Kitap Fi Zilalil Kuran Tefsir
Yazar Seyyid Kutub
Tercüme Heyet
Yayınevi Hikmet Yayınları
Kağıt - Cilt 1.Hamur beyaz - 12 Cilt Takım
Sayfa - Ebat 6.839 sayfa - 17x24 cm
Yayın Yılı 1991
Kullanılmamış, Temiz, Resimdekinin aynısı yazı çizik yok Depo ürünü Olduğu için resimdeki gibi kenarlar sararma lekelenme var.
Tercüme Kurulu :
Doç. Dr. Yakup Çiçek, Doç. Dr. Ali Turgut, Abdülkerim Ünalan, Ahmet Yaşar, Cüneyt Gökçe, Abdülaziz Hatip, Niyazi Beki, Abdülhamit Birışık
Seyyid Kutub un (ra) yazdığı , Hikmet Yayınları ( Emir Yayınevi ) tarafından yayınlanan Fi Zilalil Kuran Tefsir adlı tefsir kitabı nı incelemektesiniz. 12 Cilt Fizilalil Kuran Tefsir kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Not: Sadece bu ÇOK ÇOK UCUZ KELEPİR kategorisindeki kitaplar 2. El kitaptır. Diğer bölümlerdeki kitaplar sıfır ve yeni ürünlerdir.
TAKDİM
İlim, kültür ve düşünce dünyamıza yeni ve kıymetli eserler kazandırmak amacıyla kurulan yayınevimiz, bu kuruluş amacı doğrultusunda hizmetlerine devam etmek azim ve gayretindedir.
Hikmet Yayınları, faaliyetine 1968 yılında büyük İslâm düşünürü ve şehidi Prof. Seyyid Kutub'un Fi Zilali'l-Kur'an adlı tanınmış tefsirini yayınlayarak başladı. Arkasından hadis alanında önemli bir kaynak olan Hafız el-Münziri'nin et-Tergib ue't-Terhib adlı eserini Hadislerle İslam adıyla yedi cilt halinde yayınladı. Daha sonra da İslam tarihi alanında önemli bir boşluğu dolduracağına inandığımız The Cambridge History of İslam adlı eseri dilimize kazandırdık. Bu tür kaynak eserler yanında, ayrıca çok sayıda düşünce ve kültür kitabını da okuyucularımıza sunduk.
Elinizde bulunan Fi Zilali'l-Kur'an tefsiri, daha önce yayınladığımız tefsirin yeni bir tercümesidir. Bu yeni tercümede, özellikle dilin anlaşılır, üslûbun sade olmasına özen gösterdik. Ayrıca eserin mümkün olduğunca eksik ve hatalardan uzak olarak yayınlanmasına çalıştık. Bu amaçla da tercümeyi, tefsir dalında uzman olan öğretim görevlilerimize yaptırdık. Bundan sonra da dil ve üslûp birliğini sağlamak için, yine uzman bir kurula metni yeniden gözden geçirttik.
Metnin muhtevasına gösterdiğimiz bu özenin yanında, onun sunuluşundaki tekniğe de dikkat ettik. Bu nedenle kitabın iç düzenlemesini okuyucuyu yormayacak ve kolay okumayı sağlayacak bir şekilde düzenledik. Koyduğumuz başlıklarla, konuların rahatlıkla bulunmasını ve izlenmesini sağladık.
Yayınevimiz ilk tercümeyi 16 cilt olarak yayınlamıştı. Bu yeni tercüme ise, punto, kelime ve satır aralıklarının tanziminden, pratikte okuyucuya hiçbir faydası olmayan tekrar mahiyetindeki meallerin çıkarılmasına kadar birçok yeni düzenlemeler sonucunda 12 cilde indirilmiştir. Şüphesiz kitabın cilt sayının azaltılmasında en önemli sebep, okuyucularımızın alım gücünün göz önünde bulundurulmasıdır.
Yeni tercümemizin, bu özellikleri dolayısıyla yapılabileceklerin en güzeli olduğu kanaatindeyiz. Buna rağmen dikkatlerimizden kaçan yanlışlıklar olmuşsa, bu konuda değerli okuyucularımızın ve bilim adamlarımızın yardım ve uyarılarını bekliyoruz. Çünkü mükemelliğin sının yoktur ve tam mükemmellik ancak Allah'a mahsusdur.
Kültür ve düşünce hayatımızda büyük bir boşluğu dolduran ve halkımız tarafından büyük bir ilgi gören bu eserin yeni tercümesinin hayırlara vesile olmasını diliyoruz.(Fizilalil Kuran tefsir)
Gayret bizden, basan Allah'tandır.
HİKMET YAYINLARI
Fİ ZİLALİ'L KUR'AN TEFSİRİ VE TERCÜMESİ
İnsanların hidayet rehberi olan Kur'an-ı Kerim'in muhtevasından, fesahat ve belagatına kadar çok yönlü özellik ve üstünlüklerinin anlaşılması ve yaşanması kuşkusuz iyi bir müslüman olmanın gereğidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim inanç, ibadet ve ahlâk esaslarını genel prensipler halinde bir araya toplayan en büyük ilâhi kitaptır.
Bu yüce kitab , belirtilen özellikler ve duyulan ihtiyaç sebebiyle Peygamberimiz (s.a) döneminden günümüze kadar geçen asırlar içinde müslümanlar tarafından anlaşılmaya çalışılarak çeşitli tefsirleri yapılmıştır. Kur'an'ı anlamaya yönelik tefsir çalışmaları her asırda ve dünyanın her yerinde yüzlerce tefsir alimi tarafından devam ettirilmiş, kütüphaneler de bu çalışmaların değerli ürünleriyle dolmuştur.
Yaşadığımız asrın maddeye ve dünyaya yönelik materyalist anlayışının tüm değer hükümlerini yıkarak yerine inançsızlığı ve başıboşluğu aşıladığı görülmektedir. İslâm alimleri bu anlayışın ortadan kaldırılması veya etkisiz hale getirilmesi için Kur'an-ı Kerim tefsirlerine, özellikle çağımızda, farklı bir anlayış ve yaklaşım getirmişlerdir. Aslında bu, mevcut durumun ortaya koyduğu bir ihtiyaçtı. Bu müfessirler arasında Seyyid Kutub , şüphesiz büyük ve önemli bir yer tutmaktadır.
Seyyid Kutub, ictimai-edebi tefsir anlayışını temsil eden müfessirlerden biri olarak, bazı yönlerden geleneksel tefsir anlayışından farklı bir metodla Kur'an'ın derin anlamını edebî bir üslubla ele almaya çalışmış, âyetlerin varlık, içtimaiyat ve tekamül konularıyla münasebetlerine dikkatleri çekmiştir. Zaten Seyyid Kutub, çeşitli sosyal faaliyetleri, eserleri ve İslâm davasına gönül veren dinamik yapısıyla hayatını kanıyla Ödeyen büyük bir İslâm mücahididir.
İşte bu mücahid müfessirin türkçeye 'KUR'AN'IN GÖLGESİNDE" biçiminde çevrilebilecek " Fİ ZİLALİ'L-KUR'AN " adlı tefsiri, onu ve savunduğu Kur'an davasını en çarpıcı şekilde yansıtmaktadır. Çünkü Seyyid Kutub, asrımızın yakıcı ve yıkıcı akımlar karşısında Kur'an'ın gölgesine sığınmış ve orada duyup yaşadıklarını kağıt üzerine aktararak bu değerli tefsiri vücuda getirmiştir. Tefsir bir bakıma, Kur'an-ı Kerim'in hayat kaynağı ve insan hayatının ana rehberi oluşunun bir ifadesidir. Birçok alim ve araştıncının takdir ettiği bu tefsir, üslub yönünden fevkalâde olup, sosyal meseleleri aynntılı olarak işlemiştir.
Eserde önsözden sonra, sure tefsirleri başlamış, âyetler gruplandırılmış, konuya uygun başlıklar verilmiş; böylece sürükleyici ve akıcı bir özellik kazandırılmıştır. Bu bakımdan da yenilik sayılabilecek bazı özellikler taşımaktadır.
Kur'an dilinin Arapça olması sebebiyle, tefsirlerin çoğunlukla arap lisanıyla yapıldığı bilinmektedir. Bu yüzden Türkiye'de türkçe olarak telif edilen sınırlı sayıdaki tefsirleri, tercüme tefsirlerle destekleme bir ihtiyaç olarak görülmüş ve özellikle Fi Zilalil Kur'an ile yakın tarihimizde tefsir tercüme hareketinin en büyük adımı atılmıştır. Günümüzde bu hareket yoğun biçimde devam etmektedir.
Tefsir tercümelerine duyulan rağbeti gözönünde bulundurarak daha önce de tercemesi yapılan "Fi Zılali'l-Kur'an" ın yeniden gözden geçirilerek tercümesinin yapılmasını faydalı bulduk. Çünkü yirmi küsur yıl önce yapılan bir tercümenin gerek teknik açıdan ve gerekse dil yönünden ele alınması gereken çeşitli yönleri görülmüştür. Bu anlayıştan hareketle yapılan yeni tercümede şu hususlar göz önünde bulundurulmuştur:
Mütercimlerin farklı üslublardaki tercümeleri, redaksiyonda birbirine yaklaştırılarak bir üslup birliği sağlanmaya çalışılmıştır.
Müellif Seyyid Kutub'un kendine özgü üslubunun, tercümeye yansıtılmasındaki güçlük düşünülerek, özellikle ifadenin türkçedeki anlaşılırlığına önem verilmiştir.
Bazı Kur'anî ve fıkhî vb. tabirler korunmuş olmakla birlikte, konuşulan ve halk arasında yaygın olan sade dil kullanılmıştır".
Tefsirden önce verilen grup âyetlerin mealleri, tefsir esnasında yeniden geçtiğinden, başta bunların toplu meallerinin verilmesine gerek duyulmamıştır.
Ayet mealleri genellikle, Hikmet Neşriyat tarafından yayınlanan Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Meali adlı eserden verilmiştir.
Gerçekleştirilen bu tefsir tercümesi faaliyetiyle, Kur'an için yapılan çalışmalara yararlı bir halka eklediğimizi düşünüyoruz. Böyle hayırlı bir çalışmaya bizi yönelttiği için Allah'a hamd ve şükrediyor, aynca benzeri çalışmaların kıyamete kadar devam edip hayırlı sonuçlara vesile olmasını niyaz ediyoruz. (fizilalil kuran tefsir seyyid kutup islami fizilali kuran kitap tefsir büyük boy kitab yurdu emir yayınevi internet islam yayınevi FİZİLALİL KURAN TEFSİR KUR’AN SEYYİD KUTUB TEFSİR
Doç. Dr. Yakup ÇİÇEK - Doç. Dr. Ali TURGUT
SEYYİD KUTUB
Seyyid Kutub, 1906 yılında Mısır'ın Asyut kasabasının Muşa köyünde dünyaya geldi. Dedesi Şeyh Vakur, aslen Suudi Arabistanlıdır. Çevresinde ilim ve takvasıyla tanınan bu zat, en helâl kazancın ziraatle elde edileceğine inandığı için çiftçilikle uğraşırdı. Ancak arazisi ekip biçmeye elverişli değildi. Dolayısıyla büyük bir kuraklığın hüküm sürdüğü bir yılda Mısır'a göç ederek Said bölgesindeki Asyut kasabasına yerleşti. Şeyh Vakur'un burada kız ve erkek olmak üzere dört çocuğu dünyaya geldi. Bunlardan İbrahim, Seyyid Kutub'un babasıdır.
Dindar ve takva sahibi olan annesiyle, yine dindar, dürüst ve cesur bir insan olan babası, Seyyid Kutub ve kardeşlerini bilgili ve ahlâk sahibi insanlar olarak yetiştirdiler. Aile, Seyyid Kutub'a ilk olarak Kur'an'ı öğretti. İlkokulu bitirdiğinde, Kur'an-ı Kerim'i de ezberlemişti. Çocukluğunda oldukça yaramaz, hafızası güçlü ve zekâsı keskin olan Seyyid Kutub, ilkokulu bitirince üç yıl daha köyünde kalmış, sonra da Kahire'ye giderek el-Ezher Üniversitesinin orta kısmına kaydolmuştu.
Seyyid Kutub, daha köyündeyken okumayı çok severdi. Eline geçen her şeyi okurdu. Hatta o zamanlar birçok hurafelerle dolu halk kitaplarını bile tümüyle okumuştu. Lise öğrenimi sıralarında ise kendisini artık edebiyata vermiş, bu arada edebî eserler ye makaleler yazmaya da başlamıştı. Orta ve lise öğrenimini Ezher'de bitirdikten sonra Kahire Universitesi'ne Dârül-Ulûm'a girdi. Sınıflarını büyük bir başarıyla ve takdirnameler alarak geçti ve 1933 yılında fakülteden mezun oldu. Aynı yıl, bu fakülteye Edebiyat hocası olarak tayin edildi. Bir yandan bu görevine devam ederken, bir yandan da Tâhâ Hüseyin, Mahmut Akkad ve Mustafa Sadık er-Rafiî gibi tanınmış edebiyat ve düşünce adamlarıyla birlikte edebî çalışmalar yapıyordu.
Seyyid Kutub, bir süre Mahmut Akkad'ın öğrencisi olmuş, onun görüşlerini benimseyip savunmuştur. Ancak üstün yeteneği, düşünce gücü ve kendisine özgü nitelikleriyle o, bağımsız bir kişilik kazanmakta gecikmemiştir. Seyyid Kütub'un eserleri incelendiğinde, üslûbundaki güzellik, akıcılık ve anlaşılırlığm, büyük ölçüde Kur'an'dan etkilendiğini görmek mümkündür.
Seyyid Kutub'un düşüne hayatı genel olarak iki aşamada ele alınabilir:
1-Gerçek anlamda İslâmî düşünüşe yönelmeden önceki aşama. Bu, kendi deyimiyle onun "cahiliye dönemi"dir. Şüphesiz bu dönemde de o, inançlı ve temiz bir ahlâk'a sahipti. Ancak daha sonraki dönemindeki gibi, gerçek bur şuurla İslâm'a yönelmemişti. Dikenler, Köyden Bir Çocuk ve Büyüleyici Şehir adlı üç romanı bu döneminin ürünleridir.
2-Bilinçli bir müslüman ve dava adamlığı dönemi. Bu dönemde Seyyid Kutub, edebiyat alanındaki çalışmalarından yavaş yavaş uzaklaşarak bir düşünce ve dava adamlığı seviyesine ulaşmıştı.
Şüphesiz Seyyid Kütub'un kesin çizgilerle İslâm'a yönelişi birden olmamıştır. Dindar bir ailede ve hayatının büyük bir bölümünü dinin oluşturduğu bir ortamda yetişmiş ve bu arada Kur'an'ı ezberlemişti. Daha sonra da başta Akkad olmak üzere, Mısır'da düşünce dünyasının önde gelen kişileriyle tanışmış ve içinde bulunduğu toplumun problemleriyle ilgilenmişti. Akkad, gerçek anlamda İslâmî kaygılar taşıyan ve onu yaşayan bir insan olmamakla birlikte, dine saygılı olan ve ona yapılan saldırılara tahammül edemeyen bir kimseydi.
Müslüman Kardeşler Teşkilâtı'na girdikten sonra İslâmî bilinci daha da gelişti. 1941 yılında Sosyoloji doktorası yapmak üzere Amerika'ya gitti. Orada bir yandan demokrasinin iyi yanlarını görürken, bir yandan da demokrasi adına işlenen cinayetlerin tanığı oldu. Amerika'da bulunduğu iki yıl boyunca modern doktrinleri inceledi. Ülkesine döndükten sonra düşünce ve araştırma ürünü olan eserler yazmaya ağırlık verdi. 1948 yılında bitirdiği İslâm'da Sosyal Adalet adlı eseri büyük yankılar uyandırdı.
1952 yılında Mısır'da yapılan askeri darbe sonucunda sosyalizm uygulamasına geçildi. Dolayısıyla Müslüman Kardeşlerle hükümet arasında görüş ayrılıkları çıktı. 1954 yılında Teşkilât feshedildi ve onbinlerce üyesi zindanlara atıldı. Bunlardan önde gelen altı kişi de idam edildi. Aynı yıl içinde Seyyid Kutub da tutuklanmış ve 15 yıl hüküm giymişti. Eserlerinin büyük kısmını hapiste yazdı. Bu arada Fî Zilali'l-Kur'an'ı da hapishanede tamamladı. Hakkı savunmadaki bu ısran dolayısıyla birçok işkencelere uğradı.
Seyyid Kutub 1964 yılının sonlarına kadar hapiste kaldı. Nihayet serbest bırakıldı. 1965 yılında yayımladığı Yoldaki İşaretler adlı eseri bahane edilerek, hükümet tarafından kadın ve erkek olmak üzere kırkbin insan daha zindanlara atıldı. Birçok insan işkence altında can verdi. Seyyid Kutub da, hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra tutuklandı. Ağır suçlamalarla yargılandığı mahkemeler uzakdıkça uzuyordu. Sonunda İslâmî hareket önderlerinden olan Abdül-fettah İsmail ve Muhammed Yusuf Havvaş ile birlikte Seyyid Kutub'un idamlarına karar verildi. Bu üç kişiye, son zamanlarda ağır işkenceler uygulanmaya başlanmıştı. Özellikle Seyyid Kutub'a, İslâm'ı savunmaktan vazgeçmesi ve devletin uyguladığı sosyalizmin meşruluğunu kabullenmesi ve halka bu yönde telkinlerde bulunması teklif ediliyor ve bunu benimsemesi için vücudunu kızgın şişle dağlamak, kerpetenle etlerini koparmak, başından aşağıya kovalarla kaynar su ve arkasından soğuk su dökmek gibi işkenceler uygulanıyordu. Hakkında idam hükmü verilen son duruşmaya da bu yüzden katılamamıştı.
İdamın infazından önce ona, şimdiye kadarki söz ve davranışlarından pişmanlık duyduğunu açıklayarak Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır'dan özür dilediği takdirde idamdan kurtulacağı teklifi yapılmış, o da şu cevabı vermişti:
"Eğer idamı hak etmiş olarak "Hakk"ın emriyle ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmek haksızlıktır. Fakat "batıl'ın zulmüne kurban gidiyorsam, bâtıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam!"
Seyyid Kutub, savunduğu davaya inanan bir kimsenin, gerektiğinde bu dava uğruna kendini feda etmeyi de göze alması gerektiğim savunan ve bunu bizzat uygulayan bir insandır. İslâmî Etüdler adlı eserinde bu düşünceyi şöyle dile getirmişti:
"Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini feda etmeleri şartıyla... Fikirlerinin, kan ve canları karşılığında mânalanması şartıyla... "Hak" bildikleri şeyin "Hak" olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla... Biz fikir ve sözlerimiz uğruna ölsek de, o fikir ve sözler ruhlu birer vücut olarak kalacak, yahut da onları kanlarımızla sulayıp canlılar, ruhlular arasında yaşatacağız..."
Bu büyük İslâm şehidinin kaleminden çıkan Fi Zılalı l-Kur'an adlı zengin muhtevalı eseri okuyucularımıza sunmakla, onun hatırasını en güzel bir şekilde yaşattığımıza inanıyoruz.
Allah'ın rahmeti üzerine olsun.
ÖNSÖZ
Kur'an'ın gölgesinde yaşamak, ancak tadanların bilebileceği bir nimettir. İnsanın hayatını yücelten, temizleyen ve onurlandıran bir nimet...
Bana, bir süre Kur'an'ın gölgesinde yaşamayı nasib ettiği için Allah'a hamd ediyorum. Orada, hayatımda daha önce hiç tadmadığım nimetleri tattım. Hayatı yükselten, arındıran ve onurlandıran nimetleri orada yaşadım.
Bu süre içinde, şu Kur'an'la bana hitap eden Allah'ın sözlerini işiterek yaşadım. İnsana yapılan bu ulvî ve yüce ikram, benim gibi basit ve aciz bir kul için ne büyük bir ikramdır. Bu kitabın hayata verdiği o yücelik ne büyük yüceliktir. Kerem sahibi yaratıcının insanoğluna sunduğu bu kıymetli derece, ne üstün makamdır.
Yüce Kur'an'ın gölgesinde, yeryüzünde çırpman cehaleti ve oradaki insanların önem verdiği basit ve değersiz şeyleri adeta yükseklerden görerek şaşırdım. Tıpkı bir yetişkinin, çocukların oyunlarına, oyuncaklarına ve kekeme konuşmalarına baktığı gibi, ben de bu cahiliye tutkunlarının bir bakıma çocukça bilgileriyle, çocukça düşünceleriyle ve oyuncaklarına verdikleri önemle nasıl sevindiklerine bakarak yaşadım. Hayret ediyorum! Bu insanlara ne oluyor ki, bu kokuşmuş bataklıktan kurtulamıyor ve hayatı yücelten, şereflendiren, arındıran o yüce ve ulvî çağrıyı duyamıyorlar?
Kur'an'ın gölgesinde, insanın ve bütün varlıkların hedefini bildiren o mükemmel, o kuşatıcı, o yüce ve temiz düşünceyle içice yaşadım. Doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde insanlığın içinde yaşadığı cahiliye anlayışıyla bu üstün düşünceyi karşılaştırıyorum ve soruyorum: İnsanlık, o yemyeşil ovalara, yücelere götüren o vasıtaya ve ışık saçan o nura sahipken, nasıl oluyor da şu kokuşmuş bataklıkta, derin çukurlarda ve zifiri karanlıklarda yaşamayı tercih ediyor?
Kur'an'ın gölgesinde, insanın Allah'ın hoşnutluğuna uygun düşen davranışla, yine Allah'ın yarattığı şu evrenin hareketi arasındaki o hayret verici ahengi hissederek yaşadım. Kâinatta Allah'ın Kanunlarından (Sünnetullah) ayrılan insanoğlunun bocalayışını ve elde ettiği bozuk ve yetersiz bilgilerle Allah'ın yarattığı fıtratı arasındaki çatışmayı gördükçe kendi kendime: "İnsanı kendi peşinden cehenneme doğru sürükleyen hangi lânetli şeytandır?" diye soruyorum.
Yazıklar olsun şu kullara!
Kur'an'ın gölgesinde yaşarken, varlığın, görünen şeklinden çok daha büyük olduğunu gördüm. Varoluş, hem niteliği ve hem de çeşitli boyutları bakımından ne kadar büyüktür. Çünkü varlıklar, yalnızca görünen şu dünyadan ibaret değildir. Görünen âlemden başka, bir de görünmeyen âlemlerden oluşmuştur. Varlık denen bütün, yalnızca şu içinde yaşadığımız dünyadan ibaret değildir; dünya ile âhiretin birleşmesinden oluşmuştur. İnsanlığın gelişimi, uzun zaman boyunca akıp giden bir nehir gibidir. Ölüm, bu yolculuğun sonu değil, yol üzerinde bir konaklama yeridir. İnsanın bu dünyada elde ettiği şeyler, nasibinin tamamı değil, ancak onun bir parçasıdır. Burada alamadığı paylarım, orada mutlaka alacaktır. Bu bakımdan herhangi bir haksızlık, eksiklik ve kayıp yoktur. İnanmış insanın bu gezegenin üzerinde katettiği mesafe canlı, aşina, dost, sevimli, etkilenen ve bunlara karşılık veren ve huşu ile tek yaratıcıya yönelen evrendeki seyahatinden başka bir şey değildir.
"Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar ve onların gölgeleri, sabah, akşam ister istemez Allah'a secde ederler." (Rad: 15) " Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O'nu teşbih ederler. O'nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (isrâ: 44). Bu ne kadar geniş, ne kadar kuşatıcı ve ne kadar doğru bir düşüncedir. Kalbe doldurduğu genişlik, huzur ve aşinalık ne büyük bir güven kaynağıdır!
Kur'an'ın gölgesinde insanın, başlangıçta da nihayette de göründüğünden daha onurlu olduğunu anladım. Çünkü o, Allah'ın ruhundan bir üflemeyle vücûd bulan bir varlıktır. " Onun şeklini düzeltip, ruhumdan ona üfleyince, derhal ona secde edin." (Sad: 72). İşte insan, bu soluk dolayısıyla yeryüzünde Allah'ın halifesi olabilmiştir. " Hani, Rabbin Meleklere; ' Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacığım' demişti." (Bakara: 30). Öte yandan yeryüzünde bulunan her şey, insanın emrine ve yararına verilmiştir. "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini sizin emrinize boyun eğdirdi." (Casiye: 13). Çünkü Allah, insana şeref ve üstünlüğünün kaynağı olan bu nefhayı tüm varlıkları etrafında toplayacak ilâhi bir yakınlık ve ilişki olarak vermiştir. Yine yüce Allah bu nefhayı, aralarındaki birliği sağlayan akidenin merkezi kılmıştır. Bunun için mü'minin vatanı da, milleti de, ailesi de bu akîde birliğiyle ilgilidir. Bundan dolayı, hayvanların ot etrafında, mer'ada, sürüde ve bir ağıl içinde toplanışına benzemeyen bir şekilde, yalnız o iman cazibesinin etrafında toplanırlar.
Mü'min, zamanın derinliklerinden uzayıp gelen köklü bir soy ortaklığına sahiptir. O, seçkin peygamberler topluluğunun rehberlik ettiği bu değerli kafilenin bir üyesidir. Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (s.a)'den oluşan seçkin liderler topluluğunun önderlik ettiği bu şerefli kafilenin bir parçasıdır. "Ve işte sizin bu ümmetiniz, tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde takva üzere olun." (Mü'minûn: 52). Tarihin derinliklerinden geçerek gelen bu onurlu kafile, -Kur'an'ın aydınlatıcı ifadelerinde belirtildiği gibi- yüzyıllar boyunca, zaman ve mekân içinde milletlerin farklılaşmasına rağmen, birbirine benzeyen durumlar, birbirini andıran bunalımlar ve birbirinin aynı olan tecrübelerle karşılaşmıştır. Bu kervan çeşitli sapıklıklarla, körlükler ve isyanlarla, ihtiras ve işkencelerle, zulümle, tehditle ve sürgünlerle de karşılaştı.
Fakat tüm bunlara rağmen, o kalben huzurlu, Allah'ın muzaffer kılacağından emin, hep Allah'a bağlı, her an O'nun şu doğru ve değişmez va'dini bekleyerek ve adımlarını sebatla atarak yoluna devam etti: "Kâfirler, peygamberlerine: ' Ya bizim dinimize dönersin, yahut da mutlaka sizi yurdumuzdan süreriz ' dediler. Rableri de (Peygamberlere): ' O zalimleri helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi o yere mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu (söz), huzuruma geleceği andan ve tehdidimden korkanlar içindir' diye vahyetti." (ibrahim: 12-13). Bu onurlu kafile için aynı tecrübe, aynı güven ve aynı vaad, aynı kesinlik ve aynı durum hep var olmuştur. Zulüm, tehdit ve işkenceyle karşılaşan mü'minleri de bütün bunların sonunda aynı akîbet bekliyor.
* * *
Kur'an'ın gölgesinde, bu kainatta hiçbir varlığın kör bir tesadüfün eseri olmadığını ve gelişigüzel bir şuursuzluk içinde varlık kazanmadığını öğrendim. "Şüphesiz ki biz, her şeyi bir plâna göre yarattık." (Kamer: 49). "Ve O, her şeyi yaratıp, ona bir düzen vermiş ve mukadderatını tayin etmiştir." (Furkan: 2). Her şey bir hikmete bağlı olarak meydana gelmiştir. Fakat insanın sınırlı görüşü, gaybın o derin hikmetini kavrayacak boyutta değildir. "Olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez, fakat Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur." (Nisa: 19). "Hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayırlı olabileceği gibi, sevdiğiniz bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Her şeyin içyüzünü ancak Allah bilir, siz bilemezsiniz." (Bakara: 216). İnsanların görüp alıştıkları sebepler, bazen beklenen sonuçları verirken, kimi zaman da vermeyebilir. Oysa sebeplerin mutlak olarak neticeleri doğuracağını kesin gördüğü halde,beklenen netice ya gerçekleşir, ya da gerçekleşmez. Çünkü sonuçları meydana getiren gerçek etken sebepler değil; eserleri, neticeleri ve onların sebeplerini meydana getiren yalnız ilâhi iradedir.
"Bilemezsiniz, olabilir ki Allah, ondan sonra bir şey murad edip vücûda getirir." ( alak: ) "Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz." (insan: 30). Ama mü'min, sarılmakla mükellef olduğu için sebepleri ihmal etmez, onlara tevessül eder. Sonuçta neyin olacağını takdir eden ve gerçekleştiren ise yüce Allah'tır. O halde Allah'ın rahmetine, adaletine, hikmetine ve ilmine sığınıp, O'na teslim olmak vesvese ve saplantılardan kurtuluşun tek ve en güvenli sığmağıdır. "Şeytan sizi fakirlikle korkutup cimriliği emreder. Allah, kendi katında mağfiret ve bol nimet vaad etmektedir. Allah'ın lütfü boldur ve O, her şeyi en iyi bilendir." (Bakara: 268)
İşte bundan dolayı Kur'an'ın gölgesinde huzur ve güven içinde, büyük bir iç rahatlığıyla yaşadım. Çünkü her işte ve her olayda Allah'ın kudretinin bulunduğunu görüp O'nun himayesinde ve O'nun korumasında olduğumu hissettim. O'nun sıfatlarının etki ve kuşatıcılığını hep duyuyordum. "Veya dua ettiği zaman darda kalan kimseye kim yetişiyor da onun üzerinden sıkıntıyı kaldırıp defediyor?" (Nemi: 18) "O, kullarının üstünde tam hakimdir. O, hakim ve habîrdir." (En'am: 18) "Yüce Allah emri yerine getirendir. Fakat insanların birçoğu bunu bilmezler." (Yusuf: 2i) "Bilin ki şüphesiz Allah, kişi ile kalbi arasına girer." (Enfal: 24) "Allah her dilediğini yapar." (Buruc: 16) "Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu açar, ona beklemediği yerden nimetler verir. Allah'a tevekkül eden kimseye O, yeter. Şüphesiz ki Allah, emrini yerine getirendir." (Talâk: 2-3) "Hiçbir canlı dışarıda kalmamak üzere, hepsini dilediği gibi yöneten O'dur." (Hud: 56) "Allah kuluna yetmez mi? Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar." (zümer: 36) "Allah kimi hor kılarsa, artık onu onura erdirecek kimse olmaz." (Hacc 36) "Allah'ın şaşırttığı kimseyi doğru yola getirebilecek yoktur." (Ra'd: 33) Şüphesiz ki varlıklar, sağır ve makanik kanunların eline bırakılmış değildir. Olayların ve hayat akışının gerisinde yüce Allah'ın onları düzenleyen mutlak iradesi ve kudreti vardır. Yüce Allah istediğini tercih eder ve yaratır.
Yine orada, her işi yapanın Allah'ın kudret eli olduğunu öğrendim. Bu kudret kendi özel metoduyla yürümektedir. Bizim, olaylarda acele etmeye ve Allah'a öneride bulunmaya hakkımız ve gücümüz yoktur. Bu tefsirde de açıkça görüldüğü gibi, şu ilâhi sistem, her çevrede, insanoğlunun gelişmesindeki her aşamada ve biricik varlık olan insan psikolojisinin her durumunda tatbik olunmak üzere gönderilmiştir. Bu düzen, yeryüzünde yaşayan bütün insanlar için konulmuştur. Nitekim insanoğlunun fıtrî yapısını, gücünü, yeteneklerini, kuvvetini, güçsüzlüğünü ve uğrayacağı çeşitli durumları dikkate almıştır. Bu sistem insanın hakkında kötü zan besleyip bu evrendeki görevini küçümsemez. Aksine fert olarak da, cemiyetin bir üyesi olarak da onun yeryüzündeki fonksiyonunun büyük olduğunu ve hayatının her döneminde görevinin önem taşıdığını söyler. Diğer taraftan bu insanoğlunun kendisi hakkında bir takım hayallere kapılıp evrende Allah'ın halifesi olmanın dışında bir gücü ve gayreti olamayacağını ve onun değerine bir şey ilâve edemeyeceğini söyler. Her iki halde de insan fıtratının dayanakları bir kanunla var edilebilecek veya gelişigüzel yok edilebilecek kadar yüzeysel değildir.
Kâinatın en onurlu varlığı olan insanın, kendisine takdir kılman üstünlüklere ulaşabilmesi için ilâhi nizam elinden tutar. Fıtratına ve insanî özelliklerine hürmet ederek Allah'a götüren kemâl yolunda ona rehberlik eder. Onun içindir ki, bu ilâhi nizam insanın yaratıcısı ve Kur'an'ın indiricisinin takdir ettiği insanlığın uzun çağları için konulmuştur. Bu yüzden bu gerçek sistem, insanın ulvî gayeleri gerçekleştirmede baskıcı, zorlayıcı ve aceleci değildir. Çünkü önündeki mesafe, ferdin ömrünün katedemeyeceği ve gösterdiği gayretin ulaşamayacağı kadar uzun ve geniştir. Nitekim insan, ölümün her an gelebileceğini ve uzun vadeli emellerini gerçekleştirmekten kendisini alıkoyacağını her zaman düşünür. Oysa yeryüzündeki baskıcı doktrinler bir tek nesilde bütün işleri halletmeye çalışıp bazı çıkmazlara düşerler. Bunlar dengeli adımlarla giden fıtratı geçmeye çalışmakta ve böylece onun doğru gidişine ayak uydurma sabrını gösterememektedirler. İşte, onların bu acelecilik anlayışından kan gölleri oluşuyor, sel gibi kanlar akıyor, katliam kurbanlarının ceset kümeleri yükseliyor, değerler yok ediliyor, işler çıkmaza giriyor ve sonunda kendileri de gerçekler karşısında paramparça oluyorlar. Bunların fıtrata ayak uydurmayan yapmacık ve yanlış doktrinleri de fıtratın darbeleri altında ezilip gidiyor.
Oysa İslâm, fıtratla çelişmez, aksine tam bir uyum içinde bulunur. Dengeyi sağlamak için fıtratı bir taraftan veya öbür taraftan engeller ve eğrileceği zaman onu kırmadan, parçalamadan doğrultur. O, fıtrata karşı irfan, basiret ve güven sahibi bir kişinin tavrını sergileyerek mutlu sonuç için büyük bir sabır gösterir. Elbette bu girişimde tamamlanmayan işler, ikinci, üçüncü, onuncu, yüzüncü hatta bininci atılımda gerçekleşebilir. Çünkü zaman devamlı, hedef açık ve bu büyük hedefe varan yol ise uzundur. Ulu bir ağacın toprağa kökler saldığı gibi, İslâm da yeşerir, yavaş yavaş, tam bir huzur içinde gelişir ve sonunda Allah neyin olmasını murad etmiş ise, o olur. Tohumun üzerini bazan kumlar örtebilir, onu kurtlar yiyebilir, susuzluktan yanabilir veya baskına uğrayabilir. Fakat ileriyi gören gerçek müslüman, bu bitkinin kaybolmayacağına, gerekli zaman içinde bütün afetleri bastırarak gelişip büyüyeceğine inanır. Acele etmez, telâşa düşmez ve yaratılışın dengeli gidişi dışına çıkmaya, dengesiz olmaya yeltenmez. Evet; fıtratın o şefkatli, o toleranslı seyri dışına çıkmaz. İşte bu, bütün varlıklarda görülen ilâhi dengenin bizzat kendisidir. "Allah'ın kanununda kesinlikle bir değişiklik bulamazsınız." (Fatır 42).
Allah'ın yarattığı bu varlığın aslında, köklü olarak bulunan Hak'tır. Evren ne geçici bir istisnanın ve ne de gayesiz bir rastlantının eseri değildir. Çünkü, her şeyden önce Yüce Allah hak'tır. Ve her varlık da varlığını O'ndan alır. "Bu şundandır: O Allah'tır, şüphesiz Hak olan O'dur ve O'ndan başka ibadet ettikleri, kesinlikle batıldır. Yüce ve büyük olan Allah, ancak O'dur." (Lokman: 30) Allah bu kâinatı gerçek olarak yarattı, onu batıl şeyler perdeleyemez. "Allah bunları ancak gerçek olarak yaratmıştır." (Yunus: 5). "Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın, seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz." (Âı-i imran: 19). Hak, bu varlıkları ayakta tutan ana eksendir. Kâinat bu kudretten mahrum kaldığında dengesini kaybetmeye mahkûmdur. "Eğer Hak, onların heveslerine tabi olsaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi." (Mü'minûn: 71). Bunun içindir ki, her konuda hakkın kesin olarak hakim olması ve batılın da yok olması gerekir. Şimdiki durum bunun aksine görülse bile şüphesiz ki, ileride bu gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. "Hayır, biz hakkı batıla çarparız da, o bunun beynini parçalar, bir de görürsünüz ki, batıl yok olup gitmiştir." (Enbiya: 18)
Hayır, istikamet ve iyilik de, hak gibi asıldır. Hak nasıl yeryüzünde devamlı ise, bu vasıflar da böylece kalıcıdır. "Allah gökten su indirdi de, dereler kendi ölçüşünce coştu, sel de üstüne çıkan köpüğü alıp götürdü. Süslenmek yahut faydalanmak için ateşte erittiklerinin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır, iste Allah, hak ile batıl hakkında böylece örnek veriyor. Köpük yok olup gider, insanlara faydalı olan şey ise yeryüzünde kalır. Allah işte böyle örnekler verir." (Ra'd: 17). "Allah'ın doğru bir sözü, kökü sağlam, dalları göğe doğru olan, Rabbinin izniyle her zaman meyve veren güzel bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun? insanlar öğüt alsın diye Allah onlara örnekler veriyor. Kötü bir söz, yerden koparılmış, kökü olmayan bir ağaca benzer. Allah insanları dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz (tevhid akidesi) üzerinde tutar, zalimleri de saptırır. Allah dilediğini yapar." (ibrahim: 24-27)
Şu düşünceden doğan gönül huzuru ne büyük bir rahatlıktır. Ve onun kalbe verdiği güven ne büyük bir mutluluktur. Hak'taki, hayırdaki ve doğru yolda olmadaki şu güven, ne büyük bir güvendir. Ve bu realitenin meydana getirip gönüllere verdiği şu güç ve şu yükseliş ne kadar engindir.
* * *
Kur'an'ın gölgesinde yaşadığım hayat içinde eriştiğim kesin netice şu oldu: Yeryüzünde gerçek huzurun sağlanması, şu insanlığın huzura erebilmesi, insanların karşılıklı güven ve gönül rahatlığı içinde yaşayabilmesi, hayatın tabii akışı ile uyum sağlayabilmesi, temizlik ve yükselişini gerçekleştirebilmesi, ancak Allah'a dönmek ve O'na yönelmekle mümkündür.
Allah'a dönmenin ise, Fizılali'l Kur'an'da açıkça görüleceği gibi, bir tek çaresi ve tek bir yolu vardır. Başkası yoktur. Ve bu çare de bütün hayatı, yüce Allah'ın kitabında bildirdiği nizama döndürmektir. Yine hayatın her alanında yalnız bu kitabı hakim kılmak ve bütün konularda ona başvurmayı sağlamaktır. Aksi takdirde insanlığın yeryüzünü bozguna uğratması, kötü yola düşmesi ve koyu bir bilgisizlikle Allah'tan uzaklaşması, arzu ve heveslerine tapınması kaçınılmazdır. "Ey Muhammedi Eğer sana olumlu cevap vermezlerse onların sadece heveslerine uyduklarını bil. Oysa Allah'tan bir hidayet olmadan hevesine uyandan daha sapık kimdir? Allah zalimler güruhunu şüphesiz doğru yola eriştirmez. " (Kasas: 50)
Ayrıca bir gerçektir ki, Allah'ın kitabında bildirdiği ilâhi düzenine bağlanmak ve onun egemenliğinde yaşamak, olsa da olur olmasa da olur diyebileceğimiz ve diğer nizamları onun yerine seçebileceğimiz bir özellikte değildir. Çünkü o, imandır: ya vardır, ya da yoktur. "Allah ve peygamberi bir şeye hükmettiği zaman iman eden erkek ve kadına artık o konuda başka bir seçenek yoktur." (Ah-zab: 36). "Sonra, Ey Muhammedi Seni de din mevzuunda bir şeriat sahibi kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin isteklerine uyma. Şüphesiz onlar, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamazlar. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostudurlar. Günahlardan korunanların dostu ise Allah'tır." (Casiye: 18-19).
Şu halde konu pek ciddidir. Bu, inancın esasını oluşturan bir meseledir. Sonra konu insanlığın ya saadeti, ya da felaketi konusudur.
Allah'ın sanat eserinin bir parçası olan insan, fıtratındaki kapalı tarafları ancak Allah'ın bildirdiği anahtarlarla açabilir. Hastalık ve sebeplerini ancak Allah'ın kudret elinden çıkan ilaçlarla tedavi edebilir. Çünkü yüce Allah, bütün gizliliklerin anahtarlarını ve bütün dertlerin devasını sadece kendi ilâhi nizamına yerleştirmiştir. "Biz Kur'an'dan, mü'minlere şifa ve rahmet indiriyoruz." (isra: 82). "Doğrusu bu Kur'an, en doğru yola götürür." (isra: 9). Fakat şu insanlık, bozulan kilidi tamir için ustasına başvurmak ve hastayı doktora götürmek istemiyor. Günlük hayatı için kullandığı maddi cihazlara ve aletlere verdiği önemi şahsıyla, insanlığıyla, saadeti ve felaketiyle ilgili olan konulara vermiyor. Mesela o, bozulan herhangi bir cihazın, tamir için, yapıldığı fabrikadaki mühendisine götürülmesi gerektiğini biliyor, fakat bu ölçüyü uygulayarak kendi problemlerini çözmede yüce yaratıcısının buyruklarına kulak vermiyor. Yani insan, akıllara hayret verici dertlerini tedavi etmek için, onun bizzat yaratıcısına başvurmuyor. Oysa hassas ve ince olduğu kadar büyük ve değerli olan bu insanlık cihazının bütün iç ve dış gizliliklerini, giriş ve çıkış noktalarım ancak onu yaratan, onu yoktan vareden bilir. "Şüphesiz ki O, kalplerde olanı bilir. Yaratan bilmez olur mu? O, latifdir, habîrdir." (Mülk: 13-14).
İşte, yolunu şaşırmış olan insanlığa felaketler bu yüzden geliyor. Şaşkın ve zavallı insanlık, basit bir cihazın tamiri için onu sanatkârına götürdüğü gibi, beşerî fıtratı da büyük yaratıcısına götürmedikçe olgunluğa eremeyecek, hidayeti bulamayacak, rahat yüzü göremeyecek ve mutluluktan mahrum kalacaktır.
İslâm'ın insanlığa önderlik etmekten uzaklaştırılması, beşer tarihinin en önemli olayıdır. Bu, öyle bir olaydır ki, insanlık hayatı boyunca bundan daha acı ve daha kötü bir talihsizliğe hiç düşmemiştir.
İslâm, insanlığın kumandasını ele aldığında, yeryüzü ve hayat bütünüyle bozulmuş, yönetimler, idareler kokuşmuş ve bu idarelerin altındaki insan her türlü ızdırabı ve acıyı tatmak zorunda bırakılmıştı. "İnsanların elleriyle işledikleri zulümler yüzünden kara ve denizde fesat ortaya çıktı." (Rum: 4 i).
İşte İslâm, beşer idaresini bu Kur'an, onun getirdiği yeni düşünce ve bundan doğan kanunlarla ele aldı. Bu olay, insanlık dünyası için, şüphesiz ki insanın bizzat doğuşundan çok daha büyük bir olaydır. Çünkü gerçekten bu Kur'an değerler, sistemler, varlık ve hayat hakkında ona yepyeni bir anlayış kazandırdı ve o güne kadar ancak hayal edip hasretini çektiği biricik mutlu hayatı gerçekleştirdi. Evet, bu yeni hayat, temizlik, güzellik, ululuk, yücelik, kolaylık ve sadelik üzerine kurulmuş, gerçekçi ve yapıcı, dengeli ve uygulanabilir huzur verici bir hayattı. Yüce Allah'ın Kur'an nizamı ve kanunlarında insanlığa sunduğu bu üstün hayat, bu ilâhi lütuf olmasaydı, insanlık onu tasavvur edemez, ona asla ulaşamazdı.
Daha sonra insanlar, o talihsizliğin uğursuz pençesine düşerek İslâm'ın önderliğinden mahrum kaldı. Bu durum, onu tekrar İslâm dışı idarenin kucağına attı ve onun kumandasına terketti. Yönetimde birçok taktiğe sahip olan bu cahili sistem, insanları cicili-bicili elbiselerle ve rengârenk değersiz oyuncaklarla sevinen çocuklar gibi sevindirerek kendine çekmeyi başardı.
Evet, günümüzde insanlığın düşmanı tuzakçı ve şaşırtıcı bir güruhla karşı karşıyayız. Bunlar ilâhi sistemi terazinin bir kefesine, insanoğlunun madde dünyasındaki başarılarını da diğer kefesine koyarak insanlığa: "Buyurun, hangisini isterseniz onu alın, ya ilâhi sistemi alıp insan elinin madde dünyasında meydana getirdiklerinden vazgeçeceksiniz, yahut da insanoğlunun başarılarını kabullenip ilâhi sistemi bırakacaksınız!" diyorlar. Şüphesiz ki bu, kötü, aldatıcı ve pek adî bir tuzaktır. Çünkü durum hiç de böyle olmadığı gibi, ilâhi sistem insanoğlunun meydana getirdiği gelişmelere düşman değildir. Aksine insan eliyle vücut bulan keşiflerin asıl yapıcısı, yönlendiricisi, yol göstericisi ve onun yönünü doğruya çeviren yine bu ilâhi düzendir. Bütün gaye, insanoğlunun yeryüzündeki halifeliğini yüklenebilecek ve başaracak düzeye yükselmesidir. Yüce Allah, bu yüksek makamı insanoğluna bağışlamış, ona bunu başarabilme imkânlarını lütfetmiş, bu büyük görevi yerine getirmesi için muhtaç olacağı her türlü enerji ve gücü ona vermiş, bu yolda kendisine yardımcı olmak üzere kâinat kanunlarını onun yararına sunmuş ve ayrıca hayata hakim olması, çalışıp harikalar meydana getirmesi için kendi yapısıyla kâinatın yapısı arasında bir uyum yaratmıştır. Diğer taraftan bu sisteme göre insanoğlunun çalışma ve başarısı ibadet, keşif ve buluşları Allah'ın kendisine verdiği büyük nimetlere karşı şükür ve minnettarlık ve ayrıca yüce Allah'ın hilâfet akdindeki şartına bağlı kalması ve bütün hareketlerini Allah'ın rızasına uygun olarak yapması sayılacaktır. O halde ilâhi düzeni terazinin bir kefesine, insanın madde alemindeki başarılarını da diğer kefesine koyanlar, kötü niyetli kimseler olup insanlığın zararına çalışmaktadırlar. Çünkü, sapıklıklardan ve çeşitli oyun ve entrikalardan yorgun düşen insanlar, ne zaman mahvedici telkinlerden kurtulmak ve Allah'ın himayesine sığınmak için uyarıcı, doğru yolu gösterici bir sese kulak vermek üzere harekete geçse, bu çete hemen peşlerine takılır ve onları bundan uzaklaştırır.
Sözü geçen bu güruhtan başka, iyi niyetli bir grup daha vardır. Ama bunlar da, derin ve kuşatıcı bir anlayıştan mahrumdur. Bunlar insanoğlunun keşfettiği buluşlar ve teknolojik gelişmeler karşısında hayrete düşerler. Teknik alandaki bu başarıları görünce büyük bir hayranlık ve dehşet duygusuyla şuurlarında, tabiat kuvvetleri hakkındaki düşünce ile bütün evrene hakim olan imana dayalı düşünceleri ayrılır. Böylece onlar, insanlar iman etseler de etmeseler de, ilâhi nizama uysalar da uymasalar da, Allah'ın şeriatını uygulasalar veya kendi heveslerine bağlı kalsalar da, bütün durumlarda tabiat kanunlarının imana bağlı kayıtlardan etkilenmeksizin seyrine devam edeceğini ve istenilen her neticeyi vereceğini zannederler.
Bu bir saplantı ve hayaldir. Çünkü bu düşünce aslında Allah'ın birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan iki ilâhi kanununu birbirinden ayırmak demektir. Nitekim, tabiat kanunları, imana bağlı kanunlar gibi evrendeki Sünnetullah 'ın bir parçasıdır. Bunun için elde edilen bütün iyi neticeler, bu iki unsurun birbiriyle olan sıkı irtibatı sayesindedir. Mü'minin duygu ve düşüncesinde bu iki kanunun arasını ayırmasını haklı gösteren hiçbir sebep yoktur. İşte Kur'an'a uyarak yaşayan insanda, Kur'an'ın meydana getireceği doğru ve gerçek düşünce budur. Kur'an, geçmiş kitap ehlinin kitaplarına karşı çıkmaları ve muhalefet etmeleri yüzünden başlarına gelenleri anlatarak bu gerçeği dile getiriyor: "Şayet kitap ehli inanıp, karşı gelmekten şakımalardı, kötülüklerini örterdik ve onları nimeti bol cennetlere koyardık. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerin-den kendilerine indirilen Kur 'an 'ı gereğince tatbik etselerdi, muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından rızıklandırıldıkları yiyecekler sağlarlardı." (Maide: 65-66). Nuh (a.s.)'ın kavmine yaptığı uyanları da anlatarak aynı düşünceyi vurguluyor: "Artık dedim, Rabbinizden mağfiret dileyin.Çünkü O, çok bağışlayıcıdır.O sayede gökten üstünüze bol yağmur salıverir. Sizin mallarınızı, oğullarınızı da çoğaltır, size bağlar, bostanlar verir, size ırmaklar akıtır." (Nuh:10-12).
Yine Kur'an, insanların kendi işleriyle yüce Allah'ın onlara yönelik muamelesi arasında bir bağlantı kurarak buyuruyor ki: "Bir millet kendisini değiştirmedikçe, Allah Onların durumunu değiştirmez." (Ra'd: ıi).
Allah'a iman etmek, samimi olarak O'na ibadet etmek ve yeryüzünde O'nun hükümlerini yaşamaktır. İşte bütün bunların uygulanması Sünnetullah'ın icrasıdır. Allah'ın kanunlarının hayata hakim kılınmasıdır. Hepsi de gözlerimizle görüp, duygu ve tecrübelerimizle etkilerini anladığımız diğer evrensel kanunların ortak kaynağından doğan kesin ve pozitif kanunlardır.
Bazan sırf tabiat kanunlarına uyularak bir basan sağlandığı görülebilir. Bu aldatıcı anlayış cazip gelerek bizi Allah'ın evrensel ve imanî kanunlarını idrak etmekten alıkoymamalıdır. Çünkü bu düşüncenin bazan yolun başlangıcında kendisini hessettirmeyen acı neticeleri, yolun sonunda bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. Nitekim bizzat İslâm dünyası bugün, bu felaketlerin içindedir. İslâm dünyasının yükselişi, hayatında tabiat kanunlarıyla iman kaynaklı hükümlerin birleştiği andan itibaren başlar. Gerileyip çöküşü de, bu iki ana unsurun birbirinden koptuğu yerden başlamıştır. Bu ayrılış açısı genişledikçe İslâm toplumu çökmeye devam etmiş ve nihayet hem tabiat kanunlarını, hem de imanî hükümleri bırakınca yüzükoyu olarak bugünkü çöküşüne kadar yuvarlanmıştır.
Diğer taraftan çağımızın madde medeniyeti, kanadının biri kopan ve tek kanatla uçmaya çalışan bir kuş gibi çırpınıp duruyor. Bunun için maddi başanla-rındaki yükseliş ile, manevî alandaki çöküşü ve bocalayışı aynı orandadır. Selim akıl sahipleri feryat ederek diyorlar ki: Bu medeniyetin ızdırap, şaşkınlık, ruh ve sinir buhranlarından kurtulması, ancak Allah'ın düzenine yönelmek ve ona sarılmakla mümkündür. Bunun bir başka yolu yoktur.
Şüphesiz ki tabiattaki ilahî kanunların bir kısmını Allah'ın insanlara gönderdiği "Şeriat" kanunları oluşturur. O halde şeriatın uygulanması elbette insanın hareketleriyle, kâinatın akışı arasında sıkı bir uyum meydana getirecektir. Diğer taraftan şeriat, kökü ve gövdesi iman olan ağacm meyvesinden başka bir şey değildir. Allah'm bu hukuk nizamı, İslâm cemiyetinin kuruluşunu sağlamak ve müslümanlar tarafından tatbik olunmak için gönderilmiştir. Büyük kâinat varlığıyla insan varlığı hakkındaki İslâmî düşüncenin uygulanmasında kemalini bulan şeriat, bu düşüncenin kalpte meydana getirdiği takva, şuurda sağladığı temizlik, çalışmada kazandırdığı dikkat ve başarı, ahlâka verdiği üstünlük ve hayat akışına kazandırdığı dürüstlükle gerçek bütünlüğüne ulaşır. İşte böylece, gerek tabiat kanunları dediğimiz, gerekse imanî hükümler diye ifade ettiğimiz Sünnetullah (Allah'ın Kanunları) arasında tam bir uyumun varlığına şahit oluyoruz. Şeriat ve tabiat kanunları, Allah'ın şu evrendeki geçerli kanunlarının birer parçasıdır.
İnsan da, kâinatın güç odaklarından bir kuvvettir. Onun hareketi, iradesi, imanı, iyi oluşu, ibadeti ve faaliyetleri, varlık bütününü etkileyen birer kuvvet kaynağıdır. Kâinatın akışında etkili olan bu güç birimleriyle Allah'ın bütün evrensel kanunları arasında tam bir irtibat vardır. Bütün bu kanunlar tam bir uyum içinde çalışırlar. Bu güçlerin ahenk içinde birleşmesinden olgun ürünler elde edildiği gibi, birbirleriyle çarpışmalarından da, ürünler bozulup, hayat düzenini kaybeder ve insanlar kendi aralarında perişan bir duruma düşerler. Toplum içinde kötülük ve mutsuzluk yayılır. "Bu demektir ki, bir kavim kendi kendini değiştirmedikçe, Allah o kavme lütfettiği nimeti değiştirecek değildir." (Enfal: 53) Şu halde insanın hareketi ve şuuru ile, bütün varlığı kaplayan ilâhi kanunların akışı arasında güçlü bir ilişki vardır. Bu bağı bozmayı, bu uyumu yok etmeyi ve Allah'ın yaşayan kanunları ile insanlar arasına engel koymayı, ancak insanlığa düşman olanlar ve onu bilinmeze doğru sürükleyenler hedef olarak seçerler. O halde insanlar kendine gelerek, düşmanını tanımalı ve onu doğru yolu engellemede serbest bırakmamalı, aksine Rabbinin hidayetine erdirmeye çalışmalıdır.
* * *
Bunlar, gölgesinde yaşadığım süre boyunca Kur'an'ın bende bıraktığı duyguların ve edindiğim izlenimlerin bir bölümüdür. Umarım Allah, bunları vesile ve hidayete erdirici sebeplerden kılar. Çünkü O: "Allah dilemedikçe, siz bir şey dileyemezsiniz." (insan: 30) buyuruyor. ( 12 cilt fizilalil kuran tefsir, seyyid kutub kitap, ucuz tefsir, hikmet, tefsir kitapları, ucuz fi zilal, islami yayınlar , fizilalil kuran tefsir, seyyid kutup, fizilali kuran kitap tefsir , FİZİLALİL KURAN TEFSİR, SEYYİD KUTUB TEFSİR FİYAT )
Prof. Seyyid KUTUB
Seyyid Kutub un (ra) yazdığı , Hikmet Yayınları 12 cilt Fi Zilalil Kuran Tefsir adlı tefsir külliyatı nı incele diniz.