Kahraman Yayınları , Mahmud Şakir tarafından yazılan Hz. Ademden Bugüne İslam Tarihi adlı kitabı incelemektesiniz.
Hz. Ademden Bugüne İlam Tarihi kitabı hakkında yorumları okuyup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Hz. Adem den Bugüne İslam Tarihi
HANGİ TARİH ?
"... Her ümmet, dinî inançlarından ve hayatının gerçeklerinden hareketle kendini tanıtan bir tarihe sahiptir ki; onun saf kalabilmesi, fertlerinin zevk ve meyilleriyle uyum içinde bulunması ve gelecek nesillerin ondan ilham alarak yetişmesi için tarihini kendi inançlarını aykırı olan herşeyden korumaya özen gösterir."
"Ne yazık ki bazı sapık eller geçmişte İslam ümmetinin tarihi ile oynamıştır. Öyle ki yeni safhasıyla da İslam Tarihi'ni, eski dönemlere ait saptırılmış tarihin bir devamı olarak ve günümüz Avrupa'sının tarihi ile de bir benzerlik içerisinde akıp gitmekte olduğunu görüyoruz. Dünya tarihi, Avrupa'da cereyan eden tarihe uydurularak üç kısma ayrılmaktadır:
Eskiçağ, Ortaçağ, Yeniçağ
Evrenseldir diye ileri sürülen bu tarih elbette ki Avrupa'dan başka bir yere ait olamaz ve başkasını da kapsayamaz."
BİZİM TARİHİMİZ
"
İslam Tarihi 'ne gelince... Bunu da faziletlerimizin, manevi değerlerimizin, inançlarımızın ve kavramlarımızın ışığında üç kısma ayırmamız mümkündür:
1
- İslam Öncesi Tarih : Peygamberleriyle birlikte yaşamış onları izleyip yollarından yürümüş cemaatler istisna edilecek olursa uzun sürmüş bir 'Cahiliye Dönemi'dir.
2-
İslam Tarihi : Hz. Muhammed'in (S.A.V) ve sonraki Raşid Halifeler'in dönemini kapsar.
3- Yeni Tarih: Hükümdarların İslami çizgiden saptıkları, hükümetlerin anarşi ve cehalet içinde bocaladıkları ve yabancılara körü körüne uyguladıkları "İkinci Cahiliye" dönemidir. Bu dönemde salih amellerde bulunmuş kimseler olduysa da devirleri kısa sürmüştür.
İşte bu bilgiler ışığında görüş mesafimizin netleşebilmesi ve özgün kişiliğimizin ortaya çıkabilmesi için tercih etmemiz gereken tarih budur."
HZ. ADEM'DEN BUGÜNE İSLAM TARİHİ
Günümüzde "
İslam Tarihi " adıyla yayınlanan pek çok eser sadece Hz. Peygamber (S.A.V) dönemini, kısmen de Hulefa-i Raşidin devrini ihtiva etmektedir.
Sekiz ciltlik bu eser ise insanın yaratılışından başlayarak modern çağa kadar tüm İslam coğrafyasının tarihini kapsamaktadır:
• İnsanın ilk yaratılışı
• Peygamberler dönemi
• Cahiliye dönemi
• Hz. Muhammed'in (s.a.v) dönemi
• Dört halife dönemi
• İslam devleti
• Emeviler dönemi
• Abbasiler dönemi
• Memluklar dönemi
• Osmanlılar dönemi
• Modern çağ
MAHMUD ŞAKİR VE ESER HAKKINDA
Mahmud Şakir, 1933 yılında Şam'ın Hırista kasabasında doğdu. Dımışk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümünden mezun oldu. Coğrafya öğretmenliği yaptı. Müslüman toprakları tanıtmak amacıyla İslam ülkeleri adlı tarih serisini hazırladı. 1972'de Riyad'taki İmam Muhamed Bin Suud İslami İlimler Üniversitesi ile sözleşme imzalayarak İslam Tarihi Kürsüsünde ders vermeye başladı. Aynı zamanda bu bilim dalında eserler verdi.
Üniversite yönetimine, İslam Tarihinin yeniden ve gerçeklere uygun şekilde yazılması için ilmi bir komisyon kurulması teklifinde bulundu. Ancak bu teklifi ırkçı eğilimler yüzünden kabul edilmedi. Bunun üzerine üniversitedeki görevinden ayrılarak kendi imkanlarıyla "İslam Tarihi"ni kaleme aldı. Derin bilgisi ve geniş ufkuyla, yıllarca yaptığı seyahatler ve geniş araştırmalar sonucu bu ünlü eserini ortaya koydu.
•
Yazar, ilim adamlarının güvenine mazhar olmuş, Siret-i İbn-i Hişam, El-İbâr (İbn-i Haldun), Tarihu'l-İslam (Hasan İbrahim Hasan), Tarihu'l-Hulefa (İmam Suyûtî), Tarih-i Taberî, El-Bidaye ve'n-Nihaye (İbn-i Kesir), El-Kamil (İbn'ul-Esir) gibi kaynaklardan faydalanılmış ve olaylar belgelendirilmiştir.
•
Mahmut Şakir 'in bu eseri araştırmacı-yazar ve
mütercim Ferit Aydın tarafından akıcı bir üslup ve büyük bir titizlikle Türkçe'ye çevrildi.
• Okuma rahatlığını sağlamak için ithal kitap kağıdına basıldı. Genciyle yaşlısıyla herkesin rahatlıkla okuyabileceği büyüklükte punto ve karakter kullanıldı.
• Konu ile ilgili harita, tablo ve çizimlere yer verildi.
•
Kitapta belirtilen kaynaklara
oku yucunun daha kolay ulaşabilmesi için, söz konusu kaynakların
Türkçe çevirileri ndeki karşılığı verildi.
YAYINEVİNİN ÖNSÖZÜ
BİSMİLLAHÎRRAHMANİRRAHÎM
Allah'a hamd, Rasulullah'a ve O'nun âl ve ashabına salat ve selam olsun.
Değerli okuyucular,
Yıllardır İslamın, hakkın ve gerçeklerin hizmetinde olan
yayınevimiz bu kez de usta bir kalem tarafından yazılmış gerçek İslam tarihini yine uzman bir
mütercimin kalemiyle
Türkçe'ye aktararak size sunmakla kıvanç duyar.
Çağımızın müslüman aydınları arasında kendi sahasında hakettiği şöhretiyle tanınan değerli yazar
Mahmud Şakir'in öz anadili olan Arapça kaleme aldığı bu nadide eseri araştırmacı, yazar ve
mütercim (Feriduddin) Ferit Aydın'"(*) sizler için
Türkçe'ye
çevirdi.
Bu eserin, emsallerine göre farklılığı nedir?
Haklı olarak yöneltilebilecek böyle bir soruyu özetle şu şekilde cevaplamak mümkündür:
(*) Mütercimin asıl adı Feriduddin Aydın'dır. Muhitinde, kısaca Ferit Aydın olarak tanınmaktadır.
Eserde tarihi olaylar baştan sona kadar tarafsız ve objektif olarak yansıtılmıştır.
Yazar tarafından tüm ilim erbabının güvenine mazhar olmuş
El-İbar (İbni Haldun)
Tarih'ul-İslam (Hasan İbrahim Hasan)
Tarih'ul-Hulefa (İmam-ı Suyuti)
Tarih-i Taberi
El-Bidaye ve'n-Nihaye (İbni Kesir)
El-Kâmil (İbn'ül-Esir) gibi kaynaklar gösterilmiş, olaylar belgelendirilmiştir.
Yazar, her türlü mübalağa ve yorumdan uzak, gerçekleri cesaretle ve olduğu gibi yansıtan akademik bir metodla, İslam alimlerinin geleneklerini ve usullerini örnek alarak İSLAMİ TELİF SİSTEMİ'ni bu eseriyle ihya etmeye çalışmıştır.
Türkçe'de olduğu kadar, Arapçada da uzman olan ve aynı zamanda (tüm mütercimlerden farklı olarak) bu iki dili, ana dil olarak öğrenen ve günlük hayat dili olarak da kullanan özellikle "Ortadoğu Tarihi" konusunda derin bilgilere ve geniş bir ufka sahip bulunan araştırmacı
yazar Ferit Aydın, bu
eserin tercümesini gerçekleştirmiştir.
Böylece
mütercimin orijinal tabiriyle eserin aktarılmasında: "Günümüzün ticari zihniyetine dayalı -sentetik
tercüme - hilelerine" kesinlikle yer verilmemiş, zaman alan hummalı bir çalışma sonucu, tek kalemle sorumlulukla ve titizlikle, akıcı ve arı bir dille bu kitap
Türkçeye kazandırılmıştır.
Burada açıklanması gereken çok önemli bir nokta vardır:
Zamanımızın okurları arasında çeşitli
tercüme spekülasyonları hakkında hiç bir bilgisi olmayan ve -yapılan anketlere göre- iki ayrı dili özellikle (
Arapça ve Türkçeyi) aynı anda ve en mükemmel seviyede kullanabilenlerin, aynı zamanda ana dilden yabancı dile de başarıyla
tercüme yapabilenlerin yurdumuzda sayılarının on kişiyi bile geçmediği gerçeğinden tamamen habersiz milyonlarca kimse vardır.
Bunu açıklarken ve kültür alış verişinde olağanüstü önem taşıyan
tercüme konusunda ülkemizde yaşanan bu soruna dokunurken iftiharla ifade edebiliriz ki bu eser kendi alanında rakipsiz bir kalem tarafından
çevirilmiştir.
Mütercim, eserde geçen manzum parçaları da aynen manzum olarak çevirmiş, böylece edebi değerlerin kayba uğraması engellenmiştir.
Herhangi bir istifhamı gerektirecek kavram ve konular, yine
mütercim tarafından (bir kitap hacmine ulaşabilecek kadar) ayrıntılı dip notlarıyla izaha kavuşturulmuş, okuyucunun aydınlanması konusunda olağanüstü titizlik gösterilmiştir.
Birinci baskıdan sonra
kitabın kaynaklarının belirtilmesi hususunda yoğun bir taleple karşılaştık. Araştırmacı okuyucudan gelen bu talebi karşılayabilmek için yazarın temel kaynakları üzerinde kaynak taraması çalışması başlattık. Ciddi bir tarama neticesinde olayların çok büyük bir kısmının yerini tesbit etmeyi başardık ve bunları yeni baskıda dipnot olarak gösterdik. Kaynaklara fazla sayıda okuyucunun ulaşabilmesi için
Türkçe'ye çevirisi yapılmış olanları belirtmeyi tercih ettik.
Müslümanların şanlı geçmişlerinde tarihe işlemiş sayısız
kahraman lıklar, fetihler, ilim, sanat, hak, adalet ve insanlık dünyasının saadete kavuşturulması uğruna verilmiş hizmetler kadar çeşitli gaflet, yenilgi, cinayet ve zulüm örnekleri de yaşanmıştır.
Günümüzün ve bizden sonraki nesillerin bütün bu olaylardan ibret dersi çıkarmaları maksadıyla
Türkçeye tercümesini ve neşrini Allah'ın izniyle başardığımız bu eserden araştırmacıların, ilim erbabının ve tüm değerli
oku yucuların faydalanması en büyük arzumuzdur.
Bütün çabalarımıza rağmen eserin basımı ve düzenlenmesi sırasında vuku bulmuş bazı teknik kusurlar görülürse bunların samimiyetimize bağışlanmasını, gerekli düzeltmeler için değerli
oku yucularımızın faydalı uyarılarını bekliyoruz. (
Hz. Ademden Bugüne İslam Tarihi, Mahmud Şakir, Ferit Aydın, Kahraman Yayınları, islam tarihi oku, satın al, dini kitap, islami kitap, onlıne satış, ucuz kitap, yazar, islam tarihi mahmud şakir )
Gayret bizden başarı ise Allah'tandır.
Kahraman Yayınları
MÜTERCİMİN ÖNSÖZÜ
İslam tarihi insanlık
tarihinin hiç şüphe yok ki en önemli bir kesitini oluşturmaktadır.
Allah'ın son mesajını beşeriyete iletme yükümlülüğü ile yola çıkan müslümanlar Kur'an'ın ilk ayetlerinin inmesiyle birlikte bu süreci başlatmış ve bin dört yüz küsur yıldır yaşadıkları olaylar zinciriyle, nesilller boyu yankıları devam edecek olan ders ve ibretlerle dolu bir tarih vücuda getirmişlerdir. Bu tarih, bazı çarpık zihniyetlerin tariflerinde olduğu gibi özel olarak şu veya bu millete ait değil, bilakis Arabıyla, Acemiyle, Türküyle tüm müslümanlara aittir. Dolayısıyla bu uzun tarih kesiti içinde cereyan etmiş bulunan başarıların,
kahraman lıkların göğüs kabartıcı adalet örneklerinin övüncünde, bütün müslümanlar ortak oldukları gibi aynı tarihin sayfalarına işlemiş bulunan çöküşlerden, cinayetlerden, siyasi kavgalardan ve her türlü olumsuzluklardan da o dönemlerde yaşamış bulunan müslümanlar sorumludur.
İşte bu sebepledir ki müslümanlar her devirde diğer bilim dallarının yanında -sağlam kaynaklara dayanarak- kendi tarihlerini de çok iyi bilmek zorundadırlar. Peygamberimiz ve dört halifesinin altın çağı denen dönemleri hariç onlardan sonra günümüze kadar devam eden karanlık devirler gibi tarihin bundan sonraki safhalarının da müslümanlar için anlamsız ya da talihsiz bir tekerrürden ibaret kalmaması için bu şarttır.
Müslümanları, geçmişleri hakkında bilgilendirmek için esasen her devirde ufku geniş İslam alimleri üstün çabalar sarfetmişlerdir. Bu cümleden olarak çağımızın büyük tarihçilerinden değerli müellif Mahmut Şakir Bey de bu fevkalade önemli görevi üstlenerek sarfettiği olağanüstü gayretlerle müslümanların geçmişine ışık tutmak için işte elinizdeki bu bilgi hazinesini hazırlamıştır.
Riyad Üniversitesi Öğretim Üyelerinden olan sayın müellif
Mahmud Şakir 'in
arapça kaleme aldığı bu eseri dilimize çevirirken itiraf etmek lazımdır ki
türkçenin arapçayı kucaklayacak zenginlik ve kapasiteye sahip olmamasından dolayı yer yer aktarım zorluklarıyla karşılaştık. Bununla beraber bir yandan metnin aslına son derece sadık kalma titizliği gösterilirken, diğer yandan eserin okuyucu tarafından rahatça anlaşılarak okunabilmesi için akıcı bir dille
tercümesi gerçekleştirilmiş ve bu konuda elden gelen hiç bir gayret esirgenmemiştir.
Kitabın muhteva olarak kalitesine gelince belki de eleştirilebilecek tek yanı şudur:
Olabilir ki okuyucuyu daha büyük hacimdeki ayrıntılar içinde boğmamak ya da işi bir edebiyat gösterisine dökerek onu uzun uzadıya anlatım zincirlemeleriyle oyalamamak için yazar bilhassa şahısların özel hayatlarını çok seri ifadelerle geçmeye çalışmış, ancak kavramlar ve genel konularda ayrıntılı açıklamalar yapmıştır. Özellikle kavramlar hakkında getirdiği izah tarzları ümmet anlayışının yaygınlaşması ve yerleşmesi bakımından çok eğitici ve bilinçlendiricidir. Nitekim günümüzde müslümanların en çok muhtaç oldukları şey de işte bu ümmet olma bilincidir.
Bilindiği üzere "Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Ümmeti" tanımına layık olmuş toplumlar vaktiyle tarihe gömülmüş olmalarına rağmen ne enteresandır ki İslam'a ait değerlerin bilinçsiz ve birbirilerinden kopuk müslümanlarca asırlar boyu, her türlü hayat ve anlayış çelişkileriyle birlikte yaşatılmış olması bu tarihi birikimi hazırlamıştır. İslam ümmetinin yeniden vücut bulmasında ve yapılanmasında bu birikimden alınacak birçok dersler ve ibretler vardır.
Bu
kitap hiç şüphe yok ki hem yazılırken hem de tercüme edilirken her müslümanın bu derslerden payını alması amaçlanmıştır. Dolayısıyla bu samimi hizmet eğer müslümanların bilgilenmesinde ve bilinçlenmesinde etkili olabilirse bundan büyük mutluluk duyacağız.
Bizi, muhtemel hatalarımızdan dolayı uyaracak değerli okuyucularımıza şimdiden teşekkürlerimizi sunar, eserden umulan faydayı görmelerini dileriz.
Saygılarımızla
Mütercim
Feriduddin Aydın
ÖNSÖZ
Alemlerin Rabbine hamd, Peygamberlerin efendisine, O'nun âline, ashabına ve yolunda yürüyenlere salat ve selam olsun.
Bilindiği üzere her ümmet, dini inançlarından ve hayatının gerçeklerinden hareketle kendini tanıtan bir tarihe sahiptir ki; onun saf kalabilmesi, fertlerinin zevk ve meyilleriyle bir uyum içinde bulunması ve gelecek nesillerin ondan ilham alarak yetişmesi için tarihini kendi inançlarına aykırı olan her şeyden korumaya özen gösterir.
Bu husus İslam ümmeti hariç, yeryüzündeki bütün ümmetler için söz konusudur. Ne yazık ki bazı sapık eller geçmişte bu ümmetin tarihiyle oynamıştır. Günümüzde ise emperyalistlere ve
islam tarihini yandaşlarına ait kalemler bu tarihi saptırmaya çalışmaktadır. Öyle ki yeni safhasıyla da, eski dönemlere ait saptırılmış tarihin bir devamı olarak ve günümüz Avrupa'sının tarihiyle de bir benzerlik içerisinde akıp gitmekte olduğunu görüyoruz.
Tarihimiz bugün Avrupa tarihiyle bir uyum içinde seyretmekte ve üzerinde yaşadığımız vatanımız da onu tamamlamaktadır. Bununla beraber hür kalemler İslam tarihini saf ve temiz şekliyle henüz çizmeye başlamış değildir.
Güçlü bir ümmet, zayıf durumda bulunan veya kılıçla dize getirmiş olduğu milletleri diliyle ve tarihiyle daima etkilemeye çalışır. Şurası bir hakikattir ki Avrupa ülkeleri yakın geçmişte İslam yurduna karşı zulüm ve baskılarda bulunmuşlardır. Müslümanların diyarında kendi tarihlerini egemen kılmış, dillerini de egemen kılmaya çalışmışlardır. Ne varki Kur'an-ı Kerim, onların, dillerini yaygınlaştırmak için sarfettikleri çabalar önünde büyük bir engel teşkil etmiştir. Tarihlerinin ise, sömürgeciliğin zevale ermesinden sonra bile İslam ülkelerinde okutulmasına devam edilmiştir. Dünya ülkelerinin çoğunda da aynı şekilde ve sırf Avrupa tarihi olarak okutulmaktadır. Hatta ve hatta mahalli tarihimiz bile Avrupa'nın görüşünü yansıtmaktadır. Çünkü dünyanın büyük bir kısmına hükmediyorlardı. Bu sebeple de onlara göre kendi tarihleri evrensel tarihe dönüşmüştür. Çünkü eğitimcilerin çoğu vaktiyle Avrupa'ya gidiyor, oralarda öğrenim görüyorlardı ve yönlendirme müfredatını da oradan alıyorlardı ki Avupalıların ziyadesiyle önem verdikleri tarih de ders müfredatının bir maddesini oluşturuyordu. Eğitimciler ise aldıkları müfredatı onların bakış açısına uygun ve onlara mahsus hareket noktalarına göre uyguluyorlardı.
Bu eğitimciler, ayrıldıkları yurtlarına dönünce elbetteki öğrenmiş oldukları şeyleri yazacak ve edindikleri bilgileri öğretmeye çalışacaklardır. Böylece kuşak kuşak nesiller bu şekilde yönlendirilecek, kitaplar bu doğrultuda yazılacak ve yetişen yeni araştırmacılara işte bu kitaplar kaynaklık edecektir.
Evrenseldir diye ileri sürdükleri bu tarih elbetteki Avrupa'dan başka bir yere ait olamaz ve başkasını da kapsayamaz.
Avrupa'da cereyan eden tarihe uydurularak dünya tarihi üç kısma ayrılmaya çalışılmaktadır.
Şöyle ki:
1- ESKİ ÇAĞ: Bu devir, insanın yazıyı keşfettiği M.Ö. 3200 tarihinde başlar, Roma'nın Germen barbarları tarafından alındığı M. S. 476 yılında sona erer. Büyük imparatorlukların ve -Avrupa zihniyetine göre- medeniyetlerin oluştuğu bir çağ özelliğini taşır.
Bu devirden önceki zaman işe tarih öncesi olarak bilinir. İnsanın bu sıralarda ilkel ve geri olduğunu, giyimi henüz bilmediğini, iyi konuşamadığını, isteklerini güzelce anlatamadığını, vücudunun kıllarla kaplı olduğunu ileri sürüyorlar. Bu da Avrupa'nın laik ve materyalist zihniyetine uymaktadır.
Avrupalılar Allah'ın insanı yaratmış bulunduğu çok daha önceki devirlerde beşeriyetin hidayeti için eskiden beri gönderdiği peygamberleri ve elçileri hiç dikkate almamaktadırlar.
ORTA ÇAĞ: Roma'nın düşüş tarihi olan M.S. 476 yılında başlar, Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul'un fethedildiği H. 857-Milâdî 1453 yılında sona erer. Bu devirde kilise hegemonyası, feodalite ve cehaletin yaygınlığı gibi özelliklerle tanınır.
YENİ ÇAĞ: İstanbul'un fethiyle başlar, zamanımıza kadar devam etmektedir. Bu çağ ise sanayi devrimi, ilmin yaygınlaşması ve -Avrupalılara göre- modern uygarlığın varolması gibi özelliklerle tanınır. Tarihin bu çağı da ayrıca iki kısma ayrılmaktadır:
Yakın Çağ: H. 1193 - M. 1789. Fransız ihtilaliyle sona erer.
Modern Çağ: Bu dönem ise Fransız ihtilali ile başlar zamanımıza kadar devam etmektedir.
Bu sınıflandırmaya şöyle bir göz atmak bile bu olayların ve her parçasıyla ilgili özelliklerin ancak ve ancak Avrupa'ya uyduğunu, Avrupa'dan başkasına ise hiç yakışmadığını açıkça göstermektedir.
Laik Avrupa, ilk Çağ'da meydana gelmiş eski medeniyetlerden bahsetmektedir. Halbuki biz kendi anlayışımızda bu görüntüleri medeniyet saymamaktayız. Olsa olsa bunlara ancak bir takım yapı ve mimari Örnekleri diyebiliriz. Çünkü medeniyet ancak insanî nitelikleri taşıyan bir olgudur. Bu vasıf ondan soyutlandığı zaman artık o, yalnızca baskı ve terörden ibaret kalır. Medeniyet dedikleri yapılar ise insanların, zorla çalıştırdıkları kendi kardeşlerinin kafa tasları ve binlerce cesedi üzerinde kendi elleriyle kurup yükselttikleri binalardan başka şeyler değildir. Kılıçların gölgesinde ve sırtlarından kırbaç eksilmeyen insanlar bu işlerde zorla çalıştırılırken ölüp gittiler.
Avrupa, günümüze kadar kalmış olan eski eserlere ait yapı kalıntılarına medeniyet diye bakmaktadır. Ortadan yok olmuş şeylere gelince; bunlarla birlikte yeryüzünü adalet ve faziletle doldurmuş olsalar bile birçok insanlar kaybolup gitmişlerdir. Hem de zulüm kalıcı ve adalet geçiciymiş gibi bu insanlar yok olmuşlardır.
Avrupa'da feodalite düzeni, kilise hakimiyeti ve yaygın cehalet gibi özelliklerle bilinen Orta Çağ'a gelince, bu, hususiyetler Avrupa'dan başka bir kıtada mevcut değildi. Nitekim kilise Avrupa'dan başka hiç bir yerde egemen değildi. Çünkü dünyanın geriye kalan başka yerlerinde kilise yoktu. Olsa bile mensupları son derece azdı. Ne başkalarına hükmedebilecek güçleri, ne de zulmedebilecek imkanları vardı.
Feodaliteye gelince, hiç bir yerde Avrupa'daki boyutlarda feodal düzen mevcut değildi. Avrupa'da toprak işçileri ve çiftçiler mal gibi alınıp satılıyorlardı. Toprak sahibi onların üzerinde istediği şekilde her türlü tasarrufta bulunabiliyor, onlardan istediğini öldürüyor ve kimseye de hesap vermiyordu. Hiç bir engelle karşılaşmadan çiftçi ailesinin fertleriyle istediği şekilde çirkin fiiller işleyebiliyordu. Cehaletse dünyanın hiç bir yerinde Avrupa'daki boyutlarda yaygın değildi. Öyle ki: Orta Çağ tabiri genel anlamda Avrupa için, geri kalmışlık, eğitimsizlik, anarşi, disiplinsizlik ve tüm değerlerin hiçe sayıldığı bir devir anlamına gelmektedir.
Sözünü etmekte olduğumuz bu devirde İslam Dünyamızın ise ne durumda olduğuna bakacak olursak: İlmin yaygın, düzenin hakim ve değerlerin mevcut olduğunu görürüz. Bu devirde islam Dünyasında şehirler, medreseler ve kütüphanelerle dolu bulunmakta, öğrencilerle dolup taşmaktaydı. Camiler ise birer feyiz merkezi durumundaydı. İlaveten söylemek gerekir ki, bu devrin medeniyeti insan sevgisini de aşarak hayvana karşı şefkatla davranmak gibi faziletler üzerinde kurulmuştur. Öyleyse medeniyet, insanın yine insana hizmet uğrunda yaptığı etkinliklerden, düzenli ve planlı çalışmalardan ibarettir. Eğer medeniyet denilen şey insana hizmet etmiyorsa elbetteki medeniyet değildir.
İslam medeniyeti insana, sadece insana önem veriyordu. Dolayısıyla ilk müslümanlar bina işlerine ve büyük yapılara pek iltifat etmemişlerdir. Halkı çalıştırmak için zor kullanmamışlardır. Hele kendilerine ve inançlarına yararı olmayan, başka milletlerde olduğu gibi sırf başlarındaki idarecilerin amacına hizmet edecek işlerde insanları zorla çalıştırmamışlardır. Müslümanlar sadece İslama davetle ve inançlarını yaymakla meşgul olmuş, bu sebeple arkada ne dev yapılar, ne de saraylar bırakmışlardır.
İnsanlığa hayırlı emeller besleyen herkes için en büyük örnek olmak üzere Hz. Resulullah (sav)'in ve O'ndan sonraki Raşit Halifelerin adalet, eşitlik, hakseverlik ve vatandaşlara hizmetle bilinen devirlerindeki İslam medeniyetinin çizdiği çeşitli tablolar arasından basit bir tanesini burada verebiliriz.
Gönül rahatlığı, doyumluluk ve güvenle dopdolu olan ve herkesin ihtiyacının giderildiği o günlerde insanlar mutlu bir hayat sürdürüyorlardı. O devirde sorumlular, insanı çiğneyen, ona hiç bir hizmeti amaçlamayan ve mutluluk temin etmeyen, bilakis onu zorlayıp ezen hiç bir yönteme başvurmamışlardır. Fetihler sona erince müslümanlar, idarecilerin ve kralların hizmeti için değil, bilakis halkın hizmeti ve mutluluğu için ana yollar üzerinde -daha sonra han adıyla bilinen- yapılar ve haberleşme merkezleri inşa ettiler. Bu yapılar
, İslam medeniyetinin ilk dönemlerinden beri mevcut olmasına rağmen, biz ancak son devirlerine ait bulunanlara şahit oluyoruz.
"Han" kelimesi ise "Hakan"m kısaltılmış şeklidir. Bu da
Türkçede Amir demektir ki işte bu yapıların masraflarını üstlenmiş olan ya da adlarına bu binaların inşa edildiği idarecileri sembolize etmektedir.
Bu kervansaraylar büyük yollar üzerinde kurulurdu. Uğrayan herkes bu misafirhanelerde üç gün süreyle konuk olma hakkına sahipti. Bu süre içinde her yolcuya karşılıksız olarak yiyecek, içecek, yatacak yer temin edilir, istirahatı için her türlü hizmet sunulurdu. Buna ek olarak bitişik bir binada da yolcunun hayvanına yem verilirdi. Güzergah üzerindeki bu merkezler arasında birer merhale kadar mesafe bulunurdu. Bu uzaklık yaklaşık kırk km. dir. O günler için bu mesafe ancak bir günde katedilebilirdi.
Bazan bumisafirhaneler yol kavşaklarında da bulunurdu ki bu durumda iki konaklama yeri arasındaki mesafe daha da kısalırdı. Şehirlere uğrayan yolcuların çokluğu ve devam eden iş ilişkileri nedeniyle buralarda bulunan hanların sayısı ise bir hayli kabarıktı. Gerek yolların üzerinde, gerekse şehirlerde bulunan hanların kalıntıları günümüze kadar devam etmektedir. İzleri yok olmuş olsa bile bulundukları muhitte halen kendi orijinal adlarıyla anılmaktadırlar. Bu hanların şehirlerdeki tipleri iki kattan oluşmaktadır. Genellikle alt kat hayvanlar için kullanılmakta, üst katta da yolcular barındırılmaktaydı. Bazan hanın bitişiğinde ayrıca bir elbise evi de bulunurdu ki yolculardan kimisi herhangi bir sebeple ve mecburiyet halinde, mesela elbisesi yırtıldığı, söküldüğü veya üzerine yağ ve benzeri şeyler döküldüğü zaman gider burada elbisesini aynı ölçü, renk ve biçimdeki başka bir elbiseyle değiştirir, kendi elbisesini de karşılıksız olarak ve minnet etmeden buraya bırakırdı. Terk edilen bu elbiseler merkez tarafından tamir edilir, temizlenir, hazır duruma getirilir ve gelecekte lüzumu halinde kullanılmak üzere muhafaza edilirdi.
Müslümanlar zayıf düşüp başka milletler onlara hükmedince medeniyetleri de yıkıldı. Bu kez o yolcu hanları sadece hayvanlara barınak olmak üzere kullanılmaya başlandı. Ve artık han kelimesi de ahır anlamında kullanılır oldu
.
İslam medeniyeti, hizmetçilerin korunmasına kadar varan insancıl faaliyet örneklerini sergilemiştir. Mesela şehirlerde Dar'uz-Zebadi yani kapkacakevi demek olan bazı merkezler kurulmuştu. Bunların amacı, efendilerine ihtiyaç maddeleri taşırken yolda ellerindeki kapları kıran hizmetçilere yardımcı olmak, onların, efendileri tarafından cezalandırılmalarını önlemekti. Müslümanlardaki insanî düşünce bu seviyeleri de aşarak hayvanlara şefkat gösterme derecelerine kadar varmıştı. Bunun bir belirtisi olarak her şehirde Merc'ül-Haşiş adıyla bilinen hayvan esirgeme evleri bulunuyordu. Bu birimler otlarla dolu, geniş ve etrafı surlarla çevrili sahalardan oluşurdu. Çiftçilerden herhangi birine ait bir hayvan artık çalışamaz bir duruma düştüğü zaman, -ortalıkta terkedildiği takdirde-bakımsızlıktan ölebileceği ve civardaki halkın sağlığı için zararlı
olabileceği endişesiyle sahibi tarafından buraya gönderilirdi. Hayvan esirgeme evleri tıpkı insanlar için inşa edilen huzur evleri amacını taşırdı. Hayvan bu sahalara nakledilince buradaki görevlilerin sorumluluğunda bakıma alınırdı. Eğer hayvanın henüz kendi kendine otlayacak mecali varsa bu sahadaki otlağa salıverilirdi, yok eğer bu imkanı yoksa kapalı sahaya alınır ve ölünceye kadar kendisine gerekli su ve yem verilirdi. Öldükten sonra yerleşim merkezinden uzak bir bölgeye nakledilir; ya yabani hayvanların ölen hayvanın etinden faydalanması için uygun bir yere bırakılır, ya da gerekirse gömülürlerdi.
Bu hayvan esirgeme evlerinin son kalıntılarından biri de yakın zamana kadar aynı isim altında anılan Şam'daki Merc'ül-Haşiş'tir. Burası daha sonra Belediye Stadyumu olarak bilinen spor sahası oldu. Daha sonra da bu alanda fuara ait binalar kuruldu. Bu mekan üç cepheden Barada nehri ile onun kolu olan Banyas arasında ve kavuştukları noktaya kadar olan yerdedir. Dördüncü cephesinde ise meşhur Osmanoğlu Sultan Süleyman Tekkesi'nin karşısında bulunan ve bugünkü müzenin yerine rastlayan bir takım ahırlar vardı. Acaba dünya medeniyetleri arasında bu manada bir medeniyet biliniyor mu?
İşte yükselebilmek için mevcut olması gereken insani yaklaşımlar bunlardır; ta ki bu olguya medeniyet denilebilsin. Aynı zamanda gelecek nesillerin ruhuna işlememiz gereken de budur. Onlara devamlı bunu öğretmeliyiz ki gerçek medeniyet kavramını sindirerek yetişsinler, ümmetimizin bu alanda neler yaptığını ve medeniyetinin hangi değerleri taşıdığını öğrensinler. Esasen bilimin ve mimarinin bazı görüntülerini Avrupa yaklaşımıyla medeniyet adı altında nesillerimizin ruhuna işlememeliyiz; ta ki medeniyetten amaçlanan anlam onun zayıf görüntüsü arasında kaybolup gitmesin ve aynı zamanda yetişen çocuklarımız da terimlerle tanımlar arasında şaşırıp kalmasınlar.
Avrupa'ya göre tarih işte böyle...
gelince, bunu da faziletlerimizin, manevi değerlerimizin, inançlarımızın ve kavramlarımızın ışığında üç kısma ayırmamız mümkündür:
Bu devir, -Peygamberleriyle birlikte yaşamış, onları izleyip yollarından yürümüş olan cemaatler istisna edilecek olursa- özelliklerinin çoğuyla uzun sürmüş bir cahiliyet dönemidir. Dolayısıyla bu uzun devri ilk Cahiliyet diye de adlandırabiliriz. Çünkü bu devirde Allah'ın peygamberler vasıtasıyla göstermiş bulunduğu yoldan büyük ölçüde
Bu devir, Hz. Peygamberin (sav) ve ondan sonraki Raşit Halifelerin
hayatını kapsar. Şüphe yok ki Halifeler, Yüce Peygamber'in çizdiği yolda yürümüş, bu yoldan zerre kadar sapmamışlardır. Ancak Halifeler devrinin sona ermesiyledir ki sapma açısı göze çarpmaya başladı. Bu açı zamanla gerek Emeviler, gerekse Abbasiler döneminde gitgide büyüdü. Öyle ki Abbasiler döneminin sonunda artık çember yırtılmış oldu.
Düşünmek mümkündür ki İslam tarihini Hicret'ten birkaç yıl öncesinden başlayarak ve Hicri yıllarla yazmamız gerekir. Taki bizim de kendimize ait müstakil tarihimiz ve belirgin kişiliğimiz ortaya çıksın.