Kitap Yakıcı Yıldırımlar
Yazar İbn Hacer El Heytemi
Tercüme Hasib Seven
Yayınevi Bedir Yayınları
Kağıt Cilt 3.Hamur - Karton İnce Ciltli
Sayfa Ebat 492 sayfa , 16x24 cm
Yayın Yılı 1990 Baskı Olduğundan Depoda Kaldığından Kenarında Sararmalar mevcut eksiği yok sıfır yeni ürün ama bu sararmalardan dolayı 2. EL diye gönderiyoruz.
Çok Ucuz Kelepir orisindeki kitaplar 2. El kitaptır. Diğer bölümlerdeki kitaplar sıfır ve yeni ürünlerdir.
İbn Hacer El Heytemi nin Yakıcı Yıldırımlar adlı kitabını incelemektesiniz.
Bedir Yayınları Yakıcı Yıldırımlar adlı kitap hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Eğer alevilik, rafizilik ve şiilik Hazret-i Ali'yi, Hazret-i Hasan'ı, Hazret-i Hüseyin'i, Hazret-i Fatıma annemizi ve bütün Ehl-i Beyt'i ve Al-i Aba'yı (radiyallahu anhüm) sevmekten ibaret ise, bilmiş olunuz ki, biz de böyleyiz ve bu hususlarda beraberiz.
Eğer alevilik, rafızilik, şiilik Hazret-i Ebubekir'e Ömer'e, Osman'a ve -küçük bir müstesna- Ashab'a, Hazret-i Aişe validemize (radiyallahu anhüm) buğz etmek, iftira etmek ise, iyi bilmiş olunuz ki, biz ehlisünnet ve cemaat müslümanları, bu çirkin işlerden de, bunları işleyenlerden de beriyiz.
EHLİ SÜNNET İLE ŞIÂ ARASINDAKİ BELLİ BAŞLI İHTLÂFLI MESELELER
ABDULLAH HANEFÎ
Amacımız tartışmak, çekişmek, tenkid etmek değildir. Biz, sünnî müslümanlar olarak, ehl-i sünnet ve cemaat dışı fırka ve mezheblerle yeniden mücadele ve münakaşaya girme taraftarı değiliz. Onlarla aramızdaki, usûle ve teferruata ait, ihtilâflar asırlardan beri kelâm âlimleri tarafından derinliğine incelenmiş ve kitaplara kayd edilmiş bulunmaktadır. İslâm dünyasının şu buhranlı devrinde mezhebler arası münakaşa ve mücadeleleri alevlendirmekte bir fâide görmemekteyiz.
Bizim gayemiz, gerçekleri ortaya çıkartmak, bilgisi olmayan müslümanları bilgilendirmek, aydınlatmaktır. Bilindiği gibi, İran'daki devrim dolayısıyle şiîlik gündeme gelmiş, bu önemli târihî hâdise sünnî islâm Meminin de her köşesinde yankılar yapmış, tesirler meydana getirmiştir. Şiî İran otoriteleri, ülkelerinde gerçekleştirilen devrimi bir «îslâm devrimi» olarak tanıtmışlar, bunu başka ülkelere ihraç hususundaki niyetlerini açıkça ortaya koymuşlar ve bu yolda hayli propaganda yapmışlardır. İmdi, ilk plânda bilinmesi gereken hususlar şunlardır: Şiîlik nasıl bir fırka ve mezhebtir? Sünnîlikle arasındaki temel farklar nelerdir?
Sünnîlik ve Şiîlik birbirleriyle bağdaşabilir mi?
Şiîliğin ne olduğunu bilmek, şiîlerle bir diyalogun mümkün olup olmadığını anlayabilmek için ilk bilinmesi gereken şey, ondaki «takıyye» prensibini incelemektir. Bunu bilmeden, şiîligi ve şiîleri anlamak mümkün değildir.
O hadde biz de şu önsözdeki açıklamalarımıza, Şiîlikte takıyye prensibi hakkında aydınlatıcı bilgi vermekle başlayalım. Önce biz kendimiz fikir yürütmeyelim, onların büyük âlim olarak kabul ettikleri Şeyh Ebû Cafer Saduk'un «Rîsâ-letüİ'tikadati'l-İmamiye» adlı eserinden bazı parçalar nakledelim. Şiilerin ana inanç kitaplarından olan bu eserde deniliyor ki:
«Allah'ın rahmeti üzerine olsun, Şeyh {Ebû Cafer) der ki: Bizim takıyye (imânı gizleme-korunma) hakkındaki inancımız şaflur: Takıyye vâcibtir ve onu terk eden namazı terk edenle aynı durumdadır.»
if...İmamü'l-Kaaim aleyhisselâm ortaya çıkıncaya kadar takıyye vâcibtir ve vaz geçmek caiz değildir. TaJayyeyî, Kaaim'in ortaya çıkışından önce terk eden kimse, Yüce Allah'ın dîninden ve Imamiyye mezhebinden çıkmış ve Allah'a, O'nun Resulüne (sallâllahu aleyhi ve sellem) ve İmamlara (aleyhimüsse-lâm), Kudret ve Yücelik sahibi Allah'ın «Doğrusu Allah katında en üstün olanınız, en çok sakınanımzdır» (49'uncu Hucu-rat sûresi, 13) âyeti hakkında soruldu. Dedi ki: «En çok sakınanınız, takıyye ile amel edeninizdir.»
«...Ve (İmam Cafer) es-Sadık (a.s.) şöyle dedi:" «Emirlik (Kaaim'in çıkışı) bir görüş meselesi olduğu sürece, insanlarla (düşmanlarla) dıştan kaynaşın, ama içten onlara karşı çıkın.»
. «...Evinde münafığa karşı riyakâr olmak bir ibadettir.»
«Onlarla (şiî olmayanları kasd ediyor) birlikte (takıyye yaparak) birinci safta namaz kılan kimse, sanki Allah'ın Resulü (sallâllahu aleyhi ve sellem) ile ilk safta namaz kılan biri gibidir.»
«Onların [Şiî olmayanların, takıyye İcabı] hastalarını ziyaret ediniz, cenazelerinde bulununuz ve mescidlerinde namaz kılınız.»
«İnsanlar arasında bize karşı sevgi uyandıran ve onların bize karşı kinlerini tahrik etmeyen kimseye Allah rahme-tiyle muamele buyursun.»
«Bize (yani şiîlere) din işlerinden bir tekinde bile karşı çıkan kimse hakkındaki görüşümüz, bize bütün din işlerinde karşı çıkan hakkındaki inancımız gibidir.»
(Yukarıdaki satırlar «Risaletü'l-İ'tika-dâti'l-İmamiyyesnin Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlah tarafından yapılmış tercümesinden alınmıştır.)
İktibas ettiğimiz satırlarda adı geçen İmâmü'l-Kaaim, 12*nci imam Muhammed el-Mehdi bin Hasan el-Askerî*dir. Hicretin 255'inci yılında doğmuş, 260 yılında ortadan kayb olmuştur. Ehİ-i"sünnet nazarında 12 İmam muhterem din büyükleridir'.. Ancak Sünnîler ile şiîler arasında hu mevzuda anlayış ve görüş farkları vardır. Şiilerin 12 İmam hakkındaki inanç ve kanaatleri yer yer hurafelerle karışmış, Yüce İslâm dininin temel prensiblerine uymayan bid'atler ve efsanelerle karmakarışık bir hale gelmiş ve, adeta bir 12 İmam mitolojisi ortaya çıkmıştır. İşte şiîlere göre, milâdî 873 tarihinde kayb olan 12'nci İmam Mehdi bin Hasanü'l-Askerî hazretleri ölmemiş olup, ahir zamanda bin yüz küsur yaşında olduğu halde tekrar ortaya çıkacaktır.
Ehi-i sünnetteki Mehdi inancı ile Şiilerin bu akidesi arasında hiçbir alâka yoktur. 12'nci İmam Mehdi'nin bin yüz küsur yaşında zuhur edeceğine inanmak şiîliğin temel inançlarından olduğu halde, sünnîlerde böyle değildir. Şiîler Mehdi hakkında 6000'den fazla hadis uydurmuşlardır. Ehl-i sünnette ise Mehdî mevzuunda 12 rivayet vardır. Onların açıklama ve te'vilinde de büyük din âlimleri arasında fikir ayrılıkları olmuştur.
Evet biz sünnî müslümanlar, âhir zamanda Resûlullah sallâllahu aleyhi ve seîlem efendimizin yüce soyundan gelecek ve onun nurlu yolundan gidecek büyük bir zatın zuhurunu beklemekteyiz. Ancak bu beklediğimiz zat, şiîlerin Mehdi'si değildir.
Türkiyemizdeki şiî propagandacılarından Abdülbaki Gölpınarlı adındaki zat tarafından çıkartılan 733 sahifelik «Tarih Boyunca İslâm Mezhebleri ve Şiilik» adlı kitabın 561-572'nci sahifeleri takıyye mevzuuna ayrılmış olup yazar şunları söylemektedir:
«İmam Cafer, takıyyesi olmayanın imanı yoktur, buyurmuşlardır... İmam Muhammedü'I-Bakır da takıyye benim ve babalarımın dinidir, takıyyesi olmayanın îmanı yoktur, demiştir... Emirü'I-mü'-minîn (Hz. Ali) takıyye benim duıimdir ve ehl-i beytimin dinidir, buyurmuştur...» islâm Ansiklopedisi'nin «Takıye maddesinde şiîlerin kitaplarında Hz. Ali'ye şöyle bir vecize isnad ettikleri yazılıdır: «...inancın alamet-i farikası, sana zarar verecek olan adaletin, sana fayda getirecek olan adaletsizliğe tercih edilmesidir.» (İslâm Ansiklopedisi, C. 11. sahife: 680.) Öte taraftan ise, Hz. Ali'nin, ilk üç ha-life'ye takıyye prensibi icabı olarak itaat ettiğini iddia etmektedirler kî, böyle bir halin öyle bir İslâm büyüğüne yakışmı-yacağı ve zikr edilen vecizeye ters düşeceği tabiîdir.
Şiîlerin, “Hz. Ali için takıyye yaptı”
demeleri bâtıldır.. Bu hususta Risâle-i Nur'da (Lem'alar, 4'üncü Lem'a) şöyle buyurulmaktadır:
«...Çünkü [şiîler] diyorlar ki: «Haz-ret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (radiyalla-hu anhüma) haksız oldukları halde, Hazret-i Ali (radzyallahu anh) onlara mü-maşat etmiş (yalandan uymuş), şia ıs-tılahmca takıyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyakârhk etmiş»... Böyle kah-raman-ı İslâm ve «Esedullah» [Allah'ın Arslanı] unvanını kazanan ve Sıddıkla-rm kumandanı ve rehberi olan bir zatı, riyakâr ve korkaklık ile sevmediği zatlara tasannu'kârâne [yapmacık bir şekilde] muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf [korku] altında müma-şat etmekle haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıl görmek, ona muhabbet değildir...» (sahife: 22-23).
Şiilerin takıyye inançları hakkında, günümüzün tanınmış isimlerinden Sad-reddin Yüksel hoca, «Dinî ve İlmî İncelemeler» (") adlı eserinin 146-148'inci sa-hif elerinde şu bilgiyi vermektedir:
TEKİYE NEDİR?
Bir kimseyi istemediği halde ondan korkarak yüzüne gülmesi ve ona dost gibi görünmesidir.
Bahsi geçen bu tekiye prensibi ile amel etmek Câferîye cemaati nezdinde dinin esaslanndandır. Onlar bn prensibi ispatlamak için bir takım âyetleri de zorlamaktadırlar; meselâ onlar, Kasas süresindeki, «Ülâîke yü'tevne ecrehüm mer-reieyni bimâ saherib: (İşte bunlara, sabrettiklerinden dolayı mükâfatları iki defa verilecektir.) âyeti kerîmesini şöyle tefsir etmişlerdir: «Ehl-i Beyt'e tekiye prensibi üzerine gösterdikleri sabr o. sebattan dolayı iki defa mükâfat verilecektir.» Bu ise, yerden göğe kadar yersiz ve münasebetsiz bir te'vfldir; son derece keyfî ve indidir. Câferilere göre bir Şiî, Ehl-i Sünnet arasında bulunduğu zaman bütün ibadetlerinde zahiren onlara uymalıdır. Bu da tekiye kabilindendir. Bu görüşleri-
(') Birinci baskı. Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1969.
ni de bazı imamlarından naklettikleri bir kaç söz ile teyit etmektedirler: «Kim ki tekiye için bir sünnînin peşinde namaz kılsa bir peygamberin peşinde namaz kılmış gibi olur.» sözü gibi. Onlar, kendi imamlarının birçok yaptıklarını bu tekiye ile tefsir etmişlerdir. Hattâ Hazreti Ali'nin, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Osman'ın hilâfetlerine rıza göstermesi, Hazreti Hasan'ın da Muâviye için hilâfetten vazgeçmesi ve imamlarının cemaat-ı müs-limîn'e karşı muhalefet izhar etmemeleri, Câferilere göre tekiye kabilindendir. Yani korkularından hakkı söylemiyerek, hakkı bırakıp haksızlığa yardımcı olmuşlar. Halbuki Hazreti Ali için korkuyu icap ettiren en ufak bir dunun büe ortada yoktu. Hayret, kavim ve kabilesi bakımından Hazreti Ali'den çok zayıf olan Hubâb ibnü'l-Münzir, elinde bir delili bulunmadığı halde korkmayıp Hazreti Ebû Bekir'in halife seçilmesine itiraz edip de, Hazreti Ali gibi büyük bir kahraman niçin sebepsiz yere sussun! Bu hiç mümkün mü? Hubâb mücadelesini yaptı, hiç kimse ona kavlen veyahut fiilen bir eziyet vermedi. Hazreti Ali'nin bundan haberi de vardı. Şu halde susması korktuğu için değil, yanında bir delil olmadığı içindir... Son olarak deriz ki: Biz Ehli Sünnet olarak korkak bir Ali'yi tanımayız. Korkak Ali bizim değil, ancak Şiîlerindir. Bizim Ali'miz ise büyük bir İslâm kahramanıdır.
Şimdi Şia başka bir taktik kullanarak diyor ki: «Ali hilâfet mes'elesinde hiç direnmedi, muhalefet etmedi. Çünkü peygamber ona: «Sen benden sonra kdıç kullanarak fitneye sebebiyet verme.» diye tavsiyede bulunmuştur.»
El-cevab: Söyledikleri yalan, iftira ve cehalettir. Hiç olur mu? Peygamber hem onu ümmetin başına halife tâyin etsin, hem de hakla kabul etmekten imtina eden kimselere karşı kılıç çekmekten men etsin.!. Biz Hazreti Peygamber'i de, Hazreti Ali'yi de bu gibi tezatlı ve gülünç hallerden tenzih ederiz. Sözleri doğru olsaydı Hazreti Ali, Sıffîn ve Cemel'de de, Resûhulah'm tavsiyesine muhalefet etmi-yeyim diye, kdıç çekmezdi, bu bir.. İkincisi: Hazreti Ali'ye halifeliği teslim etmeyenier Şiilerin nazarında küfrün en çirkin çeşitlerini alenen işlemiş olurlar. Peygamber, bu gibi kimselere karşı «kılıç çekilmesin)) diye hiç tavsiyede bulunur muydu? Bu aklen mümkün mü?..»
KUR'AN
Şiilerin, kendilerine göre en büyük hadîs bilginleri olan el-Kuleynî, «El-Kâfî ft'I-Usûl» adlı eserinde şu sözü nakl eder:
«Cebrail'in Hazret-i Muhammed'e getirdiği Kur'an, 17.000 âyettir.» [Doğrusu: 6666 âyettir].
- Yine aynı kitapta, Hazret-i Fâtıma' um bir Mushafı bulunduğu iddia edilmekte ve şöyle denilmektedir:
«Fâtuna'nın Mushafı, sîzin elinizde bulunan Kur'an'dan üç defa daha büyüktür ve onda sizdekinden bir harf bile yoktur.» (Kuleynî, el-Kâfî)
§iî âlimlerinden Tabersî adlı zat «Fas-lu'1-Hitab fi îsbâti Tahrifi Kitabi Rabbi'l-Erbab» başlığıyla bir kitap yazarak Kur'an -ı Kerim'in muharref olduğunu iddia etmiştir. Müslümanlarla tartışan misyonerler bu kitabı delil olarak kullanıp İslâm'a ve Kur'an'a saldırmışlardır.
Yine el-Kâfî'de: «Ebû Ca'fer aleyhis-selâmı şöyle konuşurken işittim: Kur'an'-ın indirildiği şekilde toplandığını yalancılardan başkası iddia etmemiştir. Onu, indirildiği gibi Ali bin Ebû Tâlib ve ondan sonraki imamlardan başkası hıfz edip toplayamamıştır.»
«EI-Milel ve'n-Nihal» kitabında şu bilgi verilmektedir: Endülüs'te. İmam fon Hazm ile papazlar arasında İncil'in muharref olup olmadığı konusunda bir tartışma yapıhr. Müzakereler esnasında papazlar, şiî alimlerini delil getirerek, Kur'-an'ın da -hâşâ- muharref (bozulmuş, karıştırılmış) olduğunu iddia ederler. İbn Hazm, şiîlerin sözlerinin İslâm, Kur'an ve Müslümanlar aleyhinde bir delil olamayacağını söyler.
Öte taraftan Şiîler, Ehl-i Sünnet'in aksine Kur'an'ın mahluk olduğuna' inanırlar. Halbuki Sünnîlere göre Allah'ın kelâmı olan Kur'an mahluk değildir. O, Kelâm-ı Kadîm'dir. Kelâm, Allah'ın zatî sıfatlarındandır. Allah'ın Kıdemi ile Kadîm'dir. Ancak, kâğıda veya başka bir maddeye yazıh olan maddî metni hadistir, sonradan olmadır.
Ehl-i Sünnet Kur'ah'da asia eksik, fazla ve tahfif olmadığına ' inanır.
ASHAB-I KİRAM
Sünnî müslümanların bütün ashab-ı kiramı sevip saymalarına, onların aralarında çıkmış bazı ihtilâfları Allah'a havale edip dedikodu yapmamalarına mukabil, şiâ indinde sahabenin sayısı çok azdır. Hulefâ-yı Râşidîn'in ilk üçüne buğz ederler, onları dinden çıkmış sayarlar. Âlimlerinden İbn Bâbeveyh el-Kummî «Kitabu'I-HisâMnde diyor ki: eÖmer Ölüm döşeğinde, Ebû Bekir'le birlikte hilâfeti gasbetmiş olmaktan, Ebû Bekir'i ehl-i İslâm'a halife tayin ettiğimden dolayı Allah'a tevbe ediyorum, dedi.» (s. 81, Tahran baskısı.)
Onların kitapları ashab-ı. kiram, Hz. Aişe aleyhinde sözlerle, ağır suçlamalarla doludur. Bu yüzdendir ki, onlar çocuklarına Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ayşe isimlerini vermezler. Elinizdeki Savaiku'İ-Mııhrika kitabı bu suçlamaları ve iftiraları reddedarek gerçekleri gün ışığına çıkarmaktadır. Şiilere göre Resûlullah. sal-lâllahu aleyhi ve sellemden sonra, EhM Beyt dışında,, şu üç sahabeden gayrisi, diğer bütün ashab dinden çıkmıştır. Onlar: Mikdad b. el Esved, Ebû Zerr el-Gı-fârî ve Selmanı Fârisî'dir. (El-Keşşî, Rical, s. 12 -13) . El-Kuleynî, «el-Kâfb> adlı kitabında Hz. Ali'nin şöyle dediğini söyler: «Benden önceki halifeler icraatlarıyla, Resûlullah'ın arzusuna muhalefet ede rek, onun ahdini bozarak ve Sünnetini değiştirerek, Resûlullah'a ters düştüler.» (el-Kuleynî, Kitaba'r-Ravda, s. 59. İran baskısı)
RİCAT İNANCI
Ric'at inancı (Müslüman idarecilerin muhakemesi) şiîlerin temel inançlarından
dır. «A:mal el-Murtaza» adlı kitabın müellifi Seyyid Murtaza «El-Mesalü'n-Nası-rcyye» isimli kitabında şunları yazmıştır: «Mehdi' zamanında Ebû Bekir ve Ömer çarmıha gerilirler. Çarmıha gerildikleri ağaç yaş iken onlar gerildikten sonra kurur.»
HZ. ÂİŞE (R.A.) VALİDEMİZ
El-Keşşî, Peygamberimizin temiz ve sâdık zevcesi Âişe hakkında şu garip rivayetlerde bulunuyor: «Ali b. Ebî Tâlib, Cenıel'de muhaliflerini mağlûb edince, Abdullah b. Abbâs'ı, Âişe'nin yanına gönderdi ve hemen devesine binerek savaş alanını terketmesini söyledi. İbn Abbâs bundan sonraki durumu şöyle anlatır: Basra civarındaki Benû Half sarayında onun yanına vardım. Ondan yanına girmek için izin istedim; fakat vermedi; bunun üzerine izinsiz olarak içeri girdim. Bir de ne göreyim, ev benim, görmemem gereken bir haldeydi. Âişe de, iki perdenin arkasında duruyordu. Sağa sola göz attığımda, evin duvarının üzerinde örtü bulunan bir semer gördüm; örtüyü çektim üzerine oturdum. Bunun üzerine Âî-şe, perdenin arkasından, ey Abbâs! Sünneti çiğnedin, iznimiz olmadan, evimize girdin, imimiz olmadan malımızın, üzerine oturdun, dedi. Buna karşılık ben de şu cevabı verdim: Biz sünnete senden daha yakınız; sana sünneti öğreten de biziz. Senin evin Resûlullah'ın seni bıraktığı yerdir. Halbuki sen, kendine zulmederek, dîninden uzaklaşarak, Allah'a âsî olarak Peygamber'e ve onun âline karşı çıkarak, o evi terkettin. Eğer sen eski evine dönersen, biz, oraya ancak senin izninle gireriz ve otururuz... Sen, Resûlullah'ın geriye bıraktığı dokuz kadın içinde en tehlikeli olansın. Artık sen, onların en beyazı, en güzeli, en soylusu, en asili değilsin...
İbn Abbâs sözlerini şöyle bitirir: Kalktım ve Mü'minlerin Emîrine geldim; ona, konuşmalarımızı aynen aktardım. Bunun üzerine Ali, daha seni ona gönderirken durumun böyle olacağını biliyordum, dedi». (el-Keşşî, Rical, sah. 55, 56, 57)
VELAYET
El-Kuleynî «El-Kâfi fi'l-Usûbünde Ebû Cafer'in şöyle dediğini nakleder.
«İslâm, beş esas üzerine kurulmuştur: Namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, hacca gitmek ve velayet. Bunlardan hiç birisi, Gadir Hum'deki Ali'nin velayetinin ilânından daha önemli değildir.»
Şiilerin velayetten anladıkları Hz. Ali'nin (kerremallahu veçhe) imametine bir farz olarak inanmaktır. Farzların efdal olanının velayet olduğunu yine el-Kuley-nî kitabında şu sözlerle daha da açıklığa kavuşturmaktadır: «Ebû Cafer'in şöyle dediği nakledilir; İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Namaz, zekât, hac, oruç ve velayet». Bunlardan hangisinin daha efdâl olduğunu soran Zürâre'ye, Ebû Cafer: «Velayet efdâldir», der.
Bununla da kalmayıp, söz konusu esasların hepsini saymaya ve dini sadece velayet inancına hasretmeye kalkışırlar. el-Kuleynî kitabında Ebû Cafer'den şu. sözleri nakleder: Ebû Cafer, «İslâm üç esastan ibarettir. Namaz, zekât ve velayet. Bunlardan her biri velayetle kâimdir». (el-Kuleynî, el-Kâfî fi'1-Usûl, c. 2, s. 18)
Hz. Ali (r.a.)nin şöyle dediğini de rivayet ederler. «Allah, benim velayetimi, gök ve yer ehline arzetti. Onu kabul eden etti; nitekim Hz. Yûnus (a,s.), velayeti kabul etmedi de, Allah onu, kabul edinceye kadar balığın karnına hapsetti». (Be-sâiru'd-Derecât, c. 2, s. 110)
El-Keşşi «Rical» adlı eserinde, bu inancı ilk çıkaranın yahudi dönmesi Abdullah İbn Sebe' olduğunu yazar. (s. 101)
Namaz ve diğer ibadetlerden üstün sayılan böyle bir velayet inancı Sünnîlikte yoktur.
RUYETULLAH
Ebl-i Sünnet'e göre Allah Cennet'te rnü'minler tarafından görülecektir. Şiî-lere göre kesinlikle görülmeyecektir. Onlar Mûtezile'ye uyarak rüyetullahı inkâr ediyorlar. Şiî bilginlerinden Muhammed
Rıza el-Mnzaffer bu konuda şöyle demektedir: «Allah'ın Cennet ehline, ayın göründüğü gibi görüneceğini söyleyen kişi kâfir menzilesindedir».
Ehl-i Sünnet kelâracıları ise, bunun mümkün ve caiz olduğunu aklî ve naklî delillerle isbat etmişler; bunda tenzih inancına aykırı bir husus olmadığını bildirmişlerdir.
İMAMET
Şiîlerde imân, dinin esaslarından saydıkları imamete inanmakla tamamlanabilir. Peygamberliğin nasıl Allah'tan bir lütuf olduğuna inanırlarsa, her asırda Peygamberin vazifeleriyle vazifelenmiş, insanların hidayet ve irşadlarmı üstlenmiş bir imamın varlığına da inanırlar.
Şiîler, imamlarını nebiler ve resullerden üstün tutarlar. Onları Resullerin efendisi Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi görürler. Bu hususta Kuleynî, Hz. Ali (r.a.)'ye şu yalan rivayeti isnad eder: Mü'minlerin Emîri Ali, «ben Allah'ın cennetlikle cehennemlikleri ayırmakla görevlendirdiği kimseyim... Bütün melekler, ruhlar ve resuller Hz. Muhammed'e tabî oldukları gibi, bana da tâbi olurlar... Benim yüklendiğim vazife, tıpkı Hz. Muhammed'in yüklendiği vazife gibidir, bu Allah'ın bana verdiği bir görevdir. Resûluflah cennete davet edilir ve yeni elbise giydirilir; ben de cennete çağrılırım ve yeni elbise giyerim. Bana verilen hasletler benden önce hiç kimseye verilmemiştir. Ben kötülükler ve ölümler ilmi, ensâb ilmi ve hükümler ilmini bilirim. Bu konuda hiç kimse beni geçemez. Benden uzaklaşan benim ehlim değildir. Allah'ın izniyle müjdelerim ve korkuturum!» (Kuleynî, el-Kafî, c. 1, s, 197)
Şiîler, bu özelliklerin sadece Hz. Ali (r.a.)'ye has olmayıp on iki imamın da bu vasıflarla muttasıf olduğuna inanırlar. Besâiru'd-Derecât sahibi, Ebû Hamza'-nın Ebû Abdullah'dan şu sözü işittiğini nakleder: «Biz imamlardan, kulağına fısıldananlar, rüyasında kendisine haber gelenler, leğenden çıkan ses gibi ses işitenler ve kendisine Cebrail ve Mikâil'den daha büyük melek gelenler vardır.» (cilt 5, bâb. 9)
İmamet hakkında el-Muzaffer de şunları söylüyor: «Peygamberleri göndermek nasıl bir lütuf ise, Peygamberden sonra, onun yerine İmam seçmek de lütuftur ve vücûd-ı zâti ile Allahu Teâlâ'ya vâcibdir; bu bakımdan İmamet, ancak Allalıü Te-âlâ'nın nassı île yahud o imamdan önceki imamın, onun İmametini beyanıyla tahakkuk eder; insanların seçmesiyle, istemesiyle olmaz; insanlar dilediklerini İmam olarak tâyin, yahud dilediklerini azl hakkına da sahip değillerdir.» (sah. 50-51)
Humeyni de bu hususta şunları yazıyor:
«Nitekim Hz. Peygamber de, Allah'ın vahyi ile Hz. Ali'yi Hâlife tâyin etmiş bunu, o damadı olduğu için değil, ilâhî hükmün memuru ve ilâhi buyruğun icracısı olduğu için yapmıştır. Zaten O, Hâlife tayin etmeseydi, risâlet vazifesini tamamlamış olmazdı.» (Humeynî'nin «İslâm Fıkhında Devlet» adlı eserinden (s. 23-4, 534), Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, İmamiye Şiâsı, s. 209-210 adlı eserinde zikretmiştir).
Şii inancına göre İmamlar hatâ ve yanlışlardan korunmuşlardır, yâni masumdurlar. Onlar, «ister küçük ister büyük olsun hiç günah işlemezler. Kendilerine emrettiği hususlarda Allah'a karşı gelmezler ve emrolnnanı işlerler. Onların halleri ile ilgili bir hususta günahsızlıklarını (ismet sıfatlarını) inkâr eden bir kimse, onları tanımamaktadır. Onları tanımayan (cahil) kimse ise, bîr kâfirdir.» (Şeyh Saduk, sah. 113, Tabâtabâ'î, Shiite islâm (Londra 1975) sah. 184)
Şiîlerde Allah'ın emri üzerine Hz. Peygamber tarafından tâyin edildiği söylenen imamların sayısı oniMdir. Onların onikin-cisi, Mehdi-i Muntazar (Beklenen Mehdi) olup, onların inancına göre halen sağdır-ve kıyametin kopmasından önce zulümle dolmuş dünyayı adaletle doldurmak için gelecektir. Onun gaybeti (gizliliği) sırasında işler, yine onun emriyle, müçtehidler (fakih) tarafından yürütülür, Hz. Peygamber ve 12 İmam için sabit olan velayet, fnüçtehid için de sabittir ve müçtehidin velayeti ile Hz. Peygamber ve 12 İmamın velayetleri aynı hususları şamildir.
Ehl-i Sünnete göre ise İmamet, kesinlikle dinin usûlü arasında yer almaz. İmamet, din ve dünya iğlerinde, şartlarım taşıyan herhangi bir müslümamn Re-sûluüah'ın halifesi sıfatıyla ümmeti idare etmesidir. İmam veya Halife, Şiilerin dediği gibi tayinle veya vasiyetle değil, doğrudan Ümmetin meşvereti ve seçimi ile işbaşına gelir.
İmamet, ilâhi bir makam olmadığından, İmâmın masum (yâni ismet sıfatına sahip olması) veya özel bir bügiye sahip olması da düşünülemez; çünkü ismet sıfatı, yani küçük-büyük günahlardan korunmuş olma keyfiyeti ile vahiyden kaynaklanan özel bir bilgi, yalnızca Peygamberlere has bir vasıftır.
SÜNNET
Ehl-i Sünnet, Resûlullah'm sünnetini, hadis ilminin tesbit ettiği ölçüler içinde herhangi bir ayırıma gitmeksizin ashab-tan gelen rivayetlerle ortaya koyarken, İmâmiyye, bu hususta, yalnızca kendilerince benimsenmiş sahabenin, Ehl-i Beyt'-in ve İmamların rivayetlerine dayanır. Onlara göre ister usûl-i din, ister fürû-i dîn ile ilgili olsun, İslâm'ın hadîse dayalı her hükmü, ancak Ehl-i Beyt ve onlara dayanan râvilerin rivayetleri esas alınarak ortaya konabilir.
Şiilere göre «Kur'an'ı Hz. Peygamberin hadîsleri ve ondört masumun (Hz. Peygamber, Hz. Fatıma ve Hz. Ali dahil oniki imam) Hz. Peygamberden rivayetleri açıklar ve yorumlar.» (A. Gölpınarlı, 100 Soruda Türkiye'de Mezhepler ve Tari-katler, s. 41)
Şiilere göre râviler, Sünnîlerce «güvenilir» de olsa eğer Ehl-i Beyt'e dayanmıyorsa zayıftır ve redde mahkûmdur. Bu bakımdan Şiiler, Allah'ın muhtelif âyetlerle Kur'an'da yücelttiği ve adaletinden söz ettiği sahabeyi, Hz. Ali ile olan davranışları açısından değerlendirmeye tâbi tutmakta ve ona karşı çıkanlarla hakkını gasp edenlerin zâlim ve hattâ mürted olduklarını bile söylemektedirler. (Mame-kâni, Tenkiliü'l-Makâl, 1/214-216)
Ehl-i Sünnet, sahabenin adaletini ileri sürer; ama onları derecelendirmeyi ve rivayetlerinin doğruluğu açısından tasnife tâbi tutmayı ihmal etmediği gibi, onların da diğer insanlar gibi günah işleyebileceklerini de kabul eder.
Ancak onların günah işlemeleri mutlaka Hz, Peygamber'e yalan isnad etmeleri anlamına gelmez. Halbuki Şiîler, başta Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olmak üzere Hz. Ali'nin safında yer almayan sahabeyi, rivayetlerine güvenilmez olarak vasıflandırmaktadır. (Cemal Sofuoğlu, Şia'ma Hadis Anlayışı, 1977)
Bu mevzuu da son olarak «Kâşif ül-Gıta, Aslü'ş-Şîa ve Usûlüha, s. 149»dan bir bölüm naklederek noktalayalım:
«Ebû Hureyre, Semure b. Cündeb, Mervan b. Hakem, İraran b. Hattan, El Haricî, Amr b. Âs ve benzerlerinin §iî İmâmiyye yanında bir sinek kadar bile itibarları yoktur. Bunların şöhretleri söylemeye gerek olmayacak kadar açıktır.»
TAKİYYE
Takiyye, inancı gizleme demektir. Uğranılabilecek bir tehdit ve zarar karşısında veya umulan bir fayda ve menfaat karşısında gerçek inanç ve niyeti gizlemek, onun yerine duruma uygun biçimde konuşmak Şiilere göre vaciptir.
Kuleynî bu hususta Ebû Cafer'den şöyle nakleder: «Takiyye, benim ve ecdadımın dînidir; takiyyesi olmayanın dîni de yoktur.»
El-Kummî'de «El-Î'tikadât» adlı ese-.rinde şunları yazıyor: «Takiyye vaciptir; onu terkeden namazı terkeden gibidir; el-Kâim ortaya çıkıncaya kadar onu terk-etmek caiz değildir. Onun çıkışından önce takiyyeyi terkeden kişi, Allah'ın dininden, İmamiyyenin inancından çıkmış, Allah'a, Resûlullah'a ve imamlara muhalefet etmiş olur.»
Bu prensibi yerli - yersiz alabildiğine kullanan Şiiler ileri sürdükleri herhangi bir görüşün aksinin isbat edilmesi karşısında, asıl kanaatin gizlendiğini ve takiyye yapıldığım söylemektedir. Böyle olunca da Şiilerin nerede gerçeği açıklayıp nerede takiyye yaptıklarım tesbit, hemen hemen imkânsızlaşmaktadır.
Hindli Şiî bilgin «İmdâd İmam» bu ifadeyi şu sözleri ile tasdik etmektedir:
«Şia (İmamiye) ve Ehli Sünnet mezhepleri farklı yönlere doğru akan iki ırmak gibidirler ve kıyamete kadar da birbirlerinden uzak olarak akacaklardır. Birleşmeleri imkânsızdır.» (Misbâhu'z-Zulm, s. 41-42)
Buraya kadar yazdıklarımız Şiî mezhebinin inançları ile alâkalı olanlarıdır.
Onlarla aramızda olan fer'i mes'ele-lerdeki farklılıklarımızı da burada arz edeceğiz.
Şiilerde, güneş ve ay tutulması veya zelzele ve âfetler üzerine kılınan namazlar, adak veya yemin namazı, ölen birinin kaza namazlarını ölü adına ücretle kılacak kimsenin kılacağı namazlar farzdır. (İbrahim el-Mûsevî ez-Zeneânî, Akâidu'l-İmâmiyyeti'l-îsnâ-aşeriyye, Beyrut 1973, s. 279)
Ramazan ayında Ehl-i Sünnetin cemaatla kıldığı Teravih namazı Şiilere göre meşru değildir; çünkü onlara göre nafile namazların cemaatla kılınması caiz olamaz.
Şiilere göre öğle-ikindi ve akşam-yat-sı namazları birleştirilerek kılınabilir.
Ehl-i Sünnete göre abdest alırken ayakların topuklarla birlikte yıkanması farzdır, yıkanmadığı takdirde abdest alınmamış gibidir. Şiilerde ise, abdestte yüzü ve kolları dirseklerle beraber aşağıya ellere doğru iki kere yıkadıktan sonra bir daha suya dokunmamak üzere ellerdeki ıslaklıkla, başın da ön kısmını yukarıdan aşağıya doğru sağ elle bir kere sağ ayağı, sonra da sol elle sol ayağı, parmak uçlarından yukarıya doğru bir kere meshetmek farzdır. Burada ayağın temiz olması şarttır. Ayak kirli ise, önce yıkanıp kurulanır, sonra abdest alınır ve ayak yukarıdaki şekilde meshedilir. Mest üzerine kesinlikle mesh edilmez (A, Gölpı-narlı, Şiîlik, sah. 595) Ehl-i Sünnet ise mest hükmündeki ayağa giyilen şeylere meshedilmesinde ittifak etmiştir.
Ezan ve ikamet, Ehl-i Sünnet'inkine göre farklıdır. Ezan, 1500 yılından beri (Şah İsmail tarafından konulmuş) «Eşhe-dü erme Aliyyen Velîyullah» ilâvesiyle okunmaktadır. Ayrıca ezan ve ikamette «flayyâ alâ HayrîTameb ilâvesi de bulunmaktadır.
Şiîlerle aramızdaki farklardan birisi de geçici nikâh denilen Mut'a nikâhıdır.
Nisa Sûresinin 24. âyetinde geçen mut'a nikâhı ile ilgili mesele Ehl-i Sün-net'e göre nesholunduğu (hükmünün kaldırıldığı) halde, Şiiler bu meselenin ebedî olarak devam ettiğine inanır, Ehl-i Sünnet indinde mut'a nikâhı ile ilgili hüküm, Talâk Sûresinin 1. âyeti, Mü'minûn Sûresinin 6. âyeti ve Meâric Sûresinin 30. âyeti ile nesh edilmiştir.
Bu mevzuda Humeyni, Tavzih'ül-Mesail kitabının 378. sahifesinde şunları söylüyor:
«Evlenme akdi ile kadın erkeğe helâl olur. Bu da iki kısımdır. Devamlı nikâh akdi, geçici nikâh akdi. Devamlı nikâh akdi odur ki, evlenme akdinde belli bir süre tayin edilmez.
Geçici nikâh akdi ise, belirli bir süre için yapılan evlenmedir. Meselâ; bir kadını bir müddet için nikahlamak, bir saatliğine, bir günlüğüne, bir aylığına, bir yıllığına veya daha fazla bir süre için nikâhlamaktır.»
Tehzibü'l-Ahkâm adlı eserin 258. ve 259. sahifelerinde şu bilgiler mevcuttur.
Ebû Abdillah — Cafer Sadık — aley-hisselâma soruldu:
«Mut'a dört evlenmeye dahil midir?
Cevaben buyurdu:
Ö kadınlardan mut'a ile bin tanesi ile birleş. Çünkü onlar sadece kiralanmış kadınlardır.»
Ebû Abdillah — Cafer Sadık — aleyhisselâmdan Mut'ayı sordum,
Cevaben buyurdu:
«Belli bir ücret ve beîli bir süredir.»
Fer'i meselelerdeki ihtilâfları burada keserek, Hindli Şiî bilgin «İmdâd İmam» in şu sözlerini tekrarlayarak mevzuya nihayet veriyoruz:
«İmamiyye ve Ehl-i Sünnet mezhep-hepleri, farklı yönlere doğru akan iki ırmak gibidirler ve kıyamete kadar da birbirlerinden uzak olarak akacaklardır. Birleşmeleri ' imkânsızdır.» (Misbâhu'z-Zulm, s. 41-42)
EĞER alevîlik, râfızîlik ve şiilik Hazret-i Ali'yi, Hazret-i Hasan'ı, Hazret-i Hüseyin'i, Hazret-i Fâtıma annemizi ve bütün Ehl-i Beyt'i ve Âl-i Abâ'yı Cradiyallahu anhüm) sevmekten ibaret ise, bilmiş olunuz ki, biz de böyleyiz ve bu hususlarda sizinle beraberiz.
EĞER alevîlik, râfızîlik, şiîlik Hazret-i Ebûbekir'e, Ömer'e, Osman'a ve -küçük bir kısmı müstesna- Ashab'a, Hazret-i Âişe validemize (radiyallahü anhüm) büğz etmek, iftira etmek ise, iyi bilmiş olunuz ki, biz ehlisünnet ve cemaat müslümanlan, bu çirkin işlerden de, bunları işleyenlerden de beriyiz.
Bizim dinimiz kin ve düşmanlık üzerine değil muhabbet üzerine kurulmuştur. Müslüman, muhabbet fedâisidir; onun husumete, intikama vakti olmamalıdır. Bizler. Kur'an-ı Kerim'de, kötülükleri iyilikle uzaklaştırmak emrini almışızdır. Müslümanlar ve insanlar arasındaki barış külle, düşmanlıkla, intikamla değil; aksine muhabbetle, affetmekle, mürüvvetle te'sis ve idâme edilebilir.
Biz dinî ve dünyevî görüşlerimizi, bundan 1400 yü Önce cereyan etmiş ve hesab-ı Rûz-i Cezâ'ya kalmış ihtilâflar, fitneler, facialar, mücadeleler üzerine değil; Şeriat-ı Garra-yı Ahmediyye'nin evrensel ilahî düsturları üzerine bina etmişizdir. Allah'ı, Peygamberi, Ehl-i Beyt'i, Âl-i Abâ'yı ve İslâm'ı sevmek iddiasında olan her kişi ve taife bizimle bu prensibleri paylaştığı takdirde özlenen İslâm birliği kurulabilecek, yeni bir altın çağ başlayacaktır.
Bedir Yayınları, İbn Hacer El Heytemi nin Yakıcı Yıldırımlar adlı kitabını incelediniz.