygun açıklamalar yapılmıştır. Fakat gereksiz uzatmalar, polemiklere sebep olacak lüzumsuz tartışmalar, mesnetsiz görüşler ve sıhhati belirsiz rivayetlerden büyük ölçüde sarf-ı nazar edilerek maksadı aşan uzun bir tefsir hatasına düşülmemeye gayret gösterilmiştir. Ayetlerin dil bilim ve metin yönünden tahlili/irabı mutlaka ve azamî ölçüde kusursuz ve tam olarak yapılmaya çalışılmış; fakat bu kısım, tefsire sadece mana olarak aksettirilmiştir.
7- Her ayete, numaralarına göre müstakil birer ayet olarak değil, belli bir manayı, belli bir maksadı ya da hükmü ifade eden ayetten/ayetlerden oluşturulmuş tematik paragraflar hâlinde ve Resûlullah’a (s.a.v.) bir vahiy hâlinde/celsede indirilen pasaj bütünlüğü göz önünde bulundurularak mana verilmiştir. Özellikle bu iki yöntem sebebiyle pek çok müfessirin düştüğü anlama hatasına düşmekten korunulmuş ve birçok meal ve tefsir deki hatalar da düzeltilmiştir.
8- Her kelimenin, ancak bağlamında anlam kazandığı; ayetlerinse ya kendi bütünlükleri ya siyak ve sibak bütünlükleri ya pasaj bütünlükleri ya da tarihî arka plân ve Sünnet de dahil, Kur’an bütünlüğü içerisinde murat edilen manayı ifade ettikleri bilinmektedir. O nedenle ayetler, -tarihî bağlamları da dahil zarf mazruf ilişkisi içerisinde- önce ayet bütünlüğü, değilse siyak sibak bütünlüğü, değilse pasaj bütünlüğü, bu da olmazsa Kur’an bütünlüğü ve dinî telâkki/sünnet de göz önünde bulundurularak anlaşılmaya çalışılmıştır. Zira pek çok ayetin, siyak ve sibakıyla birlikte tamamı görülmeden; hatta pasaj bütünlüğü, gerekirse tarihî arka plânı ve sünnet de dahil Kur’an bütünlüğü göz önüne alınmadan maksadına uygun olarak anlaşıldığı söylenemez. Yani bir ayetin, müstakil olarak veya bölünerek yahut da içinden bir kısmı göz ardı edilerek ya da metin dışı bağlamı dikkate alınmaksızın parçacı/atomize bir yaklaşımla okunması hâlinde, maksadı aşan, hatta İslâm’ın ilkelerine aykırı manaların ortaya çıkma olasılığı büyüktür! Maksut mananın anlaşılmasını kolaylaştırıcı bu okuyuş yöntemimiz (tematik paragraflar ve pasaj bütünlüğü) ile her kelime kendi bağlamında, her ayet siyak sibak bütünlüğü içerisinde oluşturduğu metin ve mana bağlamında değerlendirilmiş; ayet ya da ayetlerdeki mana bilgiye; özellikle uygulanabilir bir bilgiye dönüştürülmüştür. Böylece ayetin lafzındaki kelime ya da cümleciklere, -daha önceki meal ve tefsirlerde sıkça rastlanan- metin içi ve metin dışı bağlamlarından kopuk ve maksadını aşan mana verme hatasından büyük ölçüde sakınıldığı gibi ayette söylenen ya da söylenmek istenen anlam/bilgi apaçık ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca yapılan parantez arası ya da eğik çizgi (/) ilaveleriyle kast edilen mana daha net anlaşılır hâle getirilmeye çalışılmıştır.
9- Ayetin literal anlamından ziyade, büyük ölçüde lafzındaki manasının, ifade tarzıyla, vurgusuyla, ses ve söz uyumuyla birlikte tam ve isabetli bir biçimde Türkçeye yansıtılmasına ve açık seçikliğine özen gösterilmiştir. Ayetlerden çıkarımlar yapmak ya da ikincil, üçüncül ve daha ziyade manalar ve hükümler tespit etme işi, genelde okuyucuya bırakılmıştır.
10- Kuran’ın tematik paragraflar ve pasaj bütünlüğü yöntemiyle okunması, Mekkî surelerde “Medenî,” Medenî surelerde “Mekkî” ayetlerin yer aldığı görüşünün isabetli olmadığı; harf ve kıraat farklılıklarının manayı etkilemediği, “Nesh”e delil gösterilen ayetlerdeki ayet ve nesh, insa, imha, tebdil gibi kavramların Kur’an’daki ahkâm ayetlerini kapsamadığı, dolayısıyla Kelâmullah’ta metni veya hükmü mensuh/kaldırılmış ayetin yer almadığı; özellikle de Bakara suresinin 238., Âl-i İmran suresinin 130., Kıyame suresinin 16-19. ayetleri gibi, bulundukları yerlerde anlamsız(!) olduğu iddia edilen ayetlerin yerlerinde ne kadar anlamlı oldukları ve bir kısım ayetlerde geçen müteşâbihlerin ayette kast edilen manaların anlaşılmalarına mani değil, aksine daha açık ve net olarak kavranmalarına sebep olduğu gibi pek çok gerçeğe de ışık tutulmuştur. Bu gerçekler yeri geldikçe delilleriyle birlikte açıklanmıştır.
11- İzaha ihtiyaç duyulan ayetler ve kavramlar hakkında, Kur’an’daki konu bütünlükleri de göz önünde bulundurularak gerekli ve metne uygun açıklamalar, “Tefsir” başlığı altında, izahı gereken kelime ve kavramın sonunda daire içinde verilen numaralarla mealden hemen sonra izah edilmiştir. Bazen de açıklamalar “Bkz.” şeklindeki atıflar ile dipnota havale edilmiştir. İlmî, dinî, hukukî, siyasî, sosyal, ahlakî konulara dil, Kur’an, Hadis, Sahabe ve tahkik ehli müfessirler ve ilim adamlarının görüşleriyle açıklamalar getirilmiştir. Açıklamalar, çoğunlukla konunun ilk geçtiği veya ağırlıklı olarak anlatıldığı surede yapılmıştır. Böylece hem itikat, ibadet ahlâk, hukuk ve sosyal ilişkileri kapsayan konularıyla “İlmihâl” bilgileri hem “usul” ile birlikte “Kur’an İlimleri” bilgisi hem de “Kavram” bilgileri verilmiştir.
12- Ayetler, tekrar tekrar okunarak, dil imkânları ölçüsünce, metne en uygun Türkçe karşılık bulunup verilmeye çalışılmıştır. Ayetlerdeki edebî ve mecazî/sanatsal ifadeler; cümle ve cümlecikler arası teknik ilişkiler tespit edilerek gözlemlenebilen incelikler ve vurgular meal kısmında yansıtılmaya çalışılmıştır. Arapların söyleyiş biçimi/mentalite ile Türklerin söyleyişindeki farklılıklar da göz önünde bulundurularak cümledeki vurgunun yerinde gösterilmesi gayretiyle ögelerin dizilişlerinde zorunlu değişikliklere gidildiği olmuştur.
13- Ayetin lafzındaki mananın, tarihî bağlamı da dahil zarf mazruf ilişkisi içerisinde ve ayet bütünlükleri de göz önünde bulundurularak anlaşılmaya çalışılması gerektiğini yukarıda zikretmiştik. Ayetlerin ancak bu yöntemle anlaşılabilecek manaları, bazı tefsir ve meallerde görüldüğü üzere, isnat zincirleri tahkik edilerek sıhhatleri tespit edilmemiş, mana ve maksatları Kur’an’a arz edilip tenkide tabi tutulmamış olan “Esbab-ı Nüzul”lere ya da rivayetlere feda edilmemiştir. Metin içi bağlam ve/veya tarihî/kültürel bağlam göz önünde bulundurulduğu takdirde o lafızdan elde edilemeyecek, diğer bir ifade ile o zarftan çıkmayacak ya da o zarfa konulamayacak bir mana verilmemeye azamî derecede özen gösterilmiştir. Bu hususta çok önemli örnekler/hatalar olmaları bakımından Bakara, 2/284., Nisa, 4/15, 16., Maide, 5/93 ve Nur, 24/3. ayetleri hakkında nakledilen rivayetler ile Şûrâ suresinin 23. ve Zilzal suresinin 7,8. ayetlerine verilen manalar diğer meal ve tefsirlerle kıyaslanarak gözden geçirilebilir.
14- Bir kısım ayetler Esbab-ı Nüzul; Resûlullah’ın kavlî, fiilî ve takrirî sünnetleri; sahabe, tabiûn, tahkik ehli müfessirler ve ilim adamlarının görüşleriyle açıklanmıştır. Ancak daha ziyade Kur’an’ın Kur’an’la ve tespit edilebildiği ölçüde Hadis ile açıklanmasına gayret gösterilmiştir. Bir ayetin ya da pasajın söylediği ya da söylemek istediği mana başka ayet ya da ayetlerle açıklığa kavuşturulabilmişse, artık bu mana, Resûlullah’ın fem-i muhsinlerinden/ağızlarından çıkıp çıkmadığı kesin olarak bilinmeyen, aslının olup olmadığı araştırılmamış olan bir sahabe sözü ya da kişisel görüş sebebiyle terk edilmemiştir.
15- Allah kelâmı olan Kur’an’ın tamamı hikmettir. Resûlullah’ın, Kur’an’a ittibaen hayata geçirdiği itikadî, ahlâkî, hukukî, ferdî, sosyal, siyasî ve edebî uygulamalarının hepsi Kur’an’ın te’vilidir. Hz. Peygamber’in kavlî, fiilî ve takrirî sünnetleri ise, vahyin kontrolü altında gerçekleşmiş, “Abese ve tevellâ…” ve “Afâ Allahu anke lime ezinte lehüm?” gibi, hikmete uygun düşmediği için vahiy yoluyla uyarılmış olan yaklaşık beş on davranış hariç tamamı vahyin takrirî onayından geçmiş salt hikmettir. O nedenle “sünnet,” lafız, mana ve beyan olarak inzal edilen Kur’an’ın, diğer bir ifade ile İslâm’ın -insana bakan yönüyle- hayata intikal ettirilmiş pratiğinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla sünneti Kur’an’dan ayrı düşünmek, diğer bir deyişle, sünneti dışlamak, en iyimser ifadesiyle, Kur’an’ı ve Allah’ın elçisini yeterince tanımamak demek olur. Zira Cenab-ı Allah buyurmuştur ki: “Allah’ın elçisine itaat eden, kesinlikle Allah’a itaat etmiş olur!” “De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın.” ayetlerinin mefhum-u muhalifince, “Sünnet”i dışlayan kimse, Kur’an’ı da dışlamış sayılır.
Fakat dindeki bu gerçeğe ve Buharî, Müslim, Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizî, Neseî… gibi hadisleri derleyip hadis mecmualarını vücuda getiren alimlerin sahihini sakiminden, sahih olmayanından ayırma hususunda gösterdikleri azamî titizliğin bilinmesine rağmen, “hadis” diye nakledilen rivayetlerin bir kısmında, herhangi bir biçimde sıhhat sorununun olduğu da ehlince bilinmektedir! Bu durum, elbette hadislere şüpheyle bakmayı ve reddetmeyi gerektirmez; ancak tefsirimizde, Nisa suresinin on beş ve on altıncı, Nur suresinin de ikinci ve üçüncü ayetlerinde olduğu gibi, ayetin lafzına, metin içi ve metin dışı bağlamlarına ve Kur’an bütünlüğüne ters düşen rivayetler ayetin lafzındaki manaya tercih edilmemiştir, edilemez de... Çünkü Yahya b. Ebî Kesir’in: “Sünnet Kur’an’a kadîdir; Kitap ise, sünnete kâdî değildir.” sözü, ancak Resûlullah hayatta iken ve “Büyük fitne” adı verilen Hz. Osman’ın şahâdetinden sonra ortaya çıkan olaylardan/savaşlardan önce anlamlıdır; fakat hatasını savunma, taassupla mezhebinin görüşünü destekleme ya da terğib ve terhib gibi iyi niyetli amaçlarla da olsa hadis uydurma geleneği başladıktan sonra, artık bu söze ayetleri tefsir bağlamında oldukça temkinli yaklaşılmalıdır. İşte bu düşünce ile bir kısım ayetlerin tefsirinde “Hadis” ya da “Sahabe Sözü” olarak gelen rivayet ve görüşlere son derece dikkat edilmiştir ve edilmesi gerektiğine inanmaktayız.
16- Sahabe devrinden itibaren Kur’an ve sünnete dayalı olarak yapılan tefsirler ise, Kelâmullah ve Sünnet-i Resûlullah şeklinde Kur’an ve sahih sünneti, bir merdivenin değişmeyen iki ayağı gibi esas alıp ikisine de dayanarak onların arasında üst üste yükselen basamaklara benzetilebilirler. Her alttaki basamak bir üstteki için, “Arabiyyün mübîn” olan Kur’an’ın aslî dilini ve özgün manasını koruyan sağlam bir zemin oluştururken aynı zamanda çağının ilim, kültür ve anlayış düzeyini de bize yansıtmaktadırlar. İçinde yaşadığımız şu çağda yapılan tefsirlerin müfessirleri bu merdivenin on dördüncü basamağına ayaklarını koymuş ve kendi çağdaş ilmî, kültürel gelişim ve anlayış düzeyleriyle Kur’an’ı okuma ve asrın idrakine yansıtılan on beşinci basamağı inşa çabası içerisindedirler. Hiçbir müfessir, tefsir geleneğinden ve asrının ilim, kültür ve anlayışından bağımsız olarak tefsirde bir üst basamağa bir bilgi koyamaz. “İbnüzzeman” Türkçe ifadesiyle “Asrının çocuğu” olan hiçbir tahkik ehli müfessir, yaşadığı çağdan soyutlanmış, boş bir zihin ile Kur’an’a yaklaşamaz. Her müfessir, mutlaka bir eli Kelâmullah’ta, öbürü Sünnet-i Resûlüllah’ta, ayakları öncekilerin yükselttiği en üst basamakta bulunup gözleri de ileriye bakarak yaşadığı çağı temsil edecek olan gelecek basamağı inşa ederek tefsire katkıda bulunmaktadır. Doğal olarak hiçbir tefsir ve hiçbir asrın tefsir birikimi, asla Kur’an’ın en son söylenmiş sözü olamaz. Her çağın idraki, ancak çağının ilim ve kültür düzeyiyle bağlantılıdır; çağı aşan parlak görüşler olacaktır, ancak her çağın isabetli anlayış ve görüşlerinden bir kısmı, gelişmekte olan ilmî düzeye paralel olarak gelecek çağlarda gelişen daha isabetli görüşleri yanında sönük kalabileceği ihtimali de göz ardı edilemez. Kaldı ki Kur’an’dan elde edilecek manalar tefsirlerle tüketilemez. Zira: “Yeryüzündeki tüm ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve bunlara yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın sözleri yazılmakla tüketilemez.” (Lokman, 31/27) Bu tefsirde de Allah’ın kelâmı olan Kur’an, işte bu anlayışla ve Allah’ın inayeti ile tefsir edilmeye çalışılmıştır.
17- Modernitenin getirdiği esintilerle Kur’an’da bazı ayetlerin/konuların sorgulanarak tartışıldığı ve tefsir bilincine/nosyonuna sahip ya da değil, ilgili veya ilgisiz bir kısım insanlar tarafından modernizmin etkisi ile bu ayetlere maksadını aşacak tarzda yorumlar getirildiği bilinmektedir. Bu tefsirde de bu ayetlere/konulara yer verilmiş; hâlen tartışılmakta olduğu için diğer ayetlere nazaran belki daha fazla üzerinde durulmuştur; ancak hiçbir ayete, batı uygarlığının üretmiş olduğu anlayışa ve ülkemizdeki savunucularının görüşlerine uygun düşsün veya Kur’an’dan ona bir meşruiyet zemini kazandırılsın ya da Kur’an -hâşâ- yüceltilsin diye maksadı aşan bir mana verme çabası içerisine girilmemiştir.
18- Daha önceki meşhur/yaygın meâl ve tefsirlerde tespit edilen bir kısım bariz yaklaşım ve metod hataları, metne aykırı ya da maksadını aşan anlayışlar ve uygulamaya yönelik açıklamalar vs. polemiğe imkân verebilir endişesiyle örnek gösterilerek eleştiri konusu yapılmamıştır. Ancak ayetin lafzına en uygun mana verilmiş, verilen mana aklî ya da naklî sağlam delillerle temellendirilmiştir. Sözgelimi; son devir âlimlerindeki nesh ve muhkem müteşabih anlayışı, kurbanın vücubiyeti, seferilik ve seferde namaz, zina suçunun cezası, zerre ağırlığınca hayır işleyenin de şer işleyenin de (ahirette karşılığını) göreceği ile ilgili ayetler bu açıdan incelenebilir.
19- Arapça bilen okuyucuların, ayetlere verilen manaları tekrar düşünmelerini kolaylaştırmak amacıyla orijinal metinden hemen sonra anahtar kelimelerin sözlük anlamları, Arapça yazılış ve Türkçe okunuşları ile birlikte verilmiştir. Aynı kelimeler, farklı bağlamlarda farklı anlamlarda kullanıldıkları gerçeğinden hareketle tekrarlar lüzumsuz addedilmemelidir.
20- İmkân ölçüsünce sade ve akıcı bir dil, her düzeyden insanın anlayacağı ifade biçimi ve anlamayı kolaylaştırıcı bir üslup ile Kur’an Türk okuyucusunun özellikle genç neslin anlayışına yaklaştırılmaya çalışılmıştır. O nedenle yazımda “Türk Dil Kurumu Sözlüğü” ve “İmla Kılavuzu”nun en son baskıları esas alınmıştır. Dilimizde kullanıla kullanıla lisanımızın öz malı olmuş kalem, kitap, namaz, ezan, ibadet, iman, küfür gibi pek çok Arapça ve Farsça kökenli kelimeler dışında azamî derecede Türkçe kelimeler kullanılmaya çalışılmıştır. Bazen gök, bazen sema; bazen yerküre, bazen arz gibi kelimeler kullanılmışsa, her ikisinin de dilimizde yaygın olarak kullanılmasından ve bu eserin gelecek nesillere dil bakımından bir köprü oluşturması arzusundandır. Hamd, Rab, âlem, iman, küfür, cennet, cehennem gibi Türkçemizde karşılığı bir kelimeyle değil, ancak birden fazla cümle ve cümleciklerle tarif edilebilecek kavramlar olduğu gibi kullanılmış, ama genelde ilk geçtiği yerde gerektiği ölçüde açıklamaları yapılmıştır. Yerine göre “Sırat-ı Müstakim,” yerine göre de “Doğru yol” tabirlerinin kullanmasından da çekinilmemiştir. Maksat, hem dilimizin geçmişten gelen zenginliğini korumak hem de -tam olarak karşılamasa bile- yaygın Türkçe kelimeleri ihmal etmemektir. Bu arada Türkçede kelime üretme kurallarına uygun olarak -Türk Dil Kurumu Sözlüğünde bulunmayan- üç kelime üretilip lisanımıza kazandırılmıştır. Bunlar; yerimsemek, cennetliler ve cehennemliler tabirleridir.
21- Cümle kuruluşlarında, metnin anlaşılmasında Arapçasına; dilimize aktarılmasında ise Türkçe ifade biçimine önem verilmiştir. Özellikle cümlede söylenmek istenen mana ve vurgu esas alınmış ve çeviri asıl metindeki nahiv kuralına göre değil kendi lisanımızdaki söz dizimi ve söyleyiş biçimine göre yapılmıştır. Noktalama işaretlerine azamî derecede dikkat edilmiştir. Ünlem ve üç nokta işaretlerinin çok sık kullanılmış olmaları, Kur’an’ın yazılı bir kitap değil sözlü bir hitap şeklinde indirilmesinden ve farklı durumlara göre oldukça canlı hitap tarzlarını içermesinden kaynaklanmaktadır.
22- Allah Teala Kur’an’da, “Ve nusarrif’ul-âyât” tabiriyle muhataplarının anlamalarını kolaylaştırmak için Arap dilinin özel ve evrensel tüm imkânlarını kullanmış ve çeşitli bakış açılarına göre ayetlerini farklı perspektiflerden açıklamış ve anlaşılır kılmıştır. Kelimeleri, yerine göre lafzî hakikî manada, icap ettiği yerde mecazî manalarda kullanmıştır. Sözgelimi; bir manayı bazen teşbihler, temsiller, darb-ı meseller, telmihler, kinayeler, istiareler ve kıssalarla canlı ve etkili bir biçimde anlatırken, bazen de sembolik bir dil kullanarak, hatta tahyilî/varsayıma dayalı ifadelere yer vererek soyut manayı somut ve tecrübe edilebilir bir yolla idraklere arz etmiştir. Bu tefsirde de dilimizin özel ve evrensel imkânlarından azamî derecede yararlanılarak ayetlerdeki mana ve maksat, idraklere arz edilen perspektiflere ve ifade biçimlerine göre açıklanmaya çalışılmıştır. Eğer bir ayetin anlaşılmasında katkısı olacaksa, zaman zaman kendi deyimlerimizi, özdeyişlerimizi, atasözlerimizi, darb-ı mesellerimizi, şiirlerimizi kullanmaktan çekinilmemiştir.
Sözgelimi, yeri gelmiş “Kılıçtan keskin dillerini kınlarından çekerler!” yeri de gelmiş savaşa gitmeyip oturanlar için “kadınlar gibi evlerinde otursunlar!” özdeyişlerimizi kullanmışızdır. Hatta Kur’an’ın kullandığı deyim ya da özdeyiş, eğer bizim lisanımızda farklı bir ifade ile söylenmişse, aslına işaret etmek şartıyla, kendi deyimimiz ya da özdeyişimiz tercih edilmiştir. Mesela yapılan uyarılara aldırış etmeyenler hakkında ayette: “Allah’ın Kitabını sırtlarının ötesine/gerisine attılar.” deyimi Türkçemizdeki “Allah’ın ayetlerine kulak asmadılar” veya “Allah’ın ayetlerini kulak ardına attılar.” şeklinde karşılanmıştır. Müslümanların Uhud savaşında mağlubiyetlerinin tahlili yapılırken Allah Teala şöyle diyordu: “O vakit siz, Peygamber de öbürleri arasında sizi çağırdığı hâlde hiç kimseye dönüp bakmadan dağa yukarı kaçıyordunuz! Ne kaybettiklerinize acıyasınız ne de başınıza gelenlere üzülesiniz diye Allah size keder üstüne keder vermişti. Allah tüm yaptıklarınızdan haberdardır.” Bu ayetteki “Keder üstüne keder”in verilmesi, lisanımızdaki “Acı acıyı, su da sancıyı keser.” deyimi ve “Allah beterinden sakınsın” özdeyişi ile açıklanmaya çalışılmıştır.
23- Başlangıçtan bugüne dek yazılmış birçok tefsirden ve sayılı birkaç mealden yararlanılmıştır. (Allah, yararlandığım tüm ilim adamlarından razı olsun!) Fakat, onlardaki bilgiler, asla olduğu gibi nakledilmemiştir. Ayete verilen mana mutlaka, siyak ve sibak bütünlüğü, ihtiyaç duyulduğunda Kur’an bütünlüğü ve tarihî arka plân da göz önünde bulundurularak yeniden gözden geçirilmiş, sistematik tenkide tabi tutulmuş ve bir kısmı çağdaş bilim perspektifinden değerlendirilmiştir. Kelimenin lügat anlamına ve çağdaş bilimin ispat edilmiş ve realiteye uygun verilerine ters düşen bilgilere yer vermemeye özen gösterilmiştir. Sözgelimi; “Alâk” kelimesi, önceki tefsirlerde olduğu gibi “Kan pıhtısı” olarak değil dipnotta kavramın içeriği/mahiyeti açıklanmak şartıyla, “Rahme tutunan” olarak tefsir edilmiştir. Aynı konuda “Nutfe” karşılığında sperm; “Nutfetün emşac” karşılığında zigot gibi kavramlar dil ve bilimsel realite yönünden bilinerek ve temellendirilerek kullanılmışlardır.
Denilir ki: “Kur’an yorumcusunun, objektifliği sağlayan metodolojik hassasiyeti zaman zaman bir tarafa bıraktığı ve toplumsal kişiliği ile bağlantılı olarak sübjektif değer ve yargılarını ön plâna çıkardığı müşahede edilmektedir.” Bu tespit doğrudur. Ama ben, ne geleneğe körü körüne saygı taassubuyla ne de çağdaş fikrî akım ve söylemlerin etkisiyle “Metodolojik hassasiyetten” ve kendime özgü sorgulayıcı ve eleştirel yaklaşımımla Kur’an’ın metninden anlayabildiğim hakikati yansıtma prensibimden asla sapmadım. İlim adamlarına saygı ile ilme saygıyı da bir tutmadım. Çalışmam boyunca korumaya çalıştığım kendi kimliğimle, mümin kişiliğimle, Allah’tan başkasına kul olmama bilincimle, -asla yeterli görmediğim- ilmî kapasitemle, yükümlülük ve sorumluluk şuurumla, Hak’tan ve hakikatten uzak düşmeme arzu ve gayretimle Allah’ın Kelâmı'ndan anladıklarımı ve sağlam delillerle temellendirebildiklerimi yazmaya çalıştım. Lafızdan muhtemel olsa ve gönlümce güzel görülse bile, metinsel ve tarihsel bağlamları da göz önünde bulundurulduğu zaman kesin olarak ayetten çıkarılamayacak bir manayı tefsire almadım; böylesi durumlarda günlerce araştırdım, ehil bildiğim meslektaşlarıma gidip sordum, çevremdeki ilim adamları arasında müzakere konusu yaptım ve en isabetli olan manayı bulunca, hiç tereddüt göstermeden onu yazdım. Kendimi, duygularımı, sevgilerimi, nefsî kinimi, kişisel çıkarlarımı, sosyal ya da siyasî korkularımı hiçbir zaman ayetin lafzında tespit ettiğim hakikatin önüne geçirmedim. Kendi tefsir yöntemim ve bilgimle ayetin lafzından -isabetli görülür ya da görülmez- neyi anladımsa, onu anlatmaya çalıştım. Hiçbir şahsı, hiçbir toplumu, hiçbir devleti, hiçbir dini ya da mezhebi hedef alıp da Allah’ın kelâmını o yolda kullanma cahilliğine bilerek düşmedim. Hanefî mezhebinden olmama ve görüşlerine içtenlikle saygı duymama rağmen, mezhebimin hiçbir görüşünü ayete meal olarak yazmadım.
Kur’an’ı, tüm mezheplerin üzerinde görmeye gayret ettim. Bilgisayarın başına her oturduğumda şeytandan ve nefsimin dürtülerinden Allah’a sığınarak oturmuş, O’ndan gönlümü, göğsümü ve zihnimi açıp işimi kolaylaştırmasını ve yüce zatını zikretmem, ihsanına şükretmem ve kendisine güzel güzel ibadet etmem için hep yardım dilemişim ve gereken yardımı da görmüşümdür. Elhamdülillah… O nedenle dedim ki bu çalışmam bana Allah’ın lütfudur, ihsanıdır ve hidayetidir. Bilerek hata etmedim, fakat hatalarımın olabileceği endişesinin de yersiz olmadığı kanaatindeyim. Mevlâm’dan en büyük dileğim, bir insanı doğru yoldan saptıracak; hem onu hem de beni ateşe atacak bir yanlışı yapmamış olmamdır! Kendisine son derece muhtaç ve fakir olmama rağmen, bu çalışmamdan ötürü Allah’tan sevap ya da mükâfat değil, sadece bağışlanmamı diliyorum. Allah’tan tüm umudum ve güvencem, tefsire başladığım günden, nihayete erdirdiğim şu güne kadar korumaya çalıştığım samimiyetimdir.
Hiç şüphe yok ki gayret bizden, hidayet, inayet ve tevfik yalnız Yüce Allah’tandır.
Fecr Yayınevi Prof. Dr. M. Zeki Duman tarafından yazılan 3 cilt Set Kuranı Kerimin nüzul sırasına göre tefsiri Beyanül Hak Tefsiri ni incele diniz.