Kitap Gerçek Tıp Yitik Şifanın İzinde
Yazar Aidin Salih
Yayınevi Yitik Şifa Yayıncılık
Kağıt Cilt 2.Hamur, Karton Kapak Cilt
Sayfa Ebat 432 Sayfa, 16x24 cm
Yayın Yılı 2020
Aidin Salih Gerçek Tıp Yitik Şifanın İzinde kitabını incelemektesiniz.
Gerçek Tıp, Yitik Şifanın İzinde kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
"Gerçek Tıp", hastalıkların gerçek sebeplerini, hastalıklara karşı çaresiz olmadığımızı, ilahî kanunları çiğneyerek şifaya ulaşılamayacağını ve yitirdiğimiz şifanın izini tekrar sürebileceğimizi anlatırken sade ve hikmet dolu bir gerçeğe işaret ediyor.
Tüm sağlık meselelerinin gerçek bir tıp yaklaşımıyla ele alındığı bu çalışmayla "az yiyerek" ve "doğru beslenerek" sağlığınızı koruyabilir; önerilen yöntemlerle hastalıklarınızdan kurtulabilirsiniz.
"Allah, şifasını vermediği hiçbir hastalığı yaratmamıştır. Onu bilen bildi, bilmeyen de bilmedi. (Buharı, "Kader", 4)
ÖNSÖZ
Türkiye nüfusunun yaklaşık üçte biri kronik hastalıkların etkisi altında yaşamakta ve hasta sayısında sürekli artış gözlenmektedir. Kronik hastalıklar arasında yüksek tansiyon, diyabet, kronik obstruktif akciğer hastalığı, koroner kalp hastalığı, tiroid hastalıkları, psikolojik ve ruhsal problemler yer almakta,- nüfusun %40'ında farklı derecelerde anemi bulunmaktadır. Bunun dışında kanser vakaları büyük bir hızla yaygınlaşmakta, hemen hemen her genç kızda, son yıllarda erkeklerde ve çocuklarda da endometriozis görülmekte, kısırlık çığ gibi büyümekte, tüp bebek üretimi artmaktadır.
Çağdaş tıp ve teşhis imkanları "dev adımlarla" ilerliyor gibi görünüyor. Buna bağlı olarak hastalıkların ve hasta sayısının azalması bekleniyor. Fakat tam tersine, "çağdaş tıbbi tedaviler" sonucu hastalıklar hızla artıyor, derinleşiyor, çeşitleniyor, yaygınlaşıyor, direnci artıyor,- daha önce hiç bilinmeyen hastalıklar ortaya çıkıyor.
Modern tıbbın geldiği bu nokta şaşırtıcı değildir,- çünkü hastalıklara yaklaşımı kökten yanlıştır. Modern tıp yüksek ateşte ateş düşürücü, yüksek tansiyonda tansiyon düşürücü, enfeksiyonda antibiyotik, hormon dengesizliğinde hormon takviyesi önerir, yani hastalığı değil, semptomları, daha doğrusu bağışıklık sisteminin bu süreçteki dengeleme çabasını ortadan kaldırmaya çalışır. Bu, tedavi değil, bağışıklık sistemine karşı yürütülen kesintisiz, şiddetli bir savaştır.
Bu savaşta, bağışıklık sistemi bütün çağdaş tedavi yöntemlerine karşı kendini muazzam bir şekilde savunur. Gerçek hastalıklar bağışıklık sistemi çöktükten sonra ortaya çıkmaya başlar.
Modern tıbbın ameliyat, organ nakli, tüp bebek, kök hücre, doku ve organ üretimi, rekombinant-DNA yöntemiyle üretilen vitamin, ilaç ve aşılar gibi öne sürdüğü büyük umutlar her seferinde hayal kırıklığıyla sonlanmaktadır. Bunun sebebini, Yaratıcının kanunlarını gözardı eden ve onlarla savaşan zihniyette aramak gerekir.
Tabloya bütünsel bir bakışla bakıldığında bütün hastalıkların bir noktadan üretilip yönlendirildiği farkedilir. Fakat trajik olan insanların bunu farketmemesi ve şifayı hastalığın üretildiği yerde aramasıdır.
Gerçeğe giden yol, ilahi kanunları çiğnemeyen yoldur. Bu kanunlar, Levh-i Mahfuz'da yazılmış ve nokta koyulmuştur.
Allah'ın kanunlarında asla hata olamaz, herhangi bir değişiklik de yapılamaz. "Velev ki Hak, onların hevalarına tabi olsaydı göklerde, yerde ve bunların arasında bulunanlar mutlaka fesada uğrardı' (Müminun Suresi 71)
Modern tıp, hastalıkları tedavi etmek için sürekli yeni yöntemler geliştirmektedir. Bu gelişmelerle doğumda ve ateşli hastalıklarda ölüm oranları düşmüştür. Kalp, karaciğer, böbrek ve akciğer yetmezliği yaşayanların ömrünü organ nakli ile uzatmak mümkün gibi görünmektedir. ("Organ Nakli" konusuna bakınız.) Fakat, bu gelişmeler dikkatli araştırıldığında ilginç bir sonuç ortaya çıkmakta: Veba gibi bazı hastalıklar, vazifesini tamamladığı için Allahü Teala tarafından yeryüzünden kaldırılmıştır. Çünkü, "Veba'dan ölen şehittir" (Müslim, İmare, 165) Hadis-i Şerif'indeki şehitlik mertebesine layık insan hemen hemen kalmamıştır. Ateşli hastalıklar ve doğumda ölümlerin azalması gibi: "Humma'dan ölen şehittir", "Doğumda ölen şehittir." (Taberani) ("DNA'daki Değişimler", 'Tüp Bebek", "Organ Nakli" bölümlerine bakınız).
Bugün mizaçların sırrı keşfedilmiş ve mizaca (kan grubuna) göre beslen -me ayrıntılı bir şekilde sistemleştirilmiştir. Bu sistemi uygulayanın bütün hastalıklardan korunması mümkün olabilirdi. Ancak katkı maddeleri ve GMO sebebiyle gerçek gıda niteliğinde doğal yiyecek bulma imkanı kalmamıştır.
Kainatta tüm cisimler ve sistemler bir bütündür. Bütün kainatın bir modeli olarak yaratılan insan bedenine baktığımız zaman içiçe geçmiş ve bir -biriyle etkileşim halinde muazzam sistemler görürüz. Modern tıp, insan bedenini branşlara ayırarak incelediği, bu muazzam sisteme ve işleyişe bütünsel bir gözle bakmadığı için ne hastalığı doğru teşhis edebilmekte, ne sebebini tesbit edebilmekte, ne de tedavi edebilmektedir. İnsan yaratılış kanunlarını anladığı ölçüde sağlıklı ve doğru yaşama imkanı bulur.
Tek bir hastalığın tedavisiyle ilgilenmek boşa zaman harcamaktır. Bu kitapta anlatılan sistemi anlamak bütünsel bir bakışla,- felsefesi ve metoduyla ilgili fikir sahibi olmak ise kitabın tamamını okumakla mümkündür.
İrsî hastalıklar hariç, hemen hemen bütün hastalıkların sebebi hayret verici derecede aynıdır. İlginç olan, bütün hastalıklardan iyileşme yolu da hemen hemen aynıdır. Elinizdeki kitap bu hakikati Allah'ın izin verdiği ölçüde anlatma yolunda atılmış bir adımdır. Bu kitap, hesap gününe inanan, bedenine ve Allah'ın yarattığı canlı cansız bütün varlıklara karşı sorumluluk taşıyanlar için sade bir dille hazırlanmıştır.
Hasta olmak insanın kendi suçu, kendi ayıbıdır, çünkü, beden mükemmel yaratılmıştır ve mükemmel bir Bağışıklık Sistemine sahiptir. Bu mükemmel sistemi tahrip ederek hastalandığında Allah, şifa yolunu da göstermiştir. Bu yolla hiç kimsenin yardımı olmaksızın, modern tıpta tedavisi olmayan hastalıklardan kurtulmak mümkündür. Allah'a inananların bundan istifade etmeyip şifayı yanlış yerlerde araması ikinci bir suçtur.
Bu kitapta anlatılan kuralları uyguladığınızda, hastalıkların gerçek sebebini anlama imkanı bulacak, sebepleri anlamakla kalmayıp, bugüne kadar dikkat etmediğiniz bir çok önemli ayrıntıyı keşfedeceksiniz. Hastahane kapılarında sıra beklemeyecek, dolaplar dolusu ilaçtan ve tüm tedavi masraflarından kurtulacaksınız. Sağlıklı olmanın ne kadar kolay olduğunu hayretle farkedeceksiniz ve böyle mükemmel yaratıldığınız için Yaratıcıya şükredeceksiniz.
Gerçeğe götüren yol açıktır.
HASTALIK SEBEPLERİ
Hastalık Nedir
Organizmada bütün sistemler, organlar, hücreler, hücre organelleri ve üretilen bütün maddelerin zerrecikleri birbirinden haberdardır ve mükemmel bir uyum (homeostasis) içindedir. Bağışıklık sistemi bu uyumu titizlikle muhafaza eder,- bu uyuma zarar verebilecek veya değiştirebilecek her tür maddeyi antijen (düşman) olarak kabul eder ve duruma göre savunma programı geliştirir. Mizaca uygun olmayan doğal besinler, GM ve katkılı hazır ürünler, bütün tıbbi ilaçlar, kimyasal maddeler (deterjan, vücut bakım ürünleri vb.) antijen sınıfına dahildir. Bu antijenlerden herhangi biri sindirim, solunum veya cilt yoluyla organizmaya girdiğinde bağışıklık sistemi geliştirdiği savunma taktiğini devreye sokar. Hastalık sebeplerini bilmeyenler için, bağışıklık sisteminin 'homeostasis'i savunması hastalık olarak görünür ve gerçek hastalık gözardı edilmiş olur.
Az Çiğnemek
Sindirim, ağızda tükürük bezlerinin salgıladığı fermentler ile başlar. Organik asitler, aromatik maddeler ve tuzlar çiğneme sırasında fermentlerle karışır ve bir kısmı ağızdaki kılcal damarlara süzülür. Karbohidratların ağızda başlayan sindirimi midede aynı enzimlerle devam eder.
Alınan besinin kimyasal yapısı hakkında toplanan veriler ağızdaki akupunktur noktalan vasıtasıyla beyne gönderilir. Beyin bu bilgiyi analiz eder ve sindirimi buna göre programlar. Besin ne kadar iyi çiğnenirse, beyin sindirim sistemini o derece iyi hazırlar. Yeterince çiğnenen bir besinin tadı ve kokusu ağızda dağılır ve kaymağa benzer bir nesne (kimus) haline gelir. Bu ise 15-40 çiğneme hareketi ile sağlanabilir.
Ağızda çok miktarda akupunktur noktası bulunur (her bir dişin dibinde 2'şer tane). Çiğneme esnasında besinlerden ayrılan enerji bu akupunktur noktaları vasıtasıyla vücudun genel enerji dolaşımına karışır. Bu yüzden kü -çük yudumlarla içmek ve küçük lokmalar halinde yemek gerekir.
Süt, et suyu, meyve-sebze suyu veya su küçük yudumlarla alınır, ağızda ılıtılır, tükürükle iyice karıştıktan sonra yutulur. Gıdalar yeterince çiğnenmezse, sindirim ilk basamaktan itibaren bozulur.
Hızlı yiyen daha çok yemeye mecbur kalır, çünkü vücut sadece kimyasal bağlantıları çözme işlemi sonucunda oluşan enerjiyi kullanır, ağızdaki akupunktur noktaları vasıtasıyla besinden alınması gereken enerjiyi kullanamaz. İyi çiğnenmemiş yemek, kütleler halinde mideye gelir. Mide bu kütleleri hazmedemez, sadece çürütür. Taze ekmek, beyaz ekmek (özellikle kan grubu "0" için) ve et parçaları (özellikle kan grubu "A" için) en zararlısıdır.
Midede çürümeye başlayan kütleler ve parçalar bağırsaklara iner ve orada çürümeye devam eder. Bağırsaklardaki çürüme kandaki lökositleri (akyuvarlar) artırır. Bağışıklık sistemi bu duruma karşı koruma programı geliştirmek zorunda kalır. Bu hata, her yemekle birlikte tekrarlandıkça, bağışıklık yetmezliğine kadar götürür.
Ancak taze meyve ve sebzelerin lifleri, çekirdekleri ve kabuklarında böyle bir tehlike söz konusu değildir. Bunlar bağırsaklarda yaşayan yararlı mikropları artırır. Bunun için meyve ve sebzeleri kabuklarıyla ve birkaç çekirdeğiyle birlikte yemek gerekir.
İyi çiğnemenin yararları;
- Yemeği iyi çiğneyen, az çiğneyene göre, daha az yer-içer. Çünkü besinden aldığı enerjiyi eksiksiz kullanmış olur.
- Karışık yenen yemeğin zararı azalır.
- Sindirim süreci kısalır.
- Mide, pankreas, karaciğer ve bağırsakların işi kolaylaşır.
- Çok daha az enzim (insülin dahil) harcanır.
- Mide, bağırsak, karaciğer, pankreas, bağışıklık sistemi, diyabet, tümör, kanser, alerji, diş, sinir ve ruh hastalıklarından emin olunur.
- Mevcut olan hastalıklar hafifler.
- Şişmanlığın önüne geçilir, v.s.
Büyük alimler uyuşturucu, sigara, alkol bağımlılığı gibi psikolojik, ruhsal ve sinirsel hastalıkların temelinde az çiğnemenin yattığı konusunda hemfikirdir. İyi çiğnenmeyen yemek karaciğer, dalak ve kalp için ağır bir yüktür.
Bu organların durumu ise ruhsal dengeyi doğrudan etkiler. -Büyüklerimiz, "Büyük lokma alan ve iyi çiğnemeyene delilik isabet eder1', derlerdi.
Hazımsızlık, diyabet, mide, bağırsak, karaciğer, dalak ve tüm sağlık problemlerinden kurtulmak için bazen sadece beslenme ve çiğneme alışkanlıklarını düzeltmek yeterli olabilmektedir.
Fazla Yemek
"Her hastalığın temelinde tokluk (çok yemek) vardır. " Hz. Muhammed (s.a.v.)
'Yemek onlar için bir ceza, bir ağ, bir tuzak ve bir pranga olacaktır." Hz. Davut (a.s.)
"Çok yeme ağacı diken, hastalık meyvesi toplar" Atasözü
"Çok yeme ağacı' nın "hastalık meyvesi' ni nasıl olgunlaştırdığına bakalım. Normalden fazla yiyen insanın midesi sindirim için daha çok enzime ihtiyaç duyar. Enzim üretmek için çok enerji harcamak gerekir.
Sağlıklı bir insanda mide 200-250 gr. yemeğin birinci hazmını, besine ve hazım gücüne göre değişmekle beraber, 3-4 saat içinde kolayca gerçekleştirebilir, bu sırada kalp de zorlanmadan rahatça çalışır. 1 katı yemek yendiğinde ise, sindirim ve fazlalıkların kısmen depolanması, kısmen dışarı atılması için, kalbin 4-6 kat daha fazla çalışması gerekir. Bu işlem sadece kalbi değil, sindirim, depolama ve boşaltımla görevli organları da yıpratır.
Mesela, bir araba taşlı, bozuk ve dik bir yolda, düzgün yolda harcadığı yakıtın 2-3 katını harcar. Mesafe aynı olsa da harcanan yakıt miktarı farklıdır. Devamlı zorlu çalışmaktan harap olan bir motor gibi, kalpte rızkını çabuk tüketir.
Gençlerin sindirimi daha kuvvetli olduğu için fazla yediğinde, sindirim tamamlanarak fazlalıklar dışarı atılabilir. Ancak fazla yemek alışkanlık halini alırsa bu kuvvet tükenir,- atıkların giderek daha az atılmasıyla depolar oluşmaya başlar. Depolar dolduktan sonra atıklar kanla birlikte dolaşır, kan ağırlaşır, dolaşımı yavaşlar, taşıdığı atıkları dokularda bırakır ve çöplükler oluşur.
Ağırlaşan kandaki atıklar damarlarda birikmeye ve zamanla damarları tıkamaya başlar. Daralan ve tıkanan damarlardaki kan, dokuları yeterince besleyemeyecek kadar azalır. Beslenemeyen dokular beyne "açız!" uyarısı gönderir,- beyin bu çağrıya cevap olarak iştahı arttırır. Bu, insanı daha çok yemeye zorlar,- yedikçe kanda atıklar, dokularda çöplükler ve damarlarda -ki tıkanıklıklar artar. Kan daha da koyulaşır, dolayısıyla, dokulardaki beslenme yetersizliği gittikçe daha fazla artar.
Bu kısır döngü devam ederken, insanlarda konsantrasyon, hafıza, düşünme, anlama ve öğrenme yeteneği azalır. Fikir uyur, hikmet ölür, organlar durur, insanî sıfatlar atıkların içinde boğulur, Yemek onlar için bir ceza olacaktır'' sözünün hikmeti ortaya çıkar.
Bazı insanlar fazla yemenin bedelini şişmanlıkla ve beraberinde getirdiği hastalıklarla öderler. Bazıları ise ne kadar yerse yesin, hep zayıf kalır. Onların durumu şişmanlardan daha tehlikeli olabilir. Metabolizma atıkları, toksinler ve katkı maddeleri şişmanların vücudunda yağ olarak depolandığı için, organların tahrip olması kısmen de olsa önlenebilir. Ancak zayıflarda, kan vasıtasıyla dolaşan atıkların bir kısmı, ateş, öksürük, terleme, nezle, kusma, ishal, sivilce, çıban gibi yollarla dışarı atılırken organları ve sistemleri yıpratır. Eklemlerde, kaslarda ve dokularda oluşan çöplükler ise zamanla yanmaya (iltihaplanmaya) ve yanarken yakıcı gazlar ve toksik maddeler oluşturmaya başlar (aynen şehir çöplükleri gibi). Bu şekilde oluşan yakıcı gazlar ve toksik maddeler ağrılara, enfeksiyonlara, cilt hastalıklarına, parazitlerin üremesine, genetik mutasyonlara ve tümörlere sebep olur.
Araf suresi 31. Ayet'te, "Yiyin-için, fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmek', buyurulmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v ), "Allah'a en sevimli olanınız, yemesi en az ve bedenen en hafif olanınızdır." Ve "... pisboğaz ve göbeği büyük olan Cennete giremez" buyurmuştur. Ancak Allah'tan utanmayı unutan insanları artık ne ayetler ne de hadisler etkilemektedir. Halbuki bu ayet ve hadisler özellikle günümüzde büyük önem taşımaktadır. Genetiği değiştirilmiş ve katkı maddeli ürünlerden kaçınmak neredeyse imkansız hale geldiğinden, az yemek, bugün daha büyük bir zorunluluktur.
Karışık Yemek
Peygamberimiz (s.a.v.) balık, yumurta, et ve süt ürünlerini birlikte,- hatta, bir hayvanın etini başka hayvanın eti veya yağı ile birlikte yememiştir.
Mizaca uymayan veya birbirine uygun olmayıp, hazmı için ayrı enzimler gerektiren yemekler birbiriyle karıştığında sindirilemeden çürür.
Mesela, karbonhidratlar ile proteinler, süt ürünleri ile balık, birkaç inekten sağılarak karıştırılan süt, karışık et (örneğin, aynı cinsten iki farklı hayvanın eti, bir hayvanın eti ile bir diğerinin yağı, dana ile tavuk eti veya aklınıza gelebilecek herhangi bir et kombinasyonu), balık ile et, karışık yağlar (örneğin, koyun ile tavuk yağı, katı yağ ile sıvı yağ) birbirlerine zıttır. Bunların parçalanabilmesi için ihtiyaç duyulan enzimler birbirine zıttır.
Bu zıtlık, enzimlerin üretilmesine engel olur ya da üretilen enzimlerin birbirini yok etmesine sebep olur ve yenen yemek sindirilmeden mayalanmaya veya çürümeye başlar. Bu, midede saatler süren bir işlemdir ve bağırsaklarda da devam eder. Yemekten sonra kanda lökositin yükselmesi bu sebepledir.
Çürüme veya mayalanma sonucu oluşan zehirli ve asitli kalıntılar bağırsaklarda yaşayan faydalı mikroplan öldürür, sinir uçlarını zehirleyerek bağırsakların hareketini yavaşlatır ve kabızlık ortaya çıkar. Beslenmedeki hatalar devam ettikçe bağırsak duvarları kanalizasyon bordan gibi zehirli, yağlı atıklarla kaplanır, bağırsaklar genişler, cepler oluşur. Ceplerde dış-kısal taşlar toplanır ve yıllarca orada kalır. Bağırsakların iç zarında yer alan ve görevi zehirli kalıntıları kana karıştırmadan dışarı atmak olan tüycükle-ri çürütür. Tüycüklerin çürümesiyle kelleşen bağırsaklarda yaralar oluşur. Böylece bağırsakların iç dokuları, faydalı maddelerin yanısıra zararlı, toksik maddeleri de kana karıştırır. Zararlı maddeler kılcal damarlardan doku sıvılarına kolayca geçerek hücreye ulaşmaya çalışır. Ancak hücreler, sağlıklı olduğu sürece, zararlı maddeleri içeri almakta direnir. Beslenme hataları devam ettikçe zararlı maddeler hücre duvarına ve hücreyi korumakla görevli mekanizmalara saldırır ve zamanla onları yıpratır. Hücrenin koruma mekanizması bozulunca besinlerle beraber zararlı maddeler de hücre içine geçerek hücrenin fonksiyonunu (enerji ve gerekli maddelerin üretimi) bozar.
Sık Yemek
Hastalıkların temel nedenlerinden biri de alınan besinin tamamen sindirilmesini beklemeden üstüne başka bir yemek yemektir. Eski ilmihallerde hazmı tamamlanmamış yemeğin üstüne başka bir yemek yemenin haram olduğu bildirilmektedir.
Sindirim sistemi belli kurallarla çalışır.
Bu kurallara göre, 200-250 gr. miktarında bir yemeğin sindirimi, midede 3-5 saatlik bir süreç geçirdikten sonra ince bağırsaklara inerek tamamlanır. Buna birinci hazım denir
Yemeğin cinsine, miktarına ve özelliğine göre birinci hazmın süresi 6-10 saate kadar uzayabilir. Birinci hazmı geçen besinler bağırsak mukozası ile emilerek kana geçer ve ikinci hazım için karaciğere gönderilir.
Karaciğer, birinci hazımdan gelen protein, karbonhidrat, yağ gibi besin parçalarını daha küçük parçalara ayırır ve bunların bir kısmından kişinin tabiatına uygun yağ, glikoz, enzim, protein, vitamin gibi temel maddeler üretir. Böylece ikinci hazım tamamlanır ve bu temel maddeler kana geçer, kandaki görevli hormonlar vasıtasıyla hücreye ulaştırılır. Kanda gerçekleşen bu işlemle birlikte üçüncü hazım da tamamlanmış olur.
Hücrede, şekerden (glikoz) enerji, aminoasitlerden ise farklı proteinler üretilir. Buna da dördüncü hazım denir.
Midede sindirim tamamlanmadan yenen tek bir lokma midede sindirim sürecini bozar. Bu bir lokma, önceki yemekle karıştığında sindirilemediği için mayalanmaya veya çürümeye yol açar,- midede yanma, ekşime, gaz ve şişkinliğe sebep olur. Mayalanma veya çürüme sonucu oluşan zehirli ve asitli kalıntılar, ince bağırsaklara inerek "Karışık Yemek" bölümünde anlatılan süreci başlatır.
Midede sindirim tamamlandıktan sonra, yani 3-5 saat sonra, ikinci bir yemek yenebilir. Ancak 3-5 saat arayla yemek yendiğinde, organizma dört seviyede yoğun bir hazım işlemiyle uğraştığından diğer fonksiyonlarda çok zorlanır ve "Fazla Yemek" bölümünde anlatılan durum ortaya çıkar. İkinci bir besin için birinci sindirimin tamamen bitmesini, yani 6-10 saat geçmesini beklemek gerekir. İkinci veya üçüncü hazımdan sonra yemek, yani günde 1 -2 defa yemek (12-24 saat arayla), insan için yeterlidir. İçme konusunda da ölçü aynıdır.
Günümüzde insanlar, özellikle kadın ve çocuklar, günün büyük bir kısmını sürekli yiyerek geçiriyorlar ve bedenlerini çöplüğe çeviriyorlar. Peygamberimiz (s.a.v.) çoğu zaman aç ve susuz dururdu. Hatta üç gece arka arkaya karnını doyurduğu olmamıştır. "Geceleyin veya gündüzün ikişer defa yemek illettir" ve 'Tokken yemek hem hastalık, hem de haramdık', buyur muştur.
O halde en önemli sağlık kuralı ve bütün hastalıklara deva olan yegâne "ilaç" iyice acıkmadan yememektir. Eski hekimler de "Hastalık nedir?" sorusuna "Yediğini sindirmeden yemektir" diye cevap vermiştir.
Yeme ve İçmede Sıraya Dikkat Etmemek
Et, yumurta, peynir gibi proteinli yiyecekler midede hazmı uzun süren besinlerdir. Tatlılar ve meyveler midede fazla kalmadan bağırsağa geçerek, birinci hazmını burada tamamlar. Su ise midede vücut ısısına ulaştıktan sonra bağırsağa geçer. Bu sebeple önce su içmeli, sonra birlikte yememek şartıyla, meyve veya tatlı, sonra salata ve yemek yenmelidir. İki çeşit yemek yeniyorsa hafif ve sulu olanı ağır ve kuru olandan önce yemek yenir.
İbn-i Sina sabah ekmek (karbohidrat), akşam et (protein) yemeyi tavsiye ederdi. Çünkü karbohidrat sindiriminde gerekli enzimler genellikle sabahtan öğleye kadar, protein sindiriminde gerekli enzimler ise genellikle öğleden akşama (21.00) kadar üretilir. Ancak sindirimin tamamlanması için oruç tutulan günler müstesna en geç 19:00'da yemek gerekir.
Yemekten sonra meyve veya tatlı yendiğinde, meyve ve tatlı hazmını tamamlamak için bağırsağa geçemez, midede mayalanır, çürür ve gaz oluşturur. Kuran-ı Kerim'de de bu sıralamayı görmek mümkündür: "... beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş etlerini dolaştırırlar." (Vakı'a: 20, 21) buyurularak et meyveden sonra zikredilmiştir. Yine, "Ve size manna ve selva indirdik" (Bakara: 57). Burada da helva yani karbonhidrat (manna), bıldırcından yani proteinden (selva) önce gelir.
Yemekten sonra içilen su da bağırsağa geçemez, mideyi genişletir, mide asidini seyreltip zayıflatır, sindirimi uzatır ve zorlaştırır. Yemek arasında su içmek, daha da karışık bir tablo meydana getirir, çünkü yemekte su içen, yemeği iyi çiğneyemez, tükürük bezleri yeterli miktarda enzim üretemez ve sindirim ağızdan itibaren bozulur. İçilen su mide asidinin seyrelip zayıflamasına, midenin genişlemesine, karaciğer ve dalağın yükünün artırmasına kadar giden sonuçlar doğurur. ("Az Çiğneme" bölümüne bakınız).
Yemekten 1,5-3 saat sonra su içmek daha uygundur. Çünkü mide asidi tamamen kullanılmış ve mide içeriği ince bağırsaklara geçmeye hazır hale gelmiştir. Su içmek için doğru zaman dilimi budur ve bu sırada insanın susaması da normaldir, Araf suresi 31. Ayet'te, ".. .yiyin-için, fakat israf etmeyin ..." buyurulmuştur. Bu ayette de "için" emri "yiyin" emrinden sonra gelir. Ancak kuru bir şey yerken her lokmadan sonra bir yudum su içmekte zarar yoktur. Çok susayınca yemekten sonra birkaç yudum su içilebilir.
Bayat ve Isıtılmış Yemekler
Taze sebze ve meyve, güneşten aldığı enerjiden dolayı, besin değeri açısından daha zengindir. Meyve ve sebze pişirilince, güneşten aldıkları enerjiyi ve strüktürel suyunu kaybederek, aslına, yani toprağa ve minerallere dönüşmeye başlar. Suyunu kaybeden sebzenin hacmi azalır, içerdiği mineral oranı artar.
Mineraller vücutta ağır kalıntılar oluşturur ve bu kalıntılar kaslar arasında, dokularda, damarlarda toplanarak onları sertleştirir. Bu sebeple çiğ sebzeyi tercih etmek ve pişmiş sebzeyi az miktarda yemek daha doğrudur.
Yemeği, piştikten sonra biraz soğutarak yemek gerekir. Yemek insanı değil, insan yemeği beklemelidir.
Mikroplar beklemiş yemeğin yapısını değiştirir. Yemek ısıtıldığında ise, yeni kimyasal bağlantılar oluştuğu için, faydadan çok zararı vardır. Isıtılan yemeğin özü ve tadı değişir, hazmı ağırlaşır, hatta imkansızlaşır.
Mikrodalgalar, ısıtılan yemekteki temel besin maddeleri (su, şeker, yağ ve diğer bazı maddeler) tarafından emilir. Dalgalar, bu maddelerin moleküllerini atomik değişime uğratarak yemeği ısıtır. Mikrodalgaların yemek üzerindeki etkisi üzerine yapılmış herhangi bir araştırma yoktur. Ancak su üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Yaklaşık %70 sudan oluşan insan vücudu mikrodalgalarla yakın temasta bulunursa, vücudun su molekülleri strüktürel ve enerjetik değişime uğrar. Organizmadaki su strüktürü değiştiğinde, beyin sıvısı, lenf sıvısı, kan ve hücre serumu gibi vücuttaki bütün sıvıların strüktürü değişir. Bu fiziksel ve ruhsal dengesizliğe sebep olur. Yemeklerimizin %50-90'ı sudur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) akşamdan kalan, ertesi gün ısıtılan yemeği asla yemezdi.
Katkılı Hazır Yiyecek ve İçecekler
Marketlerdeki bütün uzun ömürlü ürünler, sağlığı, özellikle çocukların sağlığını tehdit etmektedir. ("GMO" bölümüne bakınız.) Bu gıdalar metabolizmayı, bağışıklık sistemini ve genetiği ciddi şekilde etkiler,- sindirilemediği için birikinti ve damar tıkanıklıklarına neden olur. Vitamin ve protein üretimini, su yapısını, vücudun su oranı ve su terkibini bozarak, yaşlanmayı hızlandırır,- alejilere ve çeşitli hastalıklara sebep olur.
Bu faktörleri göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki, 10-12 yaş grubu çocukların büyük çoğunluğu artık, bu gıdaların bağışıklık sisteminde, beyinde ve üreme organlarında oluşturduğu tahribatlar sonucu, şimdiden küçük birer ihtiyar gibidir.
Dünya gıda endüstrisinde, binlerce çeşit ve milyonlarca ton katkı maddesi kullanılmaktadır. Hazır gıda kullanmakta sakınca görmeyen biri her gün yaklaşık 2000 çeşit yapay katkı maddesi tüketmektedir: Tatlandırıcı, tat verici, kıvam koruyucu, kıvam artırıcı, renklendirici, renk koruyucu, beyazlatıcı, bozulmayı önleyici, nem tutucu, boya, aroma, vs.
Yiyecek endüstrisi, kullanılan katkı maddelerini ambalaj üzerinde belirtmek zorundadır. Fakat bu zorunluluk, üreticinin sadece kendi kattığı maddelere mahsustur. Mesela, bir fırın, ürettiği bir üründe su, maya, tuz, yağ, yumurta ve şeker gibi kullandığı malzemeyi belirtmek zorundadır, fakat bunların içerdiği katkı maddelerini belirtmek zorunda değildir.. Bununla birlikte, katkı maddelerinin üretim metodunu da belirtmek zorunda değildir. Tamamen katkı maddelerinden oluşan,- şeker, sakız gibi 10 cm2'den küçük, ambalajlı ürünleri üretenler de katkı maddelerini belirtmek zorunda değildir. Zeytin, et, peynir, ekmek, baharat, baklagiller, tahıl, kuruyemiş, taze meyve ve sebze gibi açık satılan yiyeceklerde, lokanta veya pastanelerdeki ürünlerde de katkı maddelerini belirtme mecburiyeti yoktur, örnek olarak en yaygın kullanılan basit bir sakızın içindekilere bakalım:
Sakız mayası.: Sakızın ana maddesidir. Ambalajda belirtilmeyen, sakız mayasının içindekiler şunlardır: Kauçuk, vaks, antioksidan, elastomer, reçine, venil polimer, parafin ve katkı maddeleri (katkı maddelerinin sayısı ve türü belirtilmemiştir).
Tatlandıncılar (7 tane): Doğal olmadığı için bunların tamamı sindirimi bozar, alerjilere yol açar, diyabete zemin hazırlar. Ayrıca her birinin özel zararları da vardır. ("En Yaygın Kullanılan Katkı Maddeleri" bölü -münde Aspartam'a bakınız).
Doğala özdeş aramalar (3 tane): Rekombinant-DNA ve nanotekno-loji yöntemiyle üretilenler beden-ruh dengesini ve hormonal dengeyi etki -ler. "Aramalar'' konusuna ve "Zihin Kontrolü" bölümüne bakınız.)
Gliserol (Nem tutucu): Büyük ihtimalle domuz ürünüdür. Mezbaha atıklarından da elde edilebilir.
Lesitin (Emülgatör): Büyük oranda domuz ürünüdür. Bitkisel olanda "soya lesitini" yazar, ancak bu da genetiği değiştirilmiş soyadan elde edilir.
Parlatıcılar (2 tane): Biri, "şellak' tır ki genetiği değiştirilmiş bir tür bitten elde edilir. Alerjilere ve beklenmeyen yan etkilere yol açabilir. Diğeri "karnauba mumu" dur. Aslında kağıtçılık ve mobilyacılık gibi sanayilerde kullanılan sentetik bir mumdur. Her ikisi de birçok ülkede yasaklanmıştır.
Titanyumdioksit, E 171: Renklendirici ve nem tutucudur. En tehlikeli maddelerden biri olan titanyumdioksit için "En Yaygın Kullanılan Katkı Maddeleri" ve "Zihin Kontrolü", bölümüne bakınız.
Gördüğünüz gibi 2,5 gr'lık küçücük bir sakız en az 34 tane katkı maddesi içerir. En az diyoruz çünkü her bir katkı maddesinin 2-7 tane kendi koruyucu, renklendirici, nem tutucu katkıları vardır. Sakızın üzerinde "laksatif etki (ishal) yapabilir" ve "Sakızdır, yutmayınız" uyarıları yer alır. Çocukların bu uyarıyı anlaması beklenemez ve küçük çocukların hepsi sakızı yutar!
Katkı maddelerini savunanlar "Katkı maddelerinin içinde zararsız hatta faydalı olanlar vardır" diyebilirler. Birkaç yıl öncesine kadar bu doğru olabilirdi, ancak bugün katkı maddeleri farklı malzemelerden, farklı teknoloji ve yöntemlerle elde edilmektedir. Üretim metodlarının, içeriğinin ve kaynaklarının, güvenli, tehlikeli veya şüpheli olup olmadığının belirlenmesi kesinlikle mümkün değildir.
Örneğin, Karaten (E 160) Doğal A vitamini kaynağıdır ve doğal bitki pigmentlerinden, betanin (E162) ise kırmızı pancardan elde edilebilir. 40 yıl önce doğal bitkilerden elde edilen bu katkı maddelerinin üretim şekli değiştiği halde hâlâ "güvenilir" sınıfında yer almaya devam etmektedir.
Bu katkı maddeleri, artık rekombinanat-DNA yöntemiyle elde edilmektedir ve "tehlikeli" hale gelmiştir.
Ürün ambalajlı veya ambalajsız olsun, ambalaj üzerinde içindekiler belirtilsin veya belirtilmesin, üründe kullanılan katkı maddelerinin gerçek sayılarını ve kaynaklarını tespit etmek mümkün değildir.