Kitap Nefahatül Üns - Evliya Menkıbeleri
Yazar Mevlana Abdurrahman Cami , Molla Cami
Tercüme Ahmed Murad Göymen
Yayınevi Salih Kitaplar
Kağıt Cilt Sarı şamua kağıt - Kalın Ciltli
Sayfa Ebat 784 sayfa - 17x24 cm
Yayın Yılı Yeni Baskı
Nefahatül Üns - Evliya Menkıbeleri - Molla Cami
Bu eser, tasavvufa dairdir. İçindekiler de tasavvufu sözde değil, özde yaşayanlardır. Bunların her biri, İslâm âleminin yetiştirdiği nadide çiçeklerdir. Koklamasını bilmek gerek.
Bu eserde sizlere, halka halka veliler zinciri, bir başka deyişle ‘Mukaddes Makamlardan Huzur Nefesleri' sunulacak. Doya doya içinize çekiniz. Zira ilâhi âlemden esip gelen lütuf rüzgârlarıdır. Öz kaynağı da rububiyet merkezidir. Bu nefesler her zaman bulunur; kendinizi onlara atmaya bakınız.
Bu eseri oku yan kimselerin keremli huylarından, şefkat duygularından beklenen odur ki, Allah'ın veli kullarının uğurlu, pâk nefeslerinden, mukaddes ruhlarının feyizlerinden hallerini, vakitlerini hoş edeler.
Bu eser, kudsiyet âleminde uçuşanları dile getirmekte, ünsiyet makamına iştiyak duyanların can burunlarına meşayihin pâk nefeslerinin kokularını ulaştırmaktadır. Ne mutlu gerçek manada bu zatların getirdikleri kokuları alanlara...
İLK SÖZ
Biz bu Kuranı vahyederek kıssaların en güzelini sana anlatıyoruz, hâlbuki daha evvel bundan habersizdin. (Yusuf, 3]
Sana bu şekilde vahy ettiklerimiz gayba ait haberlerdendir. (Yusuf,
102)
Üns sahiplerinin nefeslerindeki esinti ve hoş kokularla esere başlıyoruz. Bu nefeslerden her biri rububiyet latifeleri yönünden esmektedir. Ömrünüz boyunca o esintiler esmektedir, dikkatli olun ve kendinizi o esintiye bırakın. Bu esinti o güzeli övme havasındadır. Zira evliyanın ayna olan kalplerini, yüce zatının tecelligâhı (ilahi sırrının meydana çıktığı yer) kılan O'dur. Onları gören Allah'ı hatırlar. Kutsiyet sahiplerinin konuşmalarındaki serpintilerle kitaba giriyoruz. Bu serpintilerden her biri Mevla'nın birliğine dair karşılıksız sevgi kaynağından taşmaktadır: Müminin kalbi, hikmet kaynaklarından bir kaynaktır, bundan kana kana içiniz. Bu sızıntı ve serpinti, o yüceye şükretme kabilidendir. Zira pak çeşme gibi olan ruhlarını, kendi zatından gelen feyzin akması için dolap haline getiren O'dur. Bu tertemiz olan evliyanın dilinden, Mevla'nın zikrinden başkası akmaz.
O, öyle tek olan bir Zattır ki, basiretin efsane kuşu anka hüviyet semasının zirvesinde Mevla'nın Zatına nispetle yuvasındaki kuş gibi kanadı kırık bir haldedir.
O, öyle bir Sameddir ki, tek olan zatından yayılan nurların karşısında ruhaniyetin efsane kuşu hüma, ışığın karşısındaki yarasa misali gözleri kamaşmış ve perişan bir haldedir.
Hiç yoktan eşyayı yaratan O'dur.
Sonradan meydana gelen bir varlık,
O'nu nasıl idrak edebilir?
İnsan, nefsin keyfiyetini bilememektedir,
Ezelden beri Cebbar olan, Allah'ın keyfiyetini nasıl idrak edecektir?
Allah, zalimlerin dedikleri gibi olmaktan münezzehtir. O yüce ve uludur (İsrâ, 43).
O, öyle Hakimdir ki gizli olan kudretini açıklamak ve var oluş hikmetini göstermek için âlemi yaratarak Nebi ve Resuller armağan etti.
O, öyle Âlimdir ki yarattığı her şeye etki eden varlığının bu etkisinde ki sırrını, önde giden kullarının sırrına keşfetmek, kendisini örten maddî perdeleri kulların basiretlerinden kaldırmak için enbiya (peygamberler) ve evliya gönderdi. Bütün bunların içinden, her türlü kemalin toplandığı Zatı Paki'ne Hz. Muhammed Mustafa'yı mazhar kıldı. Onun ruhi şerifini ve nuri latifini sonra eşyayı nurumdan yarattı, hadisi gereğince, bütün maddî hakikatlerin sudur mahalli kıldı.
(Busayrî kasidesinden)
O, her halükarda insanı dehşete düşüren,
Korkulu zamanlarda şefaati umulan bir sevgilidir.
Hem ruh hem beden bakımından,
Bütün peygamberlerden üstündür.
Ne kerem, ne de ilim bakımından,
Hiç kimse kendisine yaklaşamaz bile!
Bir ümmî Nebidir ki, Âdem ismi anılan bir şey bile değil iken o hikmet dili ile konuşmuştur.
Faziletli Rasuldür ki, kalem yazmadan, levhi mahfuz yazılmadan evvel veciz söz söyleme özelliği ile şereflenmişti. Allah Teâlâ'nın salatı ve pek çok selâmı ona, pak olan Âline, temiz olan Ashabına ve kıyamete kadar onlara tabi olanlara olsun!..
GİRİŞ
Bu kitabı şerif, tarikat erbabının ve hakikat üzere olanların (Allah Teâlâ bunların sırlarını takdis ve nurlarını iki cihanda ziyade eylesin) yüksek makamlarını ve yüce kerametlerini beyan etmektedir. Yüksek şahsiyetlerin menkıbeleri konusunda basiretli bir sarraf olarak fazilet sahiplerinin eserlerini toplayan Mevlana Abdurrahman b. Ahmed Câmi Allah, yüce lütfü ile rahmetine gark eylesin kendi lisanı olan Farsça ifade ile bu eseri temize çekip şöyle demiştir:
Âlim ve arif Şeyh İmam Abdurrahman b. Muhammed Süllemî Nîşabûrî (k.s.), dinin büyükleri ve yakin ehlinin âlimleri olan, zahir ve batın ilimlerini kendilerinde toplamış şeyhlerin tutmuş oldukları yolu ve hayat tarzlarını beyan için bir kitap telif etmiş ve buna Tabakatı Sufiye adını vermişti. Bu kitabı beş tabaka üzerine (ve sûfileri beş sınıfa ayırarak) tertip etmiştir. Her tabakayı, kendilerinden velayet nurları ve hidayet eserleri zuhur eden ve aynı zamanda veya birbirine yakın zamanlarda yaşamış olan sufîlerden oluşturmuştur. Bu tabakaları teşkil eden her sınıfla görüşmek için mürit ve muhipler sefer yapmış, onları ziyaret için seyahate çıkmış ve kendilerine müracaatta bulunmuşlardır.
Her tabaka ve sınıfta, şeyhlerden, sûfiler zümresine mensup olan imam ve âlimlerden yirmi şahsı zikretmiş, makam ve vakit elverdiğine^ onların hikmetli sözlerinden, beğenilen hal ve hareketlerinden tarikata, ilme, hâle ve yaşantılarına delâlet eden eserlerini (ve sözlerini) açıklamıştır.
Bidatin kökünü kazıyan, sünnete sahip çıkan ve herkesin mercii olan Hz. Şeyhülislâm Ebu İsmail Abdullah b. Muhammed Ansârî Herevî (k.s.) sohbet meclislerinde, vaaz ve nasihat toplantılarında o sözleri ve halleri yazdırmışlardır. O kitaba alınmamış bazı şeyhlerin sözlerini, kendisinin buluşlarını ve zevk hallerini zikredip o kitabı genişletmişlerdi.
Hz. Şeyh'ul İslâm'ın mürit ve muhiplerinden birisi Hz. Şeyh'in ilâve ettiklerini yazı ile tespit etmiş ve bu suretle sûfilerin tarikat hallerindeki hakikatleri, bu taifenin latifelerindeki incelikleri ihtiva eden hoş bir ki-
tap ve mübarek bir eser meydana gelmiştir. Fakat bu eser o çağda yaygın bir şekilde konuşulan eski Herat dili ile yazılmıştı. Eseri yazıp çoğaltanların yanlışları, tahrif istemeden yaptıkları değişikliler ve hatalarıyla öyle bir şekil almıştı ki, eserin birçok yerinde kast olunan manayı kolaylıkla anlamak mümkün değildi. Ayrıca eski şeyhlerden bir kısmının hal tercümelerinin anlatılmasıyla yetinilmiş, onun için de diğer bazıları eserde yer almamış, Hz. Şeyhülislâm'ın çağında veya ondan sonraki zamanlarda yaşamış olan mutasavvıflar o esere girmemişti. Mevlana Câmî (r.a.) der ki: Nice kere bu Fakir'in hatırından geçti ki, kudret ve kuvveti yettiği nispette, söz konusu hususların yazılmasına ve anlatılmasına gayret göstereyim, metnin aslına uygun bir nüshasını tespit edeyim, o kitapta anlatılanlardan malum olanları günümüzde bilinmekte ve anlaşılmakta olan ifadelerle izah edeyim. Anlaşılmayanları ise gizlilik ve kapalılık perdesinin gerisinde terk edeyim. Diğer muteber kitaplarda bulunan güzel menkıbeleri ve seçilmiş marifetleri ona ekleyerek açık seçik bir şekilde kaleme alayım. O kitapta zikredilmemiş mutasavvıfların doğum ve vefat tarihleriyle beraber hallerini, makamlarını, sözlerini ve kerametlerini zikredeyim. Fakat meşguliyetlerin çok olması, engellerin üst üste gelmesi sebebiyle düşüncelerimi gerçekleştirmek kolay olmadı. Nihayet (H. 881/1476) tarihinde, dervişlerin muhibb ve müntekidi, mu'takatların mürit ve mu'tekidim, bütün meşguliyetleri terk eden ve cesaretle fakr ve zühde giren Emir Nizamettin Ali Şîr Allah Teâlâ onu kabul izzeti ile aziz kılsın, kendisine vasıl olan yolu tutmaya muvaffak eylesin. Zira o, gönüllü olarak kendi iradesiyle en yüksek mevkilerden ve en muteber makamlardan ferağat etmiş, teslim ve rıza ayağı ile fakr ve fena caddesine girmeye yönelmiştir evvelce hatırımdan geçen ve halen de zihinde bulunan düşüncenin benzerini bu Fakir'den rica etti. Önceki arzu böylece yenilenmiş oldu, eski merak takviye ve kuvvet buldu.
Samimi bir himmet ve halis bir istek ile mutlaka o niyetin icra edilmesine ve o arzunun gerçekleştirilmesine teşebbüs edildi. Eseri okuyanların yüksek ahlâkından ve şefkatli muamelelerinden ümit olunur ki Evliyaullah'ın temiz nefeslerindeki uğurdan ve mukaddes ruhlarındaki feyizden zevk aldıkları vakit, bu kitabı telif etmeye teşebbüs ve içeriğini derlemeye vesile olan bu fakiri hatırlarının köşesinden çıkarmasınlar, hayır duayı unutmasınlar.
Bu kitap, kutsiyet âleminde uçuşan kuşlardan erişen, ünsiyet makamına iştiyak duyanların can burunlarına ulaşan şeyhlerin tertemiz nefeslerinden güzel kokuları ihtiva etmesi itibariyle: Nefahatü'l Üns Min Hadarati'l Kuds (Kudsi Makamlardan Ünsiyet Nefesleri) adını almıştır. Her halükarda, bizi kollayan ve gözetleyen yüce Zat'a güveniyoruz.
Değeri olmayan bu hakir kişi, yani dervişlerin ve hayırlı kişilerin hizmetçisi Mahmud b. Osman b. (Nakkaş) Ali'dir. Lakabı LÂMİÎ dir. Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, sevdiği ve razı olduğu söze, inanca ve işe onu muvaffak kılsın. Amin.!
Kendisinden önce gelmiş olan Meşâyihin ruhlarını, kendisinden sonra gelen Meşâyihin kalplerini, özel lütuf ve ikramlar bahşederek, yüce ve yüksek ihsanına, umumî ve dopdolu keremine nail ederek rahata eriştirsin.
Câmî'nin (k.s) özü itibariyle fazilet ve meziyetlerle dolu olan bahis konusu eserindeki yüce delilleri mütalaa şerefi ile müşerref oldum. Müjde veren işaretlerinden ve mecazlar dolu ifadelerinden zevk, haz, şevk ve neşe buldum. O kıymetli kitabı coşkun bir derya olarak gördüm. Bu deryanın zahiri, sonsuz hakikat ve marifet gemileri doludur. Batını ise pırıl pırıl İlâhî sırların cevherler hazinesidir. Bu eser, içinde binlerce Beyti Ma'mûr (7. Kat semada Kâbe'nin hizasında bulunan ve meleklerin tavaf ettikleri yer) ve binlerce Kâbe bulunan bir şehirdir ki yüz dalgalı denizi ihtiva eder.
Eser, baştanbaşa, İkân (yakin hâsıl etmek ve edilmek suretiyle bilmek) yolunu talep edenlerin yüce kerametleri, irfan şarabını içenlerin yüksek makamları ile doludur.
Şu zayıf gönlüm arzu etti ki; fırsat bulduğum ve gücümün yettiği nispette çok değerli bu kitabın faydalarını umumileştireyim, nimet sofralarını tamamlayayım. Bunun için, insana rahatlık veren Evliyanın ruhundan yardım dileyerek ve Hak Teâlâ'nın iyilik dolu yardımından doğruluk ve dürüstlük niyaz ederek işaretlerle dolu sözleri Türkçe ifadelerle anlatmak, rumuzları ve kapalı olan yerleri Anadolu Türkçesiyle tefsir etmek için teşebbüs ettim.
Ama çaresiz nefsim bilgi sermayesinin azlığını itiraf etmekte ve insaf deryasından bir avuç suya sahip bulunmakta idi. Onun için semalar kadar yüksek olan bu maksadın, güç sahasının haricinde olduğunu bildi.
Zira bu öyle bir meydandır ki, süvariler o yolda yaya, konaklarında başarısız kalmaktadırlar. Bu, öyle bir anayoldur ki, en ulu kişilerin bile akılları bu noktada hayrette, en büyük düşünürlerin bile ruhları bu alanda şaşkındır. Şayet çağın akıllı kişileri ve âlemdeki hâkimler bir araya gelseler, onun nüktelerini halletme ve gizli yönlerini açıklama hususunda aciz kalıp nefesleri kesilir. Nasıl kalmasınlar ki, zevke dayanan o sözler bütün marifetlerin ve buluşların başı, İlâhî ikânın (yakin hâsıl etmek ve edilmek suretiyle bilmenin) latifeleri olup ilmî ıstılahlar, ve lafzî tarifler değillerdir.
Yabancılar, söz konusu hususları sadece ehlinin tarif ve erbabının talim etmesi sayesinde bilirler.
Kulların süsü ve Şeyhul Evtâd Ebu Fadl Muhammed b. Hasan Se-rahsî (k.s.) Hücvirî'nin Keşfü'l Mahcûb isimli eserinde geçen bir sözünde şöyle buyurmuştur:
Hak Sübhanehü ve Teâlâ bir kuluna yardım ederek kendisine bir hususu açıklarsa, o kulun hali kuvvetlenir, konuşan dili fasih olur, o derecede ki güzel konuşan herkes onun ifadesine hayret eder. Akıllar onun sözlerini anlamaktan aciz kalır. Bu sebeptendir ki, dinin uluları ve ehli yakîn (yakin hâsıl etmek ve edilmek suretiyle bilmek) âlimleri olan tasavvuf yolunun büyük şeyhlerine (k.s.) ait ifadelerde müteşabih (mecazi anlamlar yüklemeye uygun) ve müşkil (manası kapalı)sözler çok olur. Avârifde şöyle denilmiştir:
Peygamberin Çs.a.v.) hadislerinde ve şeyhlerin (k.s.) sözlerinde geçen her kelimenin bir zahiri (herkesçe anlaşılan manası), bir de bâtını (yalnız ehlinin anladığı manası) vardır. Her batının da bir batını daha vardır. Bir kimse, zahirden anlaşılan mananın gereğine göre hareket etmezse ilk batını anlamaktan nasip alamaz, ilk batından anlaşılan mananın icabına göre amel etmezse, ikinci batını anlamaktan nasip alamaz. Bu kıyasa göre her anlama bir amelin delili ve her amel de bir anlamanın sebebidir. Allah'ın dilediği noktaya kadar bu böyle devam edip gider.
Bilhassa Ehlullah'ın meşrepleri (usulleri) muhtelif olur. Hakikat itibariyle bunların hepsi arasında uyum varsa da, yine de kimi umumî zaruretlerden ve hususî makamlardan bahseder. Meselâ dünyada zahit olarak yaşamak, avamdan (sıradan halk) olan acemiye nispetle zorunludur. Hâlbuki Meşayih için öyle bir zühde karşı zahit olmak lazımdır. Zira bu makamın sahibi esas itibariyle dünya için bir kıymet ve önem görmediğinden, dünyaya karşı zahit olmayı kendisine bir makam edinmez.
Kiminin meşrebinde (usulünde) şathiyat[1] galip olur: Bu âlemde fâil benim (bu âlemi yaratan benim),
Cübbemin altındaki Allah'tan başkası değildir, demek böyledir. Çünkü şath: Kendisinde, dava ve benlik kokusu bulunan söz diye tarif edilir.
Kimi içine dalan vecd (ilahi aşk) hallerini açığa vurur. Hallac'ın Ene'l Hak (ben Hakk'ım) demesi gibi.
Kimi üns ve naz sahibidir. Bunlarda, Berh'in sıfatı galiptir. Bunlar İlâhî huzurun hizmetçileridir, hizmet ehli fakirlerdir.
(Padişah'ın) Vezirleri makamca daha yüksek iseler de hizmetçileri kelamda daha kuvvetlidirler (Nedimler padişahın huzurunda vezirlerden daha serbest konuşur).
Yani görünüşte şeyhlerin sözleri arasında muazzam farklar vardır. Bunların tatbikinde, hakikatinin tespitinde, yazılmasında ve birleştirilmesinde akıllar hayret içinde kalır. Bazen birbirini tekfir ederken, bazen birbirlerine hürmette bulunurlar. Öyle zamanlar olur ki bir taraftan birbirine muvafakat ederken, diğer taraftan bu ona, o buna muhalif söz söyler. Zira kiminin sahv (hislerini yitirip, kendinden geçme halinde) ve ifakatdaki (uyanıklık halindeki) sözleri övgüye değerdir, kiminin sekr (manevi sarhoşluk) ve hayretteki nükteleri mazurdur (affedilmiştir). O, şeriatın zahirine riayet eder, bu hakikat sırlarından bahseder. Kendilerinde kuvvetli bir manevi hal bulunmayanlar, o makamlarda şeriata muhalefet görüp durumları sarsılır. Kalplerinde sapma arzusu ve yoldan çıkma meyli bulunanlar ya inkâr ederler veya ilhada (ilah tanımazlığa) ve ibahîliğe (haram olan şeyleri helal görme) düşerler.
Herkesin kendi anlayışına göre bir zannı vardır.
Allah onunla birçoğunu dalalete düşürür, Bir çoğunu da hidayete ulaştırır. (Bakara, 26)
Şimdi nefsi miskin bu hususları mülahaza ederek, o maksadın gerçekleştirilmesine teşebbüs etmekten el etek çekip, uzak durdu. Teslim başını rıza eşiğine koyarak bu işin elinden gelmeyeceğini anladı. Kendi acizliğini ve kusurunu itiraf ederek, bu işin tehlikesinden ve zararından endişe etti. Bu halin üzerinden sayısız zaman, hesapsız geceler ve gündüzler geçti. Ama ne yapalım.
Olmazmış zamane işi ihtiyar ile
Kul tedbir alır, amma...
Allah da nasıl isterse öyle takdir eder.
Aradan hayli zaman geçtikten sonra samimi kardeşlerden ve vefalı dostlardan bir cemaat Allah bunların çalışmalarını bereketli kılsın, davalarını hayırlı bir şekilde kolaylaştırsın bu hakire gelerek, söz sözü açar kelamı gereğince, Nefahatül üns kitabını bahis konusu ettiler. Tercüme olunması için son derece ısrar ettiler. Bu hususa fazla ehemmiyet gösterdiler. Evvelce bahsettiğim mazeretleri ileri sürmüşsem de, bunun faydası olmadı. Her ne kadar aczimi ve eksikliğimi ortaya koyarak hakirliğimi gösterdiysem de netice vermedi. Hangi kapıyı açtıysam onu kapattılar, hangi cevabı verdiysem onu reddettiler. Senden istenen:
O kitabı Türkçeye çevirmek ve Rum'un (Anadolu'nun) samimi talihlerine hediye göndermektir, dediler. Ahiretin için azık olur, isminin âlemde hayırla yâd edilmesine vesile olur. Çünkü Salih kişiler anılınca, rahmet nazil olur. diye buyurdular. Doğal olarak, onların ısrar ve ihtimamlarını Hakk'ın havalesi ve Fâ'ili Mutlak'ın ilhamı bildim. Lâkin emin olmayı kuvvetlendirmek ve ikânı (yakin hâsıl etmek ve edilmek suretiyle bilmeyi) tamamlamak için biraz zaman isteyip istihareye yöneldim. Ahbaplarının ricalarını kabul etmem işaret olundu, yardım kapılarının açılmasıyla da işaret verildi. Derhal Hakk'ın fazlına tevessül ve ikramına tevekkül ederek kitabın tercümesine giriştim.
M eramı (kastedilen manayı) ifadede ve sözü aşırıya kaçmadan anlatmakda Mevlana Câmî'nin (r.a.) izinde gittim. Zira şeyhlerin hallerini ve sözlerini beyan ederken ifadenin başlangıcında mecaza riayet etmek usandırıcı bir sözdür, meramı (kastedilen manayı) da aksatır. Hâlbuki Ehlullah'ın sözü cevâmi'i kelimdir (az bir söz ile birçok manalar ifade etmektedir). Veciz (kısa ve etkili) ve beliğdir(fasihtir). Bir maksadı açıklarken yerinde söylenmiş fasih bir sözü atarak fasih konuştuğunu iddia etmek rezaletin ta kendisidir. Rabbinin sözleri için denizler mürekkep olsaydı, Rabbimin sözleri bitmeden evvel denizler tükenirdi. (Kehf, 109)
Nitekim nurlu bir tabiata sahip olan Üstat (k.s) da kendi ifadesini, sûfilerin ifadeleriyle sınırlamış, beyan ve izahlarını onların işaretleri istikametinde yapmıştır. Yani sûfilerin ifadelerini ekseriya aynen nakletmiş, ya ele alıp kelimelerin zahiri manalarını yazmış, lafızlara konulan kayıtlardan kaçmamış, ekseriya müteşabih (mecazi anlamlar yüklemeye uygun) olanlarını halledip açmamıştır. Böyle yapmakla sanki ehli olan herkese malum, ehil olmayanlar ise mahrum olsun, demek istemiştir. Zira sûfiler Hak Teâlâ'nın eminleridir. Ehil olmayanlara sırları açmayı haram bilirler. Onun için de bundan mutlak surette sakınırlar.
Şimdi bahsedilen üslup aynen tercih edilerek, örtüsü misk kokan Nefahat baştan sona kadar tercüme edildi. Giriş kısmında ebrârın hallerine, Ahyar'ın tavırlarına ve Ricalü'l Gayb'ın tabakatına dair bir nice sayfa külliyet üzere icmal kılındı. Zira: Tamamı elde edilemeyen bir şeyin tamamı terk olunmaz. Yer yer, sahih kaynaklardan alınan menkıbeler beyan edilerek ilave olundu. Anlaşılması zor ifadeler aynen nakledilerek, kudret elverdiğince yine kendilerinin izah ve tefsiri ile halledildi. Rum (Anadolu) şeyhlerinden ve sair sonraki tarikattan o kitapta zikredilmeyen mübareklerin menkıbelerinden, herhangi biri sahih bir şekilde ele geçirildiyse, kısaltılarak zikredildi.
Hamd olsun ona, yine hamd ona olsun,
Bize kerem elbisesi giydirdiği için
Şükür ona, yine şükürler olsun ona,
Nimetin şükrüne bizi ilettiği için.
Binlerce şükür ve hamdolsun, bu arzunun tamamlanması YAVUZ SELİM OĞLU KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN'ın Belgrad isimli kalenin üstüne yürüyüp vardığı günlerde müyesser ve mukadder oldu.
İslam padişahı, Âlim ve Malik olan Allah'ın gölgesi, sahibülkarn,(-her zaman başarılı olan hükümdar) cihan hâkimiyeti akdinin rabıtası, güven ve korkusuzluğu yayan, zamanın rahmet efendisi, tûl ve arz (genişlik ve uzunluk) itibariyle dünyadaki memleketler maliki, Sizi yeryüzünde halifeler kıldı. (En'am, 6/165) şerefi ile müşerref olan Mekkei Mükerreme ve Medinei Münevvere'de, iki şerefli haremde ancak yüce emriyle hutbe okunan, Arabın ve Acemin parası sadece onun büyüyen ismiyle çevirilen, açıktan görülmeyen ordularla desteklenen, (bk. Tevbe, 9/40) evvelkilerden hiçbir sultanın, sonrakilerden hiçbir hükümdarın sahip olmadığı keramet kendisine tahsis olunan, adalet dairesinin kutbu, adaleti kuşatan dairenin merkezi, takva sahiplerini seçen, Allah dostlarını seven, İskender'den daha yüce bir şanı olan, Âli Osman'ın (Osmanlı devletinin) övünç kaynağı, SULTAN SELİM OĞLU SULTAN SÜLEYMAN HAN... Yüce Allah mülkünü ve kudretini ahir zamana kadar baki kılsın, fetih ve zafer şafaklarından hilafetinin müjde veren işaretleri durmadan doğsun, yüksek noktalarda kurulan şefkat çadırlarının gölgesi daima köylü ve kentli üzerine olsun. Allah, seleflerinin burhanlarını, türlü türlü ihsan ve ikramlarla kıyametin kopacağı ana kadar nurlandırsın.
[1] İlahi feyiz ve kuvvetli tecellilerle coşup taşan velilerin yaşadıkları hal sebebiyle gayri ihtiyari söyledikleri, içinde iddiaya benzer tarzda anlamlar bulunan, görünüşte şeriata aykırı düşen sözler.