Aşkın Gözyaşları 5 - Yunus Emre

Fiyat:
28,00 TL
İndirimli Fiyat (%30) :
19,60 TL
Kazancınız 8,40 TL
Geçici olarak temin edilememektedir. Temin edildiginde

Bu ürünün yerine tercih edebileceğiniz ürünler

STOKTA VAR
220,00 TL
148,00 TL
STOKTA VAR
215,00 TL
113,00 TL

Kitap           Aşkın Gözyaşları 5, Yunus Emre
Yazar          Sinan Yağmur
Yayınevi      Kapı Yayınları
Kağıt Cilt     2. Hamur - Karton kapak cilt
Sayfa Ebat  280 sayfa - 13.5x21.5 cm
Yayın Yılı     2018



Kapı Yayınları, Sinan Yağmur Aşkın Gözyaşları 5, Yunus Emre adlı kitabı incelemektesiniz.
Aşkın Gözyaşları 5, Yunus Emre romanı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.

Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır.  Alak 1-2



Bugüne, yarına, hayata ve dünyaya Yunusça bakmaya ne çok ihtiyacımız var…
Ne hikâyeler yazıldı benim için, ne şiirler okundu adıma. Sözler söylendi, fetvalar mühürlendi namıma.
Her yazan kendince bir Yunus hayal etti, kâh âşık Yunus diye anılır oldum, kâh miskin Yunus diye okunur oldum. Kimi şiirlerime tahammül gösteremedi. Kimi ayrılık gayrılık aradı kanımdan cana gelen kelimelerde.
Ne âşık Yunus’um, ne de miskin bir derviş. Herkes kendince bir isim verdi ömrüme. Oysa ben Tapduk’un Yunus’uyum.

Her şeyin herkese yakışmadığı şu dünyada, Yunusça aşkın herkese yakışması bundandır. "Dost elinde avareyim Gel gör beni aşk neyledi", "Gel! Gör! Aşk neyledi beni," diyorsun. Nereye geleyim?

Seni görmek aşk mıdır Yunus! Yaralarım çok derin Yunus. Kanayan yanlarımın üzerine hasret döktüm. Söyle, nasıl geleyim? "Nedir yaran?" diye sorma! Hep aşktan Yunus. Hep sevdadan. Aşkın yol yorgunları, vuslatın hasret vurgunlarıydı onlar. Kimler mi? Aşkın uzun yol yolcuları. Elbette her aşk yolcusunu arardı, peki ya yolcu neyi arardı? "Ben yürürüm yane yane Aşk boyadı beni kane"

 
    OKUYUCUYA NOT

5 seriden oluşan Aşkın Gözyaşları neden önce Şems Tebrizi ile başladı?

Şems, âlim ve arif olup da âşık olamayan Mevlânâ'yı Mevlânâ edendir. Yani Şems usta, Mevlânâ eser. Usta anlaşılma­dan eserin kıymeti bilinmez. Ondandır ki Şems'i anlamadan Mevlânâ'yı anlamaya çalışanlar hep yolun yarısında kalıp Mevlânâ'yı olduğu gibi göremediler, gösteremediler. Bir bi­naya girerken önce ana kapı aralanır sonra dairenin kapısı sonrasında da odalar.

İşte o ana kapı Şems'tir.

Dairenin kapısı Mevlânâ.

Odalar Kimya Hatun, Sultan Veled, Hallac-ı Mansur, Seyyid Burhaneddin ve nihayetinde Yunus Emre. Hepsinin de Mevlânâ'nın hayatında mührü vardır. Ancak kazınmaz sır­larla simli mühür Şems'tir.

Başlangıçta yedi kitaplık bir seri olarak düşünülen Aşkın Gözyaşları'nda Seyyid Burhaneddin ve Sultan Veled'i yazmaya kalemin gönlü oldu, lakin yazanın gönlü kırıldığı için beş kitap olarak kifayeti nihayete erdi vesselam      


Ne hikâyeler yazıldı benim için, ne şiirler okundu adıma. Sözler söylendi, fetvalar mühürlendi namıma.

Her yazan kendince bir Yunus tahayyül etti, kâh Âşık Yunus diye anılır oldum, kâh Miskin Yunus diye okunur oldum. Kimi şiirlerime tahammül gösteremedi. Ayrılık gayrılık aradı kanımdan cana gelen kelimelerde.

Ne âşık Yunusum, ne de miskin bir derviş. Herkes kendince bir isim verdi ömrüme. Oysa ben Tapduk'un Yunus'uyum.
Dünyadan her gelip göçenin elbet bir hikâyesi vardı. Kimi hikâyeler yaşanmış ama yazılmamış, kimi hikâyeler yazılmış ama okunmamış, kimi hikâyeler de okunmuş ancak okuyanı sarsmamış.

Hikâyeler içinde hikâyelerde beni iki bıçak arası et gibi kesen de oldu, sayfayı çevirir çevirmez unutulduğumu gördüğüm de.
Herkes bin Yunus anlattı...
Herkes yüz Yunus yazdı...
Ben ise bir Yunus bildim bir Yunus yazdım.
İşte bu da benim hikâyem.
Doğum ile ölüm arasında sessizliğe çarpan kanadı kan külüne dönmüş hikâyem.
İnsanın kendisine doğru yürüdüğü bir hikâye... Senin hikâyen. Yunusça bir hikâye...
İşte bu da benim Yunusça hikâyem, henüz içine kendimi koyamadığım.

  ÇOCUKLUĞUM

"Yunus deyu çağırırlar adım, gün geçtikçe artar aşk odum."

Devir kıyamet arifesi.
Yeryüzü mahşer hazırlığında...
Kan, çığlık, ateş ve umutsuzluk iç içe.
Haçlı seferlerinin Anadolu halkında oluşturduğu acıların, tahribatın henüz üzerinden çok zaman geçmeden doğudan gelen Moğol istilası, devlet otoritesinin ortadan kalkmış ol­ması. Tapmak Şövalyeleri'nin kan donduran işkenceleri yet­mezmiş gibi Moğol-Mançur çetelerinin önüne gelen her yeri yakıp yıkıp yağmalamasının üstüne kardeş kavgaları halkın moralini çökertmiş, maddi manevi bir yıkım altında inleyen­ler korku ve güvensizliğe düşmüştü.
Halk kime güveneceğini bilemez bir haldeydi. Konargöçer bir hayat tarzının yanında bütün bu olanlar acı üstüne acıyı getiriyordu. Anadolu Selçuklu Devleti'nin enkazı altın 
dan bir Oğuz Kayı çınar çekirdeği filizlenmek için can nefesi bekliyordu.
Kin, öfke, nefret, kan, çığlık ve gözyaşı iç içe geçmişti. Her yerde işgal, her şehirde gök kül rengine bürünmüştü. Bahaî isyanları, eşkıya, Haçlı artığı şövalye baskınları, çekik gözlü çekirge sürüsü diye isimleri anılınca ilikleri titreten Moğol­lar. Batıya doğru gitsen din savaşı, doğuya yönelsen mezhep savaşları, kuzeyden gelen Moğol ateşi, güneyden esen ölüm ıslığı. Halk Anadolu'nun tam ortasında kuru, kurak Bozkır'da sıkışıp kalmıştı. Alamut Fedaileri önce saraylara sonra so­kaklara korku salmıştı.

Halka, kaybedilen değerleri, inancı ve güveni yeniden keş­fettirecek bir manevi güç lazımdı. Aynı zamanda bu manevi ne­fes Osmanlı çınarının tohumunu da çatlatıp ortaya çıkaracaktı.
Bir türlü kendine doğru dürüst yurt bulamayıp oradan oraya göçen Türkmenler artık bezgindi. Halkı ayakta tutacak tek güç, iman dolu bekleyişleriydi. Halk, gerçek mutluluğun ölümden sonra var olacağını, bu geçici dünyada, arı-duru bir gönülle Allah'a yönelmeyi telkin eden mutasavvıf şeyhlerin çevresinde küme küme toplanmaya başlamıştı.

İşte ben böyle sancılı bir dönemde doğmuşum. Babam Moğollara karşı savaşan ordunun içinde Kösedağ Savaşı'nda şehit düştüğünde anam bana hamileymiş. Dedem Cuma na­mazında dinlediği hutbeden öyle etkilenmiş ki günlerce bu etkiyi üzerinden atamamış. Ve ben dünyaya gelmeden evvel karar vermiş:
"Torunumun ismi Yunus Peygamber'in ismi olacak."
Büyüyüp aklım başıma yettiğinde sormuştum dedeme "Neden Yunus?" diye. Saçlarımı okşayarak anlatmıştı:
"Hz. Yunus Allah tarafından Ninova halkına peygamber olarak gönderilmiş. Hz. Yunus halkı Allah'a iman etmeleri için çağrıda bulunmuş. Halk ona inanmamış. Aylarca uğraş­mış, sonunda 'Bu halkın adam olacağı yok,' diye pes edip, vazgeçmiş. Bir başka yere gitmeyi, oradakileri Allah'a iman ettirmeyi düşünmüş. îlk gemiye binerek oradan uzaklaşmış. Deniz oldukça sakinmiş. Bir süre daha gitmişler. Sonra ani­den gemi durmuş. Gitmiyormuş. Hiçbir arızası olmadığı hal­de yerinden hareket etmiyormuş. Gemidekiler korkmuşlar,
içlerinden biri,
'içimizde bir günahkâr var,' demiş. Kimseden ses çıkma­yınca kura atmaya karar vermişler. Kura çekmişler ve kura­daki kişi Yunus Peygamber olmuş. Yunus Peygamber'i denize atmışlar.
Bir büyük balık işte o anda Yunus Peygamber'i yutmuş. Yunus Peygamber, Allah'a yalvarmış. Hata yaptığını orayı terk etmemesi gerektiğini söylüyormuş. Sürekli dua ediyor­muş. Allah'tan kendisini bağışlamasını diliyormuş. Sonunda Allah onu bağışlamış. Balık onu bir sahile bırakmış.

İşin daha mucizevî yanı şuymuş: Hz. Yunus 'Adam olmaz­lar' diye usanıp sırtını çevirdiği kavmin hepsinin hidayete erdiğini görünce daha önce balığın karnında okuduğu duayı secdeye kapanıp tekrar okumuş:

'Lâ ilahe illâ Ente sübhâneke inni küntü mine'z-zâlimin.' 'Allah'ım! Senden başka bir ilâh yoktur. Sen her türlü noksanlıklardan uzaksın. Ben kendine yazık edenlerden oldum.' (Yunus/87)
Hz. Yunus Peygamberimizin tövbesi beni çok etkiledi. O anda 'Eğer torunum erkek olursa ismini Yunus koyacağım,' diye dua ettim. Allah duamı kabul etti."
Sonra dedem beni omzuna alıp bayır aşağı yürürken, "Yunus'um ümitsizlere ümit ol, sen ne kadar çabalarsan ve çabanın sonucunu göremesen de çabandan vazgeçme!
Mükâfatını Allah'tan beklediğin hiçbir iyilikte kullara bakıp gönlünü ekşitme! Zor gibi gözüken hadiseler ümit adımları ile aşılır," dedi.
Moğol istilasının önüne katıp Asya'dan Anadolu'ya sürük­lediği göç katarlarının birisi de benim ailem olmuş. Hüseyin dedem, Oğuz Türkmenlerinin Kayı aşiretinden olup babam İsmail ve diğer akrabaları ile Kırşehir topraklarında yurt tu­tacakları bir yer aramışlar. Diğer Kayı aşiretlerinin bir kısmı Kırşehir İlicek köyüne, çoğunluğu da Bilecik Söğüt tarafına yerleşmişler. Köyümüz Seyfe Gölü'nün kıyısında etrafı hö­yüklerle çevrili kıraç arazilerden oluşuyordu.

Her çocukluk dönemi soru sorma ve oyunlarda merakını unutma ile çabucak geçer. Dedeme, yemyeşil ağaçlarla, sulak bereketli dağlarla adeta cennetten bir köşe olan Asya top­raklarından rüzgârların yonttuğu kayalıklar, killi topraklar, cilalanmış tepelerle çevrili bozkır topraklarına neden geldi­ğimizi sorduğumda bunun tek kelimelik bir cevabı olurdu: Moğollar.
"Bu Moğolların biz Türkmenlerle dertleri ne ki?" dediğim-deyse,
"Onlar uyuyan bir yılandılar, Muhammed Harzemşah ve hanımı Türkan, yılanı uyandırıp bu ümmetin başına bela et­tiler. Keşke Harzemşah danişmendi olan Bahaeddin Veled'i dinleseydi. Ah bir dinleseydi," derdi.
"Onların akıbeti ne oldu dede?"
"Cengiz Han, Muhammed Harzemşah'ı hangi tarafa ka­çarsa kaçsın kovaladı. Asya'da şehir, kasaba, köy koymadılar yakıp kül ettiler. Harzemşah kaçtı, o kovaladı. Ta ki Harzem­şah 'Beni burada bulamazlar' düşüncesiyle Hazar denizinde bir adaya saklanana değin."
"Ya sonrasında?"

"Adada sadece kendisinin olduğunu zanneden Harzem­şah cüzzamlı adamların arasına düştüğünü anladı ve cinnet geçirip aklını yitirdi. Askerleri adaya erzak getirdiklerinde onun çıplak cesedini akbabaların parça pinçik ettiğini ve gözlerinin oyulduğunu gördüler.
Hanımı Türkan Hatun ise sonradan Cengiz Han tarafın­dan esir alındı ve çadırda Cengiz Han'ın kemirip önüne attı­ğı kemikleri yemekle cezalandırılmıştı. Nihayetinde Türkan Hatun bu işkenceye dayanamayıp kendini zehirleyerek öldü.
Moğollar dünyada yaşadıkları uçsuz bucaksız steplerden başka yer yoktur sanıyorlardı. Harzemşah toprakları onların Anadolu'ya kadar gelmelerini sağladı. İşte bugün bu toprak­larda olmamızın yegâne sebebi sadece Moğol fırtınası değil­dir. İlahi kaderin cilvesi ile Asya'daki tohum bu topraklarda yeni bir çınarın yükselmesine vesile olacaktır. Ben buna tüm kalbimle inanıyorum."
Dedemin anlattıklarını göç yıllarımızda geçtiğimiz mezra mezarlıkları tasdik ediyordu.

Mezar taşları toprağa dikine saplanmış sivri kaya parça­larıydı. Bazılarında bağlanmış bezler, çaputlar, bazılarında yabani dağ çiçekleri, rüzgâr estiğinde değişik bir hışırtı çı­karırdı. Sanki o hışırtılar ölülerin inleyiş sesiydi.
Çocukluk dönemlerimde beni derinden etkileyen hadise­lerden birisi de bir yangındı. Henüz kucaktaydım. Anam beni kucaklayıp, teyzemin oğlunu da elinden kapıp kan ter içinde bizi bayır aşağı göle doğru götürüyordu. Anamın omzundan köye doğru bakarken alevler içindeki çadırları, çardakları, at çitlerinin yanışını ve dumanın gökyüzünü kaplayışını korku ile seyrediyordum.
Kadınlar, ben ve diğer çocuklar göl kenarında akşamı et­tik. Dedem ve köyün diğer büyükleri yüzleri is duman içinde bizi götürmeye gelmişlerdi.
Göklere vuran kara kızıllık, ufka yerleşmiş, köyümüzün üstüne çökmüştü. Birkaç çardak ve kerpiç evin dışında bü­tün köy yanmış kül olmuştu. Ömrüm boyunca bu yangınların nicelerini gördüm. Çocukluğum, gençliğim alevlerin kızıllığı içinde geçti.
Doğduğum yıllar savaş yıllarıydı. Kanlı, muammalı, çığ­lığın gözyaşlarına karıştığı yıllardı. O dönemin büyük acıla­rından payıma düşeni alıp, ilahi kaderin önüme serdiği yüz­lerce küçük yollardan kendi alın yazıma doğru yürüyecektim.
Rum çeteler, mezhep eşkıyaları, Moğol haydutları, isyan­cı tayfa baskın tehdidi oluşturuyordu. Bunlar zaman zaman köyleri, çiftlikleri basarlardı. Harmanları, ağılları, tarlala­rı ateşe verirlerdi. Yakaladıkları kızları ve küçük çocukla­rı dağa kaldırırlardı. Ne yana baksan ateş, ne yana dönsen kan...

Çocukluk dönemlerimi çocuklara has olan güle oynaya şen bir mutlulukla yaşayamadım. Hayal dünyam hep korku­larla, mücadelelerle örülüydü. Rüyalarımda yangınlar alev-lenirdi. Ateş, sel, çeteler ve eşkıya baskınları, at kişneme­leri, kadın çığlıkları, çocuk hıçkırıkları birbirini kovalardı. Eşkıya reisi beyazlar giymiş elbiselerle at üstünde durarak beni yanına çağırırdı. Belimde kama ona doğru koşardım. Tam atın önüne geldiğimde o melek sandığım adamın ba­şında simsiyah bir sarık belirirdi. Kan çanağı gözlerle bana bakar, sert bıyıklarını ve çamurla karışık sakalını görür korku ile uyanırdım. Anam ağlayışımı duyar, rüyamı an­lamış gibi telaşla koşar, beni kollarına alarak avutmaya, uyutmaya çalışırdı.
Yaşadıklarımız çocukça oyunlarımızın da esin kaynağı olurdu. Arkadaşlarımızla bildiğimiz ve oynadığımız tek oyun çetecilikti. Hem çetelerden korkar hem de çetecilik oynamak­tan vazgeçemezdik.
Oyun oynamaktan bitap düştüğümde yorgun argın eve gelirdim. Niyetim hemen yatmak olurdu ancak dedem, "Ez­berini dinlemeden uykuya izin yok. Akranlarından evvel hafız olmanı istiyorum," derdi. Dedem kendini gizlemiş bir sufiydi. Köydeki çoğu kimse onun bu hâlini bilmezdi. Ses­siz sakin birisiydi. Sürekli dağlara bakarak düşünür, arada da içten içe gizlice ağladığına şahit olurdum. Okumaya çok önem verirdi. "Okuyan adamdan zarar gelmez," derdi.
İşte çocukluk dönemim, korku, merak, kaygı, oyunlar ile geçiyordu. Anam beni uyuturken aşk masalları, destanlar ve cenk hikâyeleri anlatırdı.

Anam uyuyamadığım gecelerin koruyucu meleğiydi. "Yunus uykun gelmediyse yanıma gel oğlum," derdi. Çıkardım dam başına, sokulurdum anamın koynuna, onun yanağındaki ayva tüyü çillerini saymaya başlardım. Anamın gözü gökte, yıldızları seyretmekte... Bana dönüp de, "Yunus şu yıldızlar arasında hepsinden ayrılan, yalnız başı­na duran şu yıldız var ya, işte o benim yıldızım. Sitare'nin yıldızı," derdi. Dedem, anam çok yıldızlı bir gecede doğduğu için ona Sitare ismini vermiş.
Sitare, göklerin yalnız yıldızı, geç çıkıp erken sönen yıl­dızı...

"Ana, dedemin köydeki evi çok mu büyüktü?"
"Büyüktü tabii kuzum. Horasan taşları ile örülü, iç içe av­luları olan büyükçe bir konaktı."
"Avlularda ne güzel oyunlar oynamışsındır değil mi ana?"
"Eh öyle oğlum... O duvar taşlan, çocukluk oyunlarım ve gençlik gözyaşlarımla hâlâ ıslaktır belki de," dedi ve gözle­rinden birkaç damla ıslak yıldız düştü saçlarıma. Anamın ağlamasına hiç dayanamazdım. Anamı en çok ölüm ağlatı­yordu. Yerinden yurdundan olmuş, kocasını ve oğlunu ölüme rehin vermişti.
Gücüm yetse çıkıp ölümün karşısına, "Yeter anamı ağlat­ma artık," diye meydan okurdum. Çocuktum. Ölümü kapkara suretli, dişleri sivri, gözleri alev alev bakan bir insan zanne­derdim. Dedim ya çocuktum. Anamın ağlamasını durdurma­nın yolunu da biliyordum. Konuyu değiştirmek. "Anacığım, dedemin beyaz atını anlatsana bana." "O ne anlayışlı attı öyle, çoğu insandan daha anlayışlı." Anam, at sanki karşısında duruyormuş gibi karşıya ba­karak, iç geçirerek anlatıyordu. Sesinin tınısı sevimli bir hâl almıştı.

"Atın ismi neydi?"
"Karbeyaz'dı. Kar gibi bembeyazdı."
Anacığım hastalığını, ağrılarını sır gibi saklardı. Nere­sinin ağrıdığını sorsam "Yeldir bahar gelince geçer," derdi. Kış için tarhana yoğurur, dama sererdi. Hava kararıp yağmur yağacağını anladığında zar zor dama çıkardı, ben de yardım etmeye yanına varırdım. Ağrıdan sızıdan belini zor doğrulta­rak tarhanaları toplar, bir yandan da "Usandım canımdan," diye söylenirdi.
Konargöçer hayatımız en çok anacığımı yormuştu. Onca yorgunluğuyla kurduğu düzen yıllar sonra bozulup başka bir diyar için ev bark toplanıp sonra kurulacak. İşte bu za­manlarda en büyük sitemi ancak şuydu: "Bu Moğolların boy­ları devrilsin." Hem Moğollara kızar hem de konu komşuyu da teselli etmeyi ihmal etmezdi.

"Zalimin zulmü varsa, mazlumun Allah'ı var!"
Anamın yazmasını çekiştirip sonra da kaçmak çok hoşu­ma giderdi. Nazımı bir tek o çekerdi. Sererdik yatakları da­mın orta düzüne, uyanırdık bozkırın güneşine. Anamla har­man sürer davar güderdim.
Kendimi hep göçmen kuşlar gibi gördüm. Muhacirlik alın yazımızdı. Anamın anlattığına göre Horasan'da büyük bir çiftliğimiz varmış. Evler, ahırlar, samanlıklar büyük bir avlunun içinde sıralanırlarmış. Avlunun içi kazlar, davarlar, tavuklar, ineklerle dolanmış. Moğol istilası kulaktan kulağa yayılınca babamın ve amcamın huzuru kaçmış, ardından ay­lar sonra şehirleri yağmalanan ve Moğollardan kaçan halk bizim çiftliğe sığınmış. Bir ateş topu gibi geçtiği yeri yakıp yerle bir eden Moğol ordusunun yaklaştığı haberi gelince apar topar ne aldılarsa yanlarına çıkmışlar bilinmez diyar­lara yolculuğa.

Ailemin göçebeliği Horasan, Hazar kıyıları, Kafkaslar derken onlar önde Moğollar arkada ta Rum toprakları olan Anadolu'ya kadar sürmüş. Anacığım göç hikâyesini kısa kısa anlatırken boğazı düğümleniyor, akıttığı gözyaşları kısık sesi ile birlikte dağılıyordu yanaklarında.

Anam, Allah'tan gelen ve gelebilecek olan her şeye imanı gereği tevekkül ile boyun eğmiş, iç âleminde manevi rahat­lığa kavuşmuş bir kadındı. Onca felakete, acıya isyan etmek bir yana aksine "Kahrın da hoş, lütfün da!" diyen tatlı bir yanı vardı. Anacığım bu manevi gücünü benim iç dünyama da akıtmıştı. Köydeki hanımlara dualar öğretir, namaz su­relerini okutur, zikir toplantıları yapardı. Kimi zaman onlar içeride yüksek sesle ağlayışla karışık zikir çekerken ben de dışarıda pencerenin altında o huşu kokan "Allah... Allah..." zikrini dinlemekten ayrı bir haz alırdım.
Köyümüzde sürekli olarak hurafe hikâyeler anlatan, men­kıbeleri kendi çıkarları için değiştirerek insanlara aktaran Kassas vardı. Çocuklarla onu dinlemeye gittiğimizi duyan anam çok kızardı. Ve kızgınlığını sesine de yansıtarak, "Bi­zim dinimiz hurafeler dini değildir. Şiddeti istemeyen bir ki­tabımız var. Bu adamın amacı taze beyinlerinizi kin ve nefret ile doldurmaktır. Onu dinlemeye gidene kadar gidin Âşık Ha­
yati'den divan dinleyin. 


Diğer Özellikler
Stok Kodu9786055147815
MarkaKapı Yayınları
Stok DurumuBu ürün geçici olarak temin edilememektedir.
9786055147815
En yeni ürünler
Güvenli teslimat
Kampanyalı ürünler
Piyasadaki en iyi fiyat

PlatinMarket® E-Ticaret Sistemi İle Hazırlanmıştır.