Hafız Boy Metinsiz Meal Kuranı Mecid Tefsirli Meali Alisi AHISKA

Fiyat:
440,00 TL
İndirimli Fiyat (%47,7) :
230,00 TL
Kazancınız 210,00 TL
Havale / EFT:
223,10 TL
64,98 TL'den başlayan taksit seçenekleri için tıklayın.
Aynı Gün Kargo

Kitap           Kuranı Mecid Tefsirli Meali Alisi Metinsiz Meal
Yazar          Heyet
Şerh İzah    Mahmut Ustaosmanoğlu     
Yayınevi      Ahıska Yayınevi
Kağıt Cilt     Ivory kağıt, Tek Cilt , Kuşe Kapak Cilt
Sayfa Ebat  604 Sayfa, Hafız Boy, 14x20 cm.
Yayın Yılı     2022  Tashihli Yeni Baskı Yeni Baskı
 Kod            AH187


 
Kuranı Mecid Tefsirli Meali Alisi Metinsiz Meal Hafız BoyTashihli Yeni Baskı


Hicri 15. Asrın Müceddidi, Şeyhü'l İslâm İsmail Efendi (İsmail Ağa) Camii Şerîfi Em. İmâm-Hatibi Mahmud Ustaosmanoğlu riyasetinde, ilmî bir heyet tarafından hazırlanmış, Kur'an-ı Azimuşşân'ın yüce meâlinden ibâret bir eserdir.

Bu eserin en önemli özelliği diğer meâllerden farklı olarak tefsirli (açıklamalı) olmasıdır. Zîra; gerekli parantez içi açıklamalar ve dipnotlar verilmeksizin yapılan meallerde hataya düşmemek, yanlış anlamamak mümkün değildir. Bunun temel sebebi ise Kur'an-ı Kerimin Mûciz, Arapça lisanının takdir ve hazifler üzere kurulan edebî bir lugât oluşudur. Nitekim, bu eserin farkı ve son derece faydalı oluşu, tetkik edenlerine aşikârdır.

ÖNSÖZ

Bütün hamdler O Allâh-u Te'âlâ'ya mahsustur ki; cem' ve tenzih makamın­dan, hiçbir noksanı bulunmayan Arapça bir Kur'ân indirdi. Ayrıca O, burhan ve hüccetleri üstün ve parlak olarak, bir de onu her zaman diliminde bâkî bir mu­cize olarak ebedîleştirdi.

Sonsuz salât ve sınırsız selâm, Efendimiz Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) üzerine olsun ki onun zâtı, âyât-ı tenzîliyyenin mehbitı, ahlâkı ise Hazret-i Kur'ân'dan ibaret idi.

Ehl-i Beyt'ine, ashâbına ve kıyâmete kadar ihsân ile onlara tâbi olanlara da bî hadd ve bî add salât-ü selâm olsun ki, onlar tenzîl nurlarının meşrıkleri ve te'vil sırlarının mağribleriydi.

Bundan sonraki beyanımız şu yöndedir ki; bu "Tefsirli Meâl"e başlarken sebeb-i te'lîfi ortaya koymayı uygun gördük, şöyle ki: Yıllardan beri sohbetlerimizi takip eden kardeşlerimizin malûmu veçhile; eski deyimle "Kırık mana" olarak ifade edilen üslûb üzere Kur'ân-ı Kerîmin keli­me kelime manasını açıklamak ve sonra toplu manayı çıkarmak âdetimiz olup, en büyük arzularımızdan biri de isteklileri tarafından bu usûlün öğrenilip öğretilmesiydi.

Manevî işaret üzere başlatmış olduğumuz "Rûhu'l-Furkan Tefsiri"mizin bu gayeye ne derece hizmet ettiği, beyana muhtaç değildir.

Ancak ihvân-ı dîn ile ilgili bu zamana kadar yapmaya mecbur olduğumuz birçok vazife ve meşguliyetimiz, ayrıca karşımıza çıkan bazı maniler dolayısıy­la; 8 Safer 1426 (18 Mart 2005) tarihine ulaştığımız günlerde henüz tefsirimiz En'âm Sûre-i celîlesinin sonuna gelebilmiştir.
Tefsirimizin, sahasında yazılan eserlere kıyasla geniş muhtevası, birçok kaynaklara dayanan ilmî bir faaliyet oluşu ve zamanın bereketsizliği göz önün­de bulundurulduğunda, ilk ve asıl gayemiz olan Kur'ân-ı Kerîm'in tümü hakkın­da yapılması hedeflenmiş tefsirli bir mealin siz okuyucularımıza ancak seneler sonra tam bir şekilde ulaşacağı görüşü böylece herkese hâkim oldu.

Bu yüzden A'râf Sûresi'nin tefsirinin yapılacağı 13. cilde başlamadan önce 
tefsir çalışmamızı bir sürelik durdurup, Allâh-u Te'âlâ'nın tevfîkıyle tefsirli bir meâli itmamdan sonra inşâallah tekrar tefsir çalışmamıza dönerek, taliplerine takdime sa'y-ü gayret göstermeyi uygun gördük.

Çalışmak bizden, muvaffak kılmak ise ancak Allâh-u Te'âlâ'dandır.

Ancak "Bunca meal varken yeni bir meâle ne ihtiyaç vardı?" şeklinde bir soru kaçınılmaz olarak akla gelebileceği için, meâlimizin diğerlerinden farkı­nı açıkça ortaya koyma ve herkesin bu meâle niçin ihtiyaç duyacağı gerçeğini izah etme gereğini fark ettiğimizden, bu noktada bu hususu maddeler halinde serdettik:

Belirtmeden geçemeyeceğimiz en önemli hususlardan biri şudur ki; âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerin kuru kuruya tercümesi yapılıp, gereken izah verilmediği takdirde bu işin zararı faydasını geçebilir. Zira Kitap ve Sünnet'te "Nesh" denilen bir hüküm geçerlidir ki bu:

"Şer'î bir hükmün, Allâh-u Te'âlâ tarafından tümüyle kaldırılması veya misli yahut daha iyisiyle değiştirilmesidir."

Mesela; Bakara Sûre-i celîlesinin 180. âyet-i kerîmesinde: "Ardından mal bırakacak kişinin ana-babasına ve akrabasına vasiyet etmesinin farz olduğu" açıkça bildirilmiştir.

Hâlbuki daha sonra gelen Nisa Sûresi'nin 11 ve 12. "Miras âyetleri" ile her­kesin ne alacağı taksim edilmiş olduğundan, ölecek kişinin kafasına göre va­siyet yapmasının farziyeti kaldırılmaktan öte, yapsa bile geçersiz sayılmıştır.
Dolayısıyla Bakara Sûresi'nin âyetinin meâli verilirken, hükmünün nesh edildiğine dair bilgi verilmezse, okuyucu bu hükmün geçerli olduğunu sana­rak hataya düşebilir. Bunun misallerini çoğaltabiliriz.

Binâenaleyh; âyetler arasındaki neshin mutlaka dipnotlarla da olsa kay­dedilmesi gerekir. İşte biz bu meâlimizde bu konuya hassasiyetle eğildik. An­cak bunu yaparken nesholunduğu hususu ittifak konusu olan yerleri açıkça belirttik, zaman ve zemine göre işlevi devam eden birçok âyet-i kerîmeyi de mensûh olarak değerlendirmeyip, müfessirlerin beyanı veçhile farklı şartlarla ele aldık.

Yine böylece; Ehl-i sünnet ulemâsının görüşlerini parantezler ve dip­notlarla belirtmeye son derece özen gösterdik. Mesela Nisâ Sûresinin 93. âyet-i kerîmesinde "Bir mümini kasten öldürenin ebedî cehennemde kalacağı" bildirilmiştir.

Hâlbuki diğer birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerde "Ne kadar güna­hı olsa da iman üzere ölenin cehennem de ebedî kalmayacağı", hatta "Allâhu
Te'âlâ'nın dilemesi durumunda bağışlanıp, cehenneme hiç girmeden de cennete girebileceği" açıklanmıştır.

İşte bütün âyet ve hadîsleri birlikte mütalaa eden Ehl-i Sünnet ulemâsı, bu âyet-i kerîmeye: "Bir mümini imanı yüzünden öldüren, yahut adam öldürmeyi helâl sayarak cinayet işleyen kişi kâfir olacağından cehennemde ebedî kalacak­tır!" diye tefsir etmişlerdir.

Diğer bir misal olarak; Müddessir Sûresinin 43. âyet-i kerîmesinde cehen­nem ehlinin ifadesi olarak zikredilen: "Biz namaz kılanlardan değildik!" âyet-i kerîmesi, Ehl-i sünnet ulemâsı tarafından: "Biz namazın farziyetine inananlar­dan değildik!" şeklinde tefsir edilmiştir. Zaten ileride gelen: "Biz ceza gününü de yalanlardık!" sözleri, Ehl-i sünnetin bu tefsirinin ne kadar isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.

İşte biz bu meâlimizde Kurânı Kerîm'in metnine hiçbir ilave yapmaksızın, parantezler vasıtasıyla bu manaları okuyuculara naklettik. Bu hususlara ria­yet edilmeksizin yapılan meâlleri okuyan kimseler ise, bazı günahların insanı cehennemde ebedî bırakacağı yahut namaz kılmayanın kâfir olacağı gibi, Ehl-i sünnet itikadına ters düşen sapık inançlara kapılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.

Hassasiyetle üzerinde durulması gereken bir başka husus da şudur ki; Kur'ân-ı Kerîm'den hüküm çıkarmak ancak mezhep imamlarının ve mücte-hidlerin başarabileceği bir iştir. Bu zevât-ı kirâm fıkhî meselelerin tümünü de­lillerinden istinbat ederek hazır bir halde önümüze sunmuşlardır.
Artık bize gereken; delillerden hüküm çıkarmaya uğraşmak olmayıp, ehli tarafından ictihad edilen fetvayı arayıp bulmak ve onu tatbik etmektir ki bunun mahalli, fıkıh ve kelâm ilimleriyle ilgili yazılmış olan eserlerdir. Bunun aksine hareketle Kuranı Kerîm'in meâllerinden fetva çıkartmaya çalışanların, "Salât" kelimesinin lügat manasına bakarak farz namazları dahi terk edecek duruma geldikleri ortadadır.

Bu itibarla itikadî veya fıkhî bir hükmü anlamak isteyen bir Müslümanın, sade bir meâlle yetinmeyip mutlaka Ehl-i Sünnet uleması tarafından bu konuda yazılmış kitaplara müracaat etmesi şarttır.
Aksi takdirde günümüzde müşahede ettiğimiz üzere Ehl-i Sünnet dışı Mu'tezile, Müşebbihe ve Cebriyye gibi sapık fırkaların inançlarına bulaşması kaçınılmaz olur.
Zira Kur'ân-ı Kerîm âyetleri bir bütün halinde ele alındığında birbirini tas­dik ve tefsir eder bir mahiyet taşımaktadır. Dolayısıyla Kur'ân ve Sünnet'te;
tahsis, takyîd ve istisnâ(; birinin, diğerinin hükmünü özelleştirmesi veya kayıt altına alması yahut bazı şeyleri o hükümden ayrı tutması) gibi hükümler câridir.
Mesela; En'âm Sûresi'nin 145. âyet-i kerimesinde haram olan yiyeceklerin dört maddeye hasredildiği görülmekteyken, Mâide Sûresi'nin üçüncü âyet-i kerîmesinde ve diğer birçok hadîs-i şerifte daha birçok haram yiyecekler bu­lunduğu belirtilmiştir.

Yine böylece; Kasas Sûresi'nin 56. âyet-i kerîmesinde Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem den hidayet vasfı nefyedilmişken, Şûra Sûresi'nin 52. âyet-i kerîmesinde ise bu sıfat kendisine isnad edilmiştir.
Ayrıca; İnsan Sûresi'nin 30. âyet-i kerîmesinde Allâh-u Te'âlâ'nın dilemesi olmadan kullarının dilemesinin bir şeye yaramayacağı beyan edilmişken, En'am Sûresi'nin 148. âyet-i kerîmesinde müşriklerin, Allâh-u Te'âlâ'nın dilemesini öne çıkaran sözlerine karşılık onlar tasdik edilmemiş, bilakis tekzib ve inkâra nisbet edilmişlerdir.

Bu gibi birçok misali göz önünde bulunduracak olursak; inanç veya amelle ilgili herhangi bir konudaki kesinleşmiş bir kararı mücerred bir meâlden anla­yabilmek, müfessirlerin bu husustaki çözüm ihtiva eden beyanlarını hiç bilme­yenler hakkında mümkün görülebilecek bir şey değildir!

Tüm bu yönler göz önünde bulundurulduğunda tercüme ve meâl adı altında hazırlanan eserlerin, hükme kaynak ittihaz edilmelerinin büyük sakıncaları bir nebze olsun anlaşılmıştır.
Dolayısıyla mensûh âyetlerin bildirilmesi ve ayrı ayrı manalara ihtimalli olan bazı âyetlerin parantez ve notlarla izah edilmesi, çelişkili gibi görülen bazı nok­taların, Kur'ân-ı Kerîm'in tercümanı lakabına haiz olan İbni Abbas (Radıyallâhu anhümâ) gibi selef-i sâlihînden gelen çözümlerle vuzuha kavuşturulması gibi birtakım şartlara bağlı kalınmak suretiyle yapılacak bir meâlin ihtiyaçlara cevap vereceği ve çok faydalı olacağı ittifakla benimsenmiş bir husustur.

İşte biz bu meâlimizde bütün bu şartlara riayet etmek üzere izah gereken hiçbir noktayı kapalı bırakmayıp, muteber tefsirlerde zikredilen müfessirlerin isabetli görüşleriyle her bir âyeti tek tek incelemeye gayret ettik.
Ancak kimsenin iddia edemeyeceği gibi, bizim de hatasızlık gibi bir iddi­amız asla mevcut olmayıp, sehven vaki olan kusurlarımızın bağışlanmasını Allâh-u Te'âlâ ve Tekaddes Hazretlerinden, Kur'ân-ı Kerîm hatırına niyaz eder ve bu hizmette emeği geçenlere Mevlâ Tealâ'dan feyiz ve tevfikler talep ederim.

Meâl yapılırken Kur'ân-ı Kerim'de yoruma müsait olan kelime ve cümle­lerin tercümesinin, lügatlara veya Kur'ân-ı Kerîm'deki diğer kullanış şekillerine bakılıp ortama ve güne gündeme itibar edilerek açıklanması Kur'ân-ı Kerîmi tahrife ve tebdile sebebiyet verebilir.

Nitekim birtakımlarının, Allâh-u Te'âlâ'nın gazabını çekmek pahasına da olsa, birilerine şirin görünmek için, Nisâ Sûresi'nin 34. âyet-i kerîmesinde ge­çen: "Nasihat kâr etmeyen, yatak ayırmak suretiyle de yola gelmeyen kadınların dövülmesi" hakkında kullanılan "Darb" ifadesini, oradaki harf-i cersiz isti'ma-liyle lügatta dahi bulunamayan "Uzaklaştırma" tabiriyle tercüme ederek veya bu kelimeyi, lügatta bulunsa da, Ehl-i Sünnet'e mensup hiçbir müfessir tarafın­dan bu makamda kabul görmeyen "Cinsî münasebet" anlamında yorumlayarak, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), sahâbe, tâbi'în, ve cumhûr-u müfessirîne muhalif bir yola girmeleri, "Zaman Kur'an'a uymuyorsa, Kur'an'ı zamana uydur!" şeklindeki bâtıl felsefenin mahsûlü olan bu tahrifin en bâriz örneklerindendir.

Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in terceme ve meâlini yapmaktan maksat; o kelimenin lügatta veya Kur'ân-ı Kerim'de kaç manada kullanıldığı değil, Allâh-u Te'âlâ'nın, îrâd buyurduğu herhangi bir yerde, ondan ne kastettiğidir ki, bunun akılla tes­piti, tercih bilâ müraccih (ağır bastıracak bir neden olmaksızın bir şeye öncelik vermek) olur.

Dolayısıyla burada tek tespit vasıtası, nakilden ibaret kalmıştır. O halde ter­ceme yapılırken gözetilecek husus; o kelime veya cümle hakkında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellemden veya sahâbe ve tâbi'înden yahut cumhûr-u müfessirînden gelen rivayetlere göre tercüme yapma zorunluluğunun farkında olmaktır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'in lügatini, ıstılahını, iniş sebeplerini ve iniş yerle­rini en iyi bilenler ancak bu zatlardır.
Mesela; Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde geçen "Salât" kelimesi lügata ba­kıldığında bir anlamda "Duâ" olarak karşılık bulmaktaysa da, Kur'ân-ı Kerim'de geçenler bu manada tefsir edilemez.
Çünkü bu kelimenin Kur'ân-ı Kerim'de geçen manası; Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), sahâbe, tâbi'în ve cumhûrun ittifakıyla "Beş vakit farz namaz" olarak kesinleşmiştir.

Hal böyleyken buna eş anlamlı olarak dahi "Duâ" manasının verilmesi bir­çok sıkıntı meydana getirir. Nitekim "Salâtın, vakitli olarak farz kılındığı"nı be­yan eden Nisâ Sûresi 103. âyet-i kerîmesine göre, "Belli vakitlerde dua yapılma­sı farzdır" gibi bir hükme varılması gerekir. Hâlbuki dinde belli vakitlerde dua yapmanın farz olduğuna dair hiçbir delil yoktur.
Yine böylece birileri bu manadan yola çıkarak: "Namaz farz değildir, dua

kâfidir" kanaatine varıp, kendilerini dinden çıkaracak bir inanca sahip olabilirler. Nitekim günümüzde bu fikirde olanlar mevcuttur. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
İşte bu nedenle biz bu meâlimizde, gök ilimleriyle uğraşanların yeni bir bu­luşuna yahut doktorların yeni bir keşfine göre meâlleri değiştirenlerin tersine her bir kelime ve cümle hakkında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem den veya sahâbe ve tâbi'înden yahut cumhûr-u müfessirînden gelen rivayetlere göre terceme yapmayı esas almışızdır.
Bazı âyet-i kerîmelerin sonunda geçen Allâh-u Te'âlâ'ya ait isim ve sıfat­lar, o âyet-i kerîmenin muhtevasıyla ilgili farklı manalara delâlet ettiklerinden parantez içerisinde o özel manaya yer verilmiştir.
Ayrıca; isim ve sıfatlarda bulunan sonsuz manalar, Türkçede tek kelimeyle ifade edilemeyeceğinden ve İlâhî isimler, (âyet ve hadis gibi bir nass bulunmak­sızın akıl yoluyla tespit edilemeyecek şekilde) tevkîfî olduğu için, Türkçe bir ke­limeyle tercemesi uygun ve yeterli görülmediğinden, ism-i şeriflerin Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen lafızları titizlikle korunmuş, öncelerinde veya sonralarında ise tefsirlerde geçen bazı uygun manalar açıklanmıştır.

  
MEÂLİMİZDE BULUNAN BAZI ÖZELLİKLER:

Yeni meal hazırlayan bazı ilâhiyatçıların savunduğu gibi parantezsiz bir meâl asla sadra şifa verecek bir tercüme ihtiva edemez. Zira Arap lisanı Türkçeye hiç uymadığı gibi, hazif ve takdirler üzerine kurulu bir lügati, tıpa tıp terceme ederek tam manasıyla ifade etmek imkan haricindedir.

"Ben yaptım oldu!" kabilinden birtakım sözlere karşılık cevabımız; "Peki, kim ne anladı?" demekten öte geçmez. Kaldı ki bu iddia sahiplerinin meâllerine bakıldığında, parantez yerine taksim (/) ve tire (-) gibi birtakım işaretler kul­landıkları gözden kaçmamaktadır.

Dolayısıyla bizim bu meâlimizde takip ettiğimiz usûl; âyet-i kerîmelerin ih­tiva ettiği kıymetli lafızların karşılıklarını parantez dışı ve belirgin bir şekilde kaydedip, lafz-ı celîlde vaki olmayan bir kelimeye dahi meâlde yer vermemeye ve metni şerifte bulunan bir harfin dahî manasını ihmal etmemeye azami gay­ret göstermektir, tâ ki Allâh-u Te'âlâ'nın kelâmından olmayan ifadeler, Kelâm-ı Kadîm ile karıştırılmasın ve Kelâm-ı İlâhî'de bulunan herhangi bir kelime ma­nasız kalmasın!

Mesela; akış ve edebiyatı ihlâl eder endişesiyle tekrarlamaktan kaçınmak-sızın (  ) ve ) gibi lafızlara: "İşte sana!", "İşte sana! Onlar..." gibi manalar vermeye özen gösterdik ki, bu manaların hangi kelimelerden çıktığı erbabınca malumdur!

Yine böylece hiçbir zamirin manası ihmal edilmemiş, ancak birçok meâlde yapıldığı gibi sarih isimlerle terceme yapılmayıp, zamir manasının özelliği ko­runmuştur ve ne kadar fazla tekrar edilse de, akışın bozulması göze alınarak her biri meâlde yerini bulmuştur.
Ayrıca tefsirlerde açıklanan gizli kasemlerin her biri zikredilmiş ve bazı âyet-i kerîmelerin meâllerinde bunun defaatle tekrarlanmasından kaçınılma-mıştır.

Özellikle te'kîd ve tahkîk ifade eden harflere birer birer manaları verilmiş ve yerine göre: "Elbette", "Şüphesiz", "Muhakkak", "Gerçekten", "Kesinlikle" gibi değişik tabirler kullanılarak, tekrarlanan yerlerde ise farklı manalar tercih edi­lerek mana akışı sağlanmaya çalışılmıştır.

Meâlin metninde geçen (,) virgüller metinle alâkalı olup parantez içle­rinde bulunan virgüller ise metinle alâkalı olmayıp, metnin parantezle birlikte okunmasına göre yerleştirilmiştir. Ancak bazı yerlerde tefsir ve izah mahiyetli getirildiği de olmuştur ki, bunlar oku yucularımızın nazarı dikkatinden kaçacak şeyler değildir.
Âyet-i kerîmelerde geçen kelime veya cümlelerin farklı fakat vazgeçile­meyecek derecede güçlü manaları mevcutsa; o zaman ikinci veya üçüncü ma­nalar, bölü (/) işaretiyle metinde farklı yazı şekliyle (renkli ve eğik olarak) be­lirtilmiştir.

Bu farklı manalar bazen bir kelimenin, bazen de bir cümlenin ikinci veya üçüncü manası olabilir. Bundan dolayı dikkatli okunulması durumunda anlaşıl­ması zor olmayacaktır.

Sûrelerin başlarında iniş yerlerini belirtmek için zikredilen Mekkî - Medenî ifadeleri bazı yerlerde Kur'ân-ı Kerîm hattında yazılı olan ifadeden fark­lı görülebilirse de, bu bir gaflet eseri olmayıp, tefsirlerde ağır basan görüşlere dayanmaktadır.

Mahmud Ustaosmanoğlu
28 Cemâziyelevvel 1428
14 Haziran 2007



 
Diğer Özellikler
Stok Kodu9786257524074
MarkaAhıska Yayınevi
Stok DurumuVar
9786257524074
En yeni ürünler
Güvenli teslimat
Kampanyalı ürünler
Piyasadaki en iyi fiyat

PlatinMarket® E-Ticaret Sistemi İle Hazırlanmıştır.