Kitap Mizan-ül Kübra
Yazar Abdülvehhab-ı Şa’rani ( İmam Şarani )
Tercüme A.Faruk Meyan
Yayınevi Furkan Yayınevi
Kağıt - Cilt 2.Hamur - Bez Cilt, 2 cilt birarada
Sayfa - Ebat 680 sayfa - 17x24 cm
Furkan Yayınları, İmam Şarani Mizan-ül Kübra fıkıh kitabını incelemektesiniz.
İmam Şarani Mizanül Kübra fıkıh kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
ÖNSÖZ
HER HAYIR KAPISININ ANAHTARI BESMELE BAŞLIYALIM KİTABA.
YÜCE ALLAH İSMÎLE İHSAN KAPILARINI SEN BİZE AÇ YÂRABBİ!
ÜSTÜMÜZE BEREKET, MAĞFİRET SAÇ YÂ RABBİ.
"Bilmediklerinizi bilenlerden sorup öğreniniz", "Hiç bilenlerle bilmiyenler bir olur mu?" âyetleri ile ilmin, ilim öğrenmenin ve âlimlerin sânını yücelten, âlimlere, peygamberlerden (aleyhimüsselâm) sonraki sırayı veren ve yüksek ilim, amel ve halleri ile,
"Allah'dan hakkıyla korkan, ancak âlim kullarıdır" buyurup, Celâl, İzzet, Kibriya ve Azamet sahibi, Rabb-ül erbabın huzurunda, onların bile dehşet ve büyük korkuda olduklarını beyanla, kullarına Rubûbiyyetinden bir koku bile vermeyip, onları her an, ubûdiyyet, kulluk yanî acizlik ve ihtiyâç ve bunun gereği olan itaat ve ibâdet mertebesi ve hâlinde bırakıp, bu vesile ile, kendini unutturmamağı ihsan eden Allahü teâlâ'ya, sevdiği ve beğendiği şekilde sayısız hamd ü sena olsun!
"Ümmetimin âlimleri, Benî İsrail'in peygamberleri gibidir", "Alimler peygamberlerin vârisleridir" buyurup, ümmeti üzerine âlimleri emin ve yeterli kılan, Âlemlerin Rabbinin mahbûbu,' izzetin bedeli, Lâ ilahe illallah sözünün, onun resul olduğunu bildirerek tamamlandığı, Muhammedün Resûlullah'a ve
"Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz" ve "Ehl-i Beytim Nûh aleyhisselâmm gemisi gibidir, onları sevenler, gemiye binenler gibi kurtulur" hadisleri ile, Eshâb ve Ehl-i Beytine, hiç ayırım ve istisna yapmadan uymağı ve onları sevmeği kurtuluş sebebi olarak bize sunan Peygamber efendimize (sallallâhü aleyhi ve sellem) salâtü selâm, Ehl-i Beytine, Esbabına ve onlardan aldıkları ilim ve halleri, daha sonra gelenlere ulaştıran, Tâbi'în, Tebe-i tâbi'în, eimme-i müctehidîn ve şâir edille-i dîn hazretlerine en iyi düâlar olsun!
Bu dîh-i mübîni, kıyamete kadar, bozulmaktan, kurdukları esas, kabul ettikleri usûllerle, onu, kâfir, sapık, câhil ve düşmanların saldırmalarından koruyan, en önce, müctehid din imamlarıdır. Kıyâs-ı fukaha, ya'nî ictihâd, edille-i şer'iyye-i erbe'adan, yâni dînin dört temeli ve delilinden sayılınca ve bu müctehid din imamları, peygamberlerin ümmeti üzerine eminleri olunca, teşrî'den kendi metrebelerince hak sahibi edilmeleri gibi, çok yüksek, eşsiz bir makamda bulunmaktadırlar. Bu makam ise, Peygamberlerin makamından sonra gelen makam olup, arada başka mertebe yoktur. Bu makamın ismi İmamlık makamıdır. Alimlerin, yânî ilimlerini Muhammed aleyhisselâmın peygamberlik kandilinden alan ve bu yolla ona vâris olan din büyüklerinin, müctehid imamların en uluları da, meşhur dört mezhebin kurucusu dört büyük imâm olup, her biri ahlâk-ı peygamberî ile ahlâk-lanmış, nefsin isteklerinden geçmiş, tasavvuf ehlinin fena ve beka kelimeleri ile ifade ettiklerinin ma'nâlarına kavuşmuş, hadîs-i şerifde ihsan kelimesi ile bildirilen daimî huzur ve cem'iyyete erişmiş, îslâm dîninin mücessem temsilcileri olmuşlardır. Onlardan sonra gelenler ise "Ehl-i Sünnetin alâmeti, dört mezhebden birinde bulunmak, yânî mukallidin, tâbi' olduğu mezheb imamına uymasıdır" buyurmuşlardır. Bu kitabda din imamlarının yüksek halleri, dindeki takva ve bitmi-yen gayretleri, ince ve keskin görüşleri, fevkalâde halleri, kerametleri çok yerde anlatıldığından, âlimi âlim tanır sözü gereğince, bu hususda fazla yazmıyorum. Herbirinin eşsiz makam, nihayetsiz ilim, keskin görüş, erişilemiyen istinbat ve istihraçları hakkında, her devirde, pek çok sayıda çok kıymetli kitablar yazılmıştır. Onları sevenler, bunları bilmekte, okumakta, tanımakta, sevgi ve bağlılıkları artmaktadır.
Bu Mîzân-ül kübrâ, yahud Mîzân-ı Şa'rânî'yi, elimizden geldiği, anlıyabildiğimiz kadarı ile türkçeye çevirip, dedeleri, asırlar boyu İslâm dîninin bekçiliğini yapmış, yeryüzüne yayılması için kanlarını akıtmaktan çekinmemiş, şehîd Osmanlı Türklerinin torunları, bu günkü Türk gençlerine ve nesline hediye ediyorum. Mizân-ül kübrâ, büyük terazi demektir. Bu da İslâm dîni, yânî Şerîat, yanî emir ve yasaklardır. Kitab iki cilddir, ikisi bir aradadır. Birinci cildin başında, din imamlarının büyüklüğünü, dört mezhebin hak olduğunu ve şerîat nehrinin menba'ından çıktıklarını, hiç birisinde gerçek hatâ bulunmadığını çeşit çeşit misâllerle anlatan, ictihad ve istinbâtın ne olduğunu, dîn imamlarının ilim ve halde en ileride ve yüksek derecede bulunduğunu, mezhebe uymanın zaruretini, bu müctehid din imamlarından aşağı mertebede bulunan diğer müctehid ve âlimlerin ve mukallidlerin dindeki yer ve konuşmadaki hadlerini bildirmekte, daha sonra, ikinci cildin sonuna kadar, fıkhın taharet babından son babına kadar, her bâbdaki imamların icma', ittifak ve ihtilaflı kavillerini alıp, Mizana koyup dartmakta, teşdîd veya tahfîfden birinde bulunduğunu isbatlamakta, her kavlin ve mes'elenin tevcihini, çıkış nokta-ı nazarını, hikmetini bildirmekte ve müellifin bu kitabı te'lifine kadar, bu konuda, böyle bir kitab yazılmış olmadığını beyan etmektedir. Fıkhın, yânî şerîatın en ince mes'elelerine eğilmekte, zekâyı bileyen, aklı arttıran, ilmi enginleştiren, görüş açısını açan, ufku genişleten pek nâdir bir kitabdır. İbâdetlere dâir mes'eleleri, şeriat açısından ve dilinden îzâh ederken, gayr-i ihtiyarî tarikatin inceliklerine, hakikatin sırlarına dalmakta, o kadar mâhirâne ve âlimâne bir te'lifdir ki, zaman zaman sanki bir fıkıh kitabı değil, bir akâid, tasavvuf ve esrar menba'ıdır kanâatini vermektedir. İnsan denen varlığın diğer varlıklar içerisindeki yeri, kalb ve ruhunun özellikleri, Rabbinin emir ve yasaklarına muhatab olmaklığı, îmânın esasları ve sırları, kaza ve kaderin ince bilgileri, İslâm hukukunun temeli ve daha çok çok faideli ilimleri hâvî, gerçekten İslâmda yazılmış nâdir kitablardandır. Okuyunca, İslâm âlimlerini ve İslâmda kitab te'lîf edenlerin ilimdeki derecelerini iyice anlıyacak, günümüzde âlim denen kimselerin, bu hakikat karşısında, ilimden uzak, cehle yakın olduklarını kabul edecek, her ele geçen din kitabını ne için okumağı tavsiye etmediğimizde bizi haklı bulacaksınız.
Çünki ahkâm, yani emir ve yasaklar ilmi, nakli ilimdir. Bunun da delili, esası dörttür. Aklı buna karıştırmak, dîni yıkmak veya bozmak olur. O halde, en kıymetli din kitabları, aklın, şahsî görüş ve mütalâaların karışmadığı, naklin esas alındığı, bunların da, Kitâb, Sünnet, icmâ' ve Kıyâs olduğunu bildiren ve onlardan haber veren ve nakl eden kitablardır. En kıymetli müellifler de, bu esaslara riâyet edip, sırf Allah rızâsı için, Allah'ın kullarına, Allah'ın dînini en doğru şekilde bildirmek için, her türlü maddî kazançtan uzak olarak, mal, mevki düşünmeden ihlâsla yazan âlimlerdir. Böylelerinin kitablarını terceme edenlerde bile, bu güzel sıfatlar aranmalıdır. Para için din kitabı yazmak veya terceme etmek, sahibinin himmetinin, maksadının aşağılığını gösterir. Böyle kitablardan istifade de az olur. Bu çok önemli husus, zamanımızda çoklarının gözünden kaçmaktadır.
Asrımızda, bütün dünyada, dînin esasına uymıyan, akâid ve amelde esasla bağdaşmıyan, dînî, aklî, felsefî cereyanlar görülmektedir. Nerede ise, mezhebsizlik mezhebi ihdas edilmekte, Vehhâbîlik din, Şiîlik, Ahmedîlik ve benzerleri hak mezheb ve doğru yol sanılmaktadır. Ayrıca büyük bir tehlûke de, tasavvuf ve tarîkatler oyuncak hâline getirilmektedir. İmân bilgileri, ehl-i sünnet akaidi, farzlar, haramlar, vâcibler, mekruhlar, sünnetler öğrenilip, yerine getirilmeden, sadece tarîkate, o da kuru ve şeklî bir girmekle, sonsuz kurtuluşa erişileceğine dâir aldatıcı haplar dağıtılmakta, yutturulmakta, tarîkatin ise şerîatin bir kısmı olduğu söylenmemekte, din büyüklerinin "İlimsiz tarîkate giren, ya sapıtır, ya aklını yitirir" sözleri hiçe sayılmaktadır. Allah korusun! Gözlerde sağlam görüş kalmadı mı da, düşmanlar dost görünmekte, uzaklık yakınlık sanılmakta; kalblerdeki yakîn ve İslâm nuru söndü mü de, bâtıl hak, küfür İslâm, bid'at sünnet, kolaylık zorluk, ucuzluk pahalılık olarak görünür hâle geldi. Dedelerimizin en hassas oldukları Ehl-i sünnet vel-Cemâ'at esası, nerede ise unutulmakta, hattâ yanlış damgası yemekte, makine ve hoparlörle ibâdet devri açılmaktadır. Bu ne korkunç değişme, bu ne müdhiş inkılâbdır ki, en kutsal değerlere bile pervasızca el uzatılıyor da, mezbuhâne olsun, kimsede karşı koymak, mâni' olmak için bir hareket görülmiyor. Daha kötüsü bunların çoğu, kendine din adamı ismi verilenler tarafından yapılıyor.
Bunun için akâid, fıkıh, ahlâk konularmda en büyük İslâm âlimleri tarafından yazılmış eserleri terceme ederek, temiz gençliğe sunmak istedim. Cenâb-ı Hak, bu hizmetlerimin karşılığını ve severek okuyup, ihlasla amel edenlerin yerini Cennet eylesin. Zira herkesin Cenneti istemesi, Cehennemden kaçınması lâzımdır.
Bu kitabın müellifi, hicrî 973 (m. 1565) yılı Cemâzil evvel ayında Mısırda vefat eden, Şa'rânî diye meşhur, Mısır âlimlerinden Abdülvehhâb bin Ahmed bin Alî bin Ahmed bin Muhammed bin Zerkâ bin Musa bin essultan Ahmed-i Tilem-sânî Ensârîdir. Şafiî mezhebi flıkahasından olup, aynı zamanda muhaddisdir. Büyük velîlerden, keramet sahibi Ehlüllahdandır. Aliyyül Havassın talebesidir. Üstadları ve okuduğu ilimler, çektiği riyazetler, kavuştuğu haller, bu kitabda uzun uzun anlatılmaktadır. Mizan kitabı 1275 (m. 1858) yılında Mısırda basılmıştır. Tercüme esnasında üç ayrı nüshaya müracaat ettik. Envâr-ül kudsiyye'si, Tabakat-ül kübrâ'sının kenarında basılmıştır. Çok kitab yazmıştır. Teberrüken birkaçının ismini yazalım:
el-Ecvibet-ül mardıyye 'an eimmet-il fukaha ves-sofîyye. el-Ahlâk-üz ze-kiyye vel-ulûm-ül-ledüniyye.
el-Ahlâk-ul mebtûliyye el-mefadatü min-elhadret-il Muhammediyye İrşâd-ül mugfelin min-el fukaha vel-fukara ilâ şurûti sohbet-il'umerâ.
el'Envâr-ül kudsiyye fi melzemeti âdâb-ü'ubûdiyye.
el-Bahr-ül mevrûd fîl-mevâsıkı vel-'uhûd.
el-Buruk-ul havâtıf.
Tenbîh-ül agbiya âlâ kudretin min bahri ulûm-il evliya.
Tenbîh-ül mugterrin fîl-karn-il âşir 'âlâ mâ hâlefu fihi selefuhüm-üt-tâhir.
el-Cevâhirü ved-dürer.
el-Cevher-ül masun ves-sırr-ül merkum fımâ tünticühül-halvetü min-el esrarı vel-ulûm.
Hukuku ihvet-il islâm.
Dürer-ül gavvas fi fetâvî seyyidî Aliyyilhavâs.
ed-Dürer-ül mensûre fî beyâni zebed-il ulûm-il meşhûre.
Red'ül fukara an da'vel vilâyet-il kübrâ.
ed-Dürer vel-lüma' fis-sıdkı vel-verâ'.
es-Sîrâc-ül münîr fî garaibi ahadîs-il Beşîr-in-Nezîr.
Sırr-ül mesîr vet-tezevvüdü li-yevm-il masîr.
es-Sırr-ül merkum fîmâ ehtassa bihi ehlüllah min-el-ulûm.
Şerhu Cem'-il cevâmi' lis-Sübkî fıl-rurû'.
et-Tırâz-ül ebhec 'âlâ hutbet-il Menhec.
Taharet-ül cismi vel-füâd min süiz-zannı billahi teâlâ vel-ibâd.
Alâmât-ül hizlan âlâ men lem ya'mel bil-Kur'ân.
el-Feth-ul mübîn fî zikri cümletin min esrâr-id-din.
Feth-ul vehhâb fî fedâil-il Âli vel-Eshâb.
Ferâid-ül kalâid fî ilm-il akâid.
el-Kavâid-ül keşfiyye el-muvaddihat li-me'aniyyî sıfat-il ilâhiyye.
el-kavl-ül mübîn fîr-reddi âlâ Şeyh Muhyiddîn.
el-Kibrît-ül ahmer fî ulûm-iş-Şeyh-îl Ekber.
Keşf-ül hicab ver-rân 'an vechi es'ilet-il cân.
Keşf-ül gumme 'an cem'-il ümme (Hadis kitabıdır).
Letâif-ül minen vel-ahlâk fî beyâni vücûb-it-tahaddüs bi-ni'metillahi sübhâ-nehü ve teâlâ 'alel-ıtlak.
Levâkıh-ül envâr fî tabakât-is-sâdet-il ahyâr.
Levâkıh-ül envâr-il kudsiyye el-müntehab min-el Futuhât-il Mekkiyye.
el-Meâsirü vel-mefahır fî ulemâ'ıl-karn-il âşir.
Muhtasar-ül elfiyye li-İbni Melek (Nahiv kitabıdır).
Muhtasar-ül Müdevvene fıl-fürû'il-Mâlikiyye.
Meşarık-ul envâr-il kudsiyye fî beyân-il'uhud-il Muhammediyye.
Muktehım-ül ekbâd fî mevâd-il ictihâd.
el-Mukaddimet-ün-nahviyye fî ilm-il arabiyye.
Men'-ül mevâni'.
el-Menhec-ül mübin fî ahlâk-il ârîfîn.
Menhec-üs-sıdk vet-tahkîk fî teflîsi gâlib-il müdde'în lit-tarîk.
el-Menhec-ül mübîn fî beyâni edillet-il eimmet-il müctehidîn.
el-Mîzân-ül Şa'râniyye el-medhaletü h-cemi'i akvâl-il eimmet-il müctehidîne ve mukallidihim fış-şerîat-il Muhammediyye. (Terceme ettiğimiz, elinizdeki bu Mîzân-ül kübrâ olup) iki cilddir. Mısırda basılmıştır.
el-Yevakıt vel-Cevâhir fî beyâni akâid-il ekâbir.
en-Nûr-ül fârık beyn-el mürid-is-sâdık ve gayris-sâdık.
Hâdil-hâirîn ilâ rüsûm-i ahlâk-il ârîfîn...
Abdülvehhâb-ı Şa'rânînin (rahmetullahi aleyh) keramet ve tasarruflarından bir kısmı, Yüsuf-î Nebhânînin Câmi'ül kerâmât-il evliya kitabında yazılıdır. Kendinden sonra gelen bütün ülemâ ve evliyanın, en süslü ve güzel sözlerle kendisini medh etmelerinden anlaşılıyor ki, kendinden Önceki büyük âlimler ve evliya gibi, bu da, Resûlullah'ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) zahir ve bâtın ilimlerinde vârisidir. Vâris, vârisi olduğu kimsenin, herşeyinin, her zerresinde vârisi olduğundan, dindeki yeri ve mertebesinin büyüklüğü, herkesin anlıyabileceği noktanın üstündedir.
Cenâb-ı Hak, Peygamberinin (aleyhisselâm) ahlâkı ile ahlâklanmış bu sevgili kuluna ve diğer bütün âlim ve velî kullarına kıyamete kadar rahmet eylesin. Onları seven ve izlerinden giden mü'minleri de, kendi sevgisinden, sevdiklerinin sevgi ve amellerinden başkasıyla meşgul etmesin. Çünki seven, sevdiğinin ahlâkı ile ahlâklanır, bu sevenin elinde değildir, sevgi bunu icâbettirir. Bu sevgi hâsıl olunca, gerisi kendiliğinden gelir, yanî şerîatin emir ve yasaklarına uymak kolay olur. Iztırar ve tekellüf, kalbinde muhabbeti az olanların işidir ve sahibi tehlûkededir. Bu muhabbet ise, her ne olursa olsun, ebedî seâdet, sonsuz kurtuluşun kapısıdır.
Cenâb-ı Hakkın sevgili kullarını edeble anmalıdır. Çünkü onların ruhları, isimlerinin edeb ve saygı ile anıldıkları yerde hâzır olurlar. Sâlihlerin, evliyanın anıldığı yere rahmet iner. Onlar öyle sevgililerdir ki, görüldükleri zaman Allahü teâlâ hâtıra gelir. Onları sevenler, her iki dünyada onlarla beraber olurlar. Onlarla oturan şâkî olmaz. Onlarla bulunan Allahü teâlâ ile bulunmuş olur. Onların bakışları şifâ, sözleri devadır. Güneş gibi, âleme nûr, irşâd, hidâyet, îman, feyz saçmaktadırlar. Mebde-i feyyazın, yeryüzünde vekilleri, Resûlullah'ın halîfeleri onlardır. Onlarla yarım gün birlikte bulunan edebli olur. Edeb ise, bu büyüklerin yolunun esasıdır. Çünkü itaat edeble kâimdir ve hürmetten de üstündür.
Bu birkaç cümle içinde, değerli okuyucuların kulaklarına hakikat denizinde zevkle yüzenlerin nağmelerinden bir kaç da'vet sesi duyurduk. Ne yapalım, zamanımızın irşâd kutbu tahtı, o büyük hakîkat sultanlarından boş kalınca, dolu olduğu zamanlara inip, o tahtın saçak ve eteklerine, Kâbenin örtüsüne yapışır gibi yapışmak ve bir daha ayrılmamak ve bu muhabbet ile Rabbine kavuşmaktan başka çâre ve yol yoktur. Bunun için, sevgili okucuyucularıma en önemli vasiyyetim odur ki, en önce îmân bilgilerini, sonra bu îmânı koruyabilmek, küfre ve dalâlete düşmemek için, ehl-i sünnet akaidini öğrenmek ve inanmak, sonra farzları yapıp haramlardan kaçınmak, vâcib ve sünnetleri yapıp, mekruhlardan uzak durmak, müstehab ve edeblerde dîn büyüklerine uymak yanî ilmihâlini iyice öğrenip, günlük hayatına uygulamak ve bu arada Cenâb-ı Hakkın sevgili kullarını tanıyıp, onların hal tercemelerini ve yazılarını okuyup, onlara sevgisini arttırmak ve onların yanı sıra kurtulmaktır. Bu sırayı gözetmiyenler zarar ederler, isterse tefsîr ve hadîs okusunlar. İmân ve amel bilgilerini bilmiyenin üzerine bunları öğrenmek ve yapmak farzdır, tefsir ve hadîs kitablarını okumak değil. İnşâallah onlara da bir gün sıra gelir. Her şeyin bir vakti, bir sırası vardır. İslâm dininin yüceliğini ve Allah adamlarının büyüklüğünü en iyi anlatan kitab İmam-ı Rabbani hazretlerinin MEKTÛBAT kitabıdır. Onu iyi okumalı, ondan ve sahibinden feyz almağa çalışmalıdır.
Okuyucularımızdan önemli bir ricamız daha var; Bu Mîzân-ül kübrâ kitabı, şerh değildir. Metindir. Bunun için konular, istilahlar şerhlerde olduğu gibi çok açıklanmamıştır. Biz bazı açıklamalar, dip notları ilave ettik, ama yine çok dikkatli okuyun. İlmî eserdir. Çok önemli konuları bildirmektedir. Bir cümleyi bazan birkaç defa okuyun ki, yanlış eksik bir şey hatırınızda kalmasın. Kitabın aslında "Böylece iş, Mîzân'ın iki mertebesine râci' oldu" sözünü her zaman yazmayıp, iki nokta (..) ile bildirdik.
Allahü teâlâ bizi, Ehl-i Sünnet i'tikadı üzere bulundursun. Mezhebimiz üzere amel etmeği nasib etsin. Kendi sevgisi ve sevdiklerinin muhabbeti üzere yaşatsın ve öldürsün. Amîn, yâ Rabbel'âlemin!
A.FARUK MEYAN
13 Temmuz 1980
Ramazan-ı Mübarek 1400
MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ
Temiz şerîati, yani İslâm dînini, bütün faideli ilim ırmaklarının kaynaklandığı deniz kılan, cedvel ve kanallarını gönül topraklarına akıtıp, âlimleri taklîd ile uzak ve geri kalmışların kalblerini doyuran, kullarından dilediğini seçip, temiz şerîatin, bütün hadîslerinin ve her tarafa yayılmış eserlerinin menba'ına kavuşturmakla ihsan eden, diğer devir ve zamanlarda bütün kavillerin, sözlerin, kendisinden meydana geldiği şerîatin ilk çeşmesini, keşf yolu ile ona gösteren Allahü teâlâya hamd olsun. Böyle bir kimse keşf ve iyân yolu ile, şerîatin menba'ma birleştiklerini görünce, müctehid din adamlarının ve mezheblerindeki müctehidlerin bütün sözlerinin hak olduğunu kabul edip, nazarda, reyde kısalık, zamanda onlardan sonra gelmeklik gibi durumlar olsa da, bütün müctehidlerin şerîat-i kübrâ -büyük islâm dîni - menba'ından beslenmekte ortak olduklarını bilir. Çünkü şerîat, dalları her tarafa yayılmış büyük bir ağaç gibi olup, din âlimlerinin sözleri, onun dal ve budağına benzer. Duvarsız bina olmadığı gibi, gövdesiz bir daim, budaksız, sapsız bir meyvenin de bulunması olmaz. Keşf sahipleri, din âlimlerinin sözlerinden birini, dinde yeri yoktur diye çıkaranın, bu hareketinin, kendisi için, irfan derecesindeki kusurundan olduğunda, yani dîn âlimlerini tanıyamadığından olduğunda söz birliği etmişlerdir. Zira Resûlullah, (sallallâhü aleyhi ve sellem): "A-limler, devlet reisleri ile ihtilat etmedikçe, peygamberlerin eminleridir" hadîs-i şerifi ile, ümmetinin âlimlerini, İslâm dini için emîn kılmıştır. O halde şerîatinin eminleri hâin olamaz.
Aynı şekilde, âlimlerin çeşitli kavillerinden, ayrı ictihadlarından bahsetmeyip, Kitâb ve Sünnetten nasıl aldıklarını, çıkardıklarını bilmeyip, cahillik ve düşmanlık sebebiyle onlarm sözlerini kabul etmiyene âlim denilmiyeceğinde sözbirliği halindedirler. Zira din âlimlerinin sözlerinden birini reddedip, dinde yeri yokdur diyen, sanki kendisine, ben câhilim demekte ve; "Dikkat ediniz, bakın ne diyorum! Şâhid olunuz ki, Kitabdan ve Sünnetten bu sözün delilini ben bilmiyorum" söylemektedir. Yoksa onların sözlerini kabul edip, onları taklîd edenler, sözleri, ictihadları için delil ve hüccetler getirmektedirler. İşte bu ikinci görüşün sahihleri, nass ve icma'a uymıyanlar hâriç, din âlimlerinin, mezheb imamlarının hiçbir sözünü red etmezler. Hemen hemen hiçbir zamanda hiç kimsenin sözünde de, bu red bulunmaz. Nihayet bir delil bulamadığını söyler. Yoksa sarîh olarak Sünnete ve Kur'âna muhalif bulduğunu söylemez.
Bu sözümüze karşı çıkan, din âlimlerinin, dinin hâricinde olan bir sözünü bulsun, bize getirsin! Biz de, dinin usûllerine muhalefet edeni red ettiğimiz gibi, açık delil ve hüccetlerle, sahibine red edelim. Şunu da diyelim ki, bu söz, din imâmlarını taklîd etmenin doğru olduğunu söyliyenden duyulursa, bu mes'elede, onların taklidçisi olmaz, nefsine ve şeytana uymuş olur. Çünkü bizim, bütün mezheb imamları hakkındaki itikadımız şöyledir ki, hiçbiri, delil ve burhanda iyice nazar etmeden bir söz söylemez, bir ictihadda bulunmaz. Bizim mukallid sözünden kasdımız, sözü, mezheb imamının usûllerinden bir aslın altında münderic bulunan kimsedir. Yoksa taklid iddiası, kendisi için, yalan ve bühtan olur.
Din âlimlerinin hiçbir sözü, bildirdiğimiz şerîat kaidelerinin dışında değildir. Bütün sözleri, her insanın makamına göre, yakın ve daha yakın, uzak ve daha uzak arasındadır. İmân, islâm ve ihsan makamlarına göre farklı olsalar da, şerîat nurunun şuaları, istisnasız hepsine ulaşmakta, hepsini aydınlatmaktadır. Bedenini ve kalbini, temiz şerîat pınarından doyuran ve kandıran, Muhammed aleyhisselâmın şerîatinin İslâm, îmân ve ihsan makamında ne geniş ve şümullü, ne toplayıcı bir şerîat olarak geldiğini bilenler ve yine İslâm dîninde, hiçbir müsliman için zorluk ve sıkıntı olmadığını anlıyanlar çok mes'ûd kimselerdir. Dinde zorluk vardır diyenin sözü ma'nasız iftiradır. Çünkü Allahü teâlâ Hac Sûresi yetmişsekizinci âyetinde: "Din işinde üzerinize bir zorluk yüklemedi" buyuruyor. O halde, dinde zorluk var diyen, Kur'ân'ın açık beyânına uymamış olur.
Ne mutlu o kimseye ki, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şerîatinin kemâlini bilir, emir ve yasak tergîb ve terhîb, yâni teşvik korkutmalardan çizilen hudud içerisinde durur ve delil ve hüccet şualarının kendisine gösterdiğinden başka bir şey ona eklemez. Zira şerîatin sahibinin susup geçtiklerinde, gaflet ve unutkanlık olmayıp, ancak ümmetine rahmet vardır.
Allahü teâlânın, din imamlarına ve mezheblerindeki âlimlere hüsn-i zan verip, onların her sözlerine delîl ve hüccet getirmeğe çalışan kimseler en doğru yoldadır. Onlar, ya nazar ve istidlal, ya teslîm ve îman, ya da keşf ve i'yan yolu ile, din imamlarının bütün sözlerine delîl ve hüccet getirirler. Bu yollardan birinde bulunan her müslimanın, kalb ile olan itikadının, dil ile söylediği, «Diğer mezheb imâmları da, her an Rablerinin hidâyeti üzeredir» sözüne uyması, muhakkak lâzımdır. Keşf ve müşahede yolu ile, bu itikada erişmeyenin, teslîm ve îman yolu ile, bu itikâdda olması lâzımdır. Ayrı şerîatler getiren peygamberlere dil uzatmamız caiz olmadığı gibi, müctehid din imamlarının ictihâd ve istihsân yolu ile istinbât eylediklerine de dil uzatmamız caiz değildir.
Ey kardeşim! Bu izandan anlıyorsun ki, emir ve nehy (yasaklar) bakımından şerîat, tahfîf ve teşdîd, yanî hafif ve kuvvetli iki mertebe, derece hâlinde gelmiş olup, bir mertebe hâlinde gelmemiştir. Bunun izahı MİZÂN'da gelecektir. Zira bütün mükellefler, iki kısmın hâricine çıkamazlar: Her asır ve zamanda, îman ve beden bakımından ya kuvvetli veya zaîf olurlar. Kuvvetli olanlar, kuvvetliye muhatab olup, azîmet olanı alırlar. Zaîf olanlar ise, hafife muhatab olup, ruhsatları alırlar. Her ikisi de, Rablerinin şerîati ve gösterdiği yol üzere olurlar. Kuvvetli olan, ruhsata inmekle emr olunmaz. Zâif olan da azîmete çıkmakla zorlanmaz. Böylece, şerîatin bütün delillerinde ve âlimlerin sözlerindeki hilaf, bu mizan ile amel edenlerce, kalkmış olur.
Bazıları: "İki taife arasında hakîki olan hilaf, bu kitabın kaidelerini bilmiyene göre kalkmış olmaz. Çünkü din imamlarının sözleri arasından kalkmıyan hilaf, bu Mizân'ın sahibine göre imkânsızdır" derler. Öyleyse kardeşim, bir tecribe et! Her bir hadîs ve mukabili, yahud din imamlarından herbir kavil ve mukabili için sana söylediklerimi kontrol et! Muhakkak ikisinden birinin hafif, diğerinin kuvvetli olduğunu bulacaksın. Her ikisi için, hâline uygun amel edecek insanlar vardır. Bizim için, hafiflik ve kuvvetlilikte hükmü bir olan iki söz bulmak imkânsızdır. Bazan tek bir mes'elede, üç hattâ daha çok kavil olur. Yahud mufassal, geniş bir kavil bulunur. Âlim olan, her kavli, imkânına göre, hafif veya kuvvetliden birine, yakınlaştırır. İmâm-ı Şâfıî ve diğerleri (rahmetullahi aleyhim) buyurdular ki: "İki hadîs veya iki kavlin amelleri, birinin ilgasından evlâdır." Bu da, îmân makamının kemâlindendir. Muhakkak ki, Allahü teâlâ bize, dîni kuvvetlendirmemizi, ayakta tutmamızı, direklerini, esaslarını, yıkmaktan koruyup, ondan ayrılmamamızı emr ediyor. Dîni ayakta tutmakla ve onu yıkmamakla bize ihsan eden Allahü teâlâ'ya hamd olsun! Bunun esası da, bu Mizân'la amel etmektir.
Şehâdet ederim ki, Allahü teâlâ'dan başka, ibâdete lâyık ve müstehak bir ma'bûd yoktur. Allah birdir. Ortağı yoktur. Böyle diyenin makamı Cennetin yüksek köşkleridir. Ve yine şehâdet ederim ki, efendimiz Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlâ'nın kulu ve resulüdür. Onu bütün yaratıklarından üstün eyledi. Onu en müsamahakâr şerîatle gönderdi. Ümmetinin icma'ını, yapılması lâzım olan Sünnete ve Kitaba ekledi. (Allahümme fesalli ve sellim aleyhi ve âlâ sâir-il enbi-yâi vel-mürselîn ve âlâ âlihim ve sahbihim ecma'în, ve cemi'it-tâbiîne lehüm biih-sânin ilâ yevmid-din salâten ve selâmen daimîne bidevâmı sükkân-in-nîrân vel-cinân. Amin Allahümme âmin!)
Bu, pek iyi, çok yüksek değerli bir Mizandır. Bu kitaba, toplayabildiğim kadar görünüşte değişik olan delilleri ve bütün müctehidlerin, evvelkilerden ve sonrakilerden onlara uyanların kavillerini geçirdim. Aynı şekilde, diğer zamanlarda benden evvel bu işi yapan bir kimseyi bilmiyorum. Bu kitabı, asrımızın İslâm âlimlerinin ve zamanımız din imamlar inin işareti ile yazdım. Kendilerine: «Yazıp size arz edeyim. Siz görüp beğenirseniz devam edeyim, beğenmezseniz yazdıklarımı da yok edeyim» dedim. Zira ben, Allahü teâlâya hamd olsun ki, beraberliği uygunluğu sever, ayrılığı beğenmem. Bilhassa dînin kaidelerinde, esaslarında olan hilafı yanî ayrılığı, her nekadar ihtilâf rahmet ise de.
Bu yazılarımda bozuk bir şey görüp, dine yardım için düzeltene Allahü teâlâ rahmet eylesin! Bu kitabı yazmaktaki en büyük sebeb, din kardeşlerime Allahü teâlâ'nın, Şûra Sûresi onüçüncü: "Allahü teâlâ size dinde tevhîd ve İslâm yolunu beyân etti. Ve onu Nûh aleyhisselâma da emr etti. Onu sana da vahy ettik, îbrâhim, Mûsâ ve İsa'ya da emr ettik: Şöyle ki, dinde sağlam ve kuvvetli olup, dağılmayasınız" âyetinde bildirilenle amel kapısmı açmaktır. Böylece taklidlerinde dilleri ile söyledikleri, müslümanların diğer imamları da Rablerinin hidâyeti üzeredir sözü ile, buna kalblerinin inanması birbirine uyar. Onlara karşı edebi gözetmede haklarını yerine getirmek şartı, ancak bununla yerine getirilmiş olup, âhirette buna verilen sevabı kazanmış olur. Ama dili ile, diğer din imamları da, Rablerinin hidâyeti üzeredir deyip, kalbi ile buna inanmıyan, sözümüzün dışında kalır. O, Resûlullah'ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) kötülüğünü bildirdiği küçük nifak ile, hakikati örtmüş olur. Allahü teâlâ, özellikle, kâfir münafıkları, nifakları sebebi ile, zem babında küfür sıfatı da ilâve ederek zem etmekte, ayıblamakta ve Mâide sûresi kırkbirinci âyetinde: "Ey şanlı Resul! Küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlardan münafıklar dilleri ile îman ettik derler. Kalbleri ile îman etmezler" buyurmaktadır. Herkes bilir ki, Allahü teâlâ'nm, kâfirleri ayıbladığı şeyden müslimanların berî ve uzak olması, öncelikle lâzımdır. Bunun gibi benzeri şeylerden de kaçınmalıdırlar. Bu beyan, mezheb mukallidlerine, dinde ictihâd ehli olan bir âlime, kendi mezheblerinin kaide ve usûllerine muhalefet etmesinden ötürü, inkâr kapısını kapamaktadır; yanı kendi mezhebinin usûlüne uymıyan bir müctehidi kötülememelidirler. Çünkü o, Rabbinin hidâyeti üzeredir. Kendisini inkâr edene, mezhebindeki delilleri gösterir. Gösterir de, onu inkâra koyulduğu için mahcûb eder. İşte bu, bu kitabı te'lif etmemizin esas maksadlarındandır. Ameller niyetlere göredir ve herbir şey, ancak niyyeti iledir.
Ey bu Mizân'ın zevkine kavuşmak istiyen kardeşlerim! Taharet kitabından, yanî Abdest kısmı gelmeden önce takdim edeceğim bütün fasılları, bölümleri incelemeden mezheb müctehidlerini inkâra kalkmayın! Belki bu fasılları inceledikten sonra sizden biriniz, hâlâ inkâr ederse, bu bilgilerin unutulmuş olmasından ve arkadaşları arasında bunun zevkini, az alması bakımından özürlüdür. İleride inşâallah bunu geniş bildireceğiz.
Bunu bilince ve din imamlarının ve kıyamete kadar onlara uyanların bütün sözlerinin, şeriat ışığı altında işaret ettiklerimizi bilmek isteyince, onların hiçbirinin bir sözünü, parlak şerîatin dışında göremezsin. O halde, ey kardeşim! Sana öğreteceklerimi iyi düşün! Bil ve kesin olarak yakın sahibi ol ki, bu temiz şeriat, her mes'elede emir ve yasaklar bakımından, hafif ve kuvvetli olmak üzere iki mertebede hilâflı olarak gelmiş olup, bir mertebe üzere gelmemiştir. Nitekim bazı mukallidler, bir mertebe üzere geldiğini sanmış ve bunun için aralarında, tenakuz görmekle, hilaf vâki' olmuştur. Yoksa aslında hilaf ve tenakuz, yanî ayrılık ve çatışma yoktur. Nitekim, gelecek fasıllarda, bunun açıklanması bildirilecektir. Zira şeriatın tümü, emir ve nehye râcidir. Bunlardan herbiri, âlimlere göre, hafif ve şiddetli olmak üzere iki kısma ayrılır. Beşinci hüküm ise mubah olup, iki taraf için de müsavidir. İyi niyyet ile mendub kısmına, bozuk niyyet ile mekruh kısmına girer. Şeriatın bütün hükümleri bunlardır.
Bunu biraz açıklıyalım: Meselâ din imamlarından biri, mutlak emre kesin vacib yanî farz, bir başkası mendup der. Kimi mutlak nehyi harama, kimi kerâhate hami eder. Her iki mertebe için kendisine uygununu yapacak insanlar vardır. İmânı ve bedeni kuvvetli olan, şeriatta açık olarak bildirilen kuvvetlisine ve azimete, yahud bu mükellefin bulunduğu mezhebdeki kuvvetli ve azimete muhatab olur. İmân ve beden bakımlarından zâif olan ise, ruhsata ve şerîatte açıkça bildirilen halîfe, yahud bu mükellefin mezhebinde istinbât ve ictîhad olunan ruhsat ve hafiflere muhatab olur. Nitekim Allahü teâlâ buna işaret eyledi ve Tegabün Sûresi onaltıncı âyetinde:"O halde, gücünüz yettiği kadar Allah'dan korkun" buyurdu. Bu umûmî hitabdır. Resûlullah'ın (sallallâhü aleyhi ve sellem): "Bir işle enir olunduğunuzda, ondan elinizden geldiği kadannı yapın" hadîs-i şerîfî de böyledir.
Aynı şekilde, azîmet ve kuvvetli ile amel edebilen kuvvetli kimse, ruhsat ve hafiflik mertebesi ile emr olunmaz. Zira bu, din ile oynamağa benzer. İnşâallah bunun açıklanması ilerideki fasıllarda gelecektir. Bunun gibi zaif de, elinden gelmediği halde, azîmet ve kuvvetli olan ile amel etmeğe zorlanmaz. Lâkin zorlansa ve bunu yapsa, dînî bir sebeb hâriç, ona mâni' olmayız.
Demek ki, bildirilen iki mertebe, sırasıyla vâcib olup, ihtiyarî değildir. Bazıları ise böyle sanmaktadır. O halde yanılmaktan çok sakının! Demek ki, hissî ve şer'î olarak su ile abdest alabilen kimse, toprakla teyemmüm edemez. Farz namazı ayakta kılabilen, oturarak kılamaz. Oturarak namaz kılabilen yatarak kılamaz. Diğer vâcibler, yanî emirler de böyledir. Sünnetten efdal (üstün) olan ile, mefdul (üstün olmıyan)'da söz böyledir. Efdali yapmağa gücü yettiği halde, mefdulu yapmak edebden değildir. Demek ki, sünnetler de iki mertebe olup, gücü yettiği zaman, efdali mefdûle, tercih etmek mendubdur. Bunun gibi şer'an evlâ (en iyi) olan, hilâf-i evlâ (en iyi olmıyan)a tercih olunur. Bununla beraber, efdalin ve mef-dûlün terki, asaleten caizdir. O halde, efdali yapamıyan hâriç, ayıblanmamak istiyen, mefdûlü işlemek derecesine inmez.
O halde, ey kardeşim! Kitâb ve Sünnette bildirilen bütün emir ve yasakları, bu mizan ile dartar ve müctehid din imamlarının ve onlara uyanların bütün sözlerini, bunların dallarını bilirsen, hepsini hafif ve kuvvetli olan iki mertebenin, yanî terazinin biri hafif, diğeri ağır iki kefesinin dışında bulmazsın. Daha önce geçtiği gibi, ikisinden her birine göre amel edenler vardır. Bizim tattığımız ve keşifle anladığımız gibi, bir kimse tadar ve keşf ile anlarsa, müctehid din imamlarının ve onlara uyanların bütün sözlerini, temiz şerîatin kaideleri, usûlleri içerisinde ve onun nurlarının ışıklarından alınmış bulur. Hiçbir sözlerini şerîatin dışında görmez ve dil ile söylediği, (diğer din imamları da Rablerinin hidâyeti üzeredir) sözünün kalb ile olan itikadına uygun olması sahüı olur. Kesin ve yakînen bilir ki, her müctehid musîbdir ve musîb, yanî ictihadda isabet eden, en doğruyu bulan birdir, sözünün görünüş ma'nâsından vaz geçer. İnşâallah ilerideki fasıllarda, bunun açıklaması gelecektir. O zaman, onun nazarında, şerîatin hükümlerinde ve din imamlarının sözlerinde tenakuz ve hilaf vardır düşüncesi kalkacaktır. Çünki Allahü teâlâ'mn ve Resulü'nün (sallallâhü aleyhi ve sellem) kelâmı ve sözleri, tenâkuzlu olmaktan çok yüksektir. Din imamlarının mertebe ve kadrini bilen, sözleri arasmdaki ayrılığı anlıyan ve istinbâtlarının yerlerini idrâk eden için, onların sözleri de böyledir. İşte bir müctehidin istinbât ettiği her hüküm, Kitabdan veya Sünnettendir, yahud ikisinden birden alınmışdır. Bir müctehidin istinbât eylediği, yanî çıkardığı bu hükmün sıhhatine, sağlamlığına bazı mukallidlerin istinbât yerlerini bilememeleri ile dil uzatılamaz. Şeriattaki hadîslerde yahud dîn âlimlerinin sözlerinde tenakuz görene veya vardır diyene, cevab vermeğe değmez. Çünki onun nazarı, bakışı, görüşü zâifdir. Müctehidin gösterdiği ve dayandığı delilleri ve ictihadlarındaki ayrılığı bilseydi her hadîs veya kavli ve mukabilini şerîatin iki mertebesinden uygun olanm hâline hami ederdi. Herkes bilir ki, Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem), insanlara, akılları ve İslâm, îmân ve ihsandaki ölçüleri, mertebelerine göre hitab ederdi.
Ey kardeşim! Allahü teâlâ'nın, Hucürât Sûresi, ondördüncü: "Ganimet hevesi ile görünüşte İslâmı kabul eden bazı bedeviler: Biz gerçekten îman ettik dediler. Ey Resulüm, onlara de ki, siz kalblerinizle îman etmediniz. Ancak biz müsliman gözüktük deyin! Henüz îman kalblerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, sizin amellerinizden Allah hiçbir şey eksiltmez" âyetini düşünürsen, bahsettiğimiz ilmi kavrarsın. Yoksa Eshâbın büyüklerine hitabı nerede, haşin, kaba tabiatlı arablara hitabı nerede; yalnız sabah ve ikindi namazları için, Ona (sallallâhü aleyhi ve sellem) bîat etmek isteyip, diğer namazlarda, zekât, hac, oruç, cihad ve diğerleri olmamak üzere, bîat edenin makamı nerede, neş'e ve kederde, kolaylık ve zorlukta ona itaatle bîat edenlerin makam ve dereceleri nerede? İşte müctehid din imamları ve onlara uyanlar, bu şekilde Resûlullah'a (sallallâhü aleyhi ve sellem) uymuşlar, onun devamlı olarak teşdîd ettiği, kuvvetle üzerinde durduğu bir şeyi, gerek emir, gerek nehy olsun, teşdîd ettiler. Hafiflik gösterdiği bir şeyi de hafiflettiler.
O halde, ey kardeşim! Bu Mizân'da, sana bildirdiklerime ve beyan ettiklerime samimi olarak itimad et. Bu bilgilerin herkes tarafından bilinmiş olmaması sana zarar vermez. Çünki bunlar, ehlullahın, Allah adamlarının ilimlerindendir. Şer'î bir usûl ile olmadan, bir mezhebi diğer bir mezhebe tercih etmende, din imâmlarma karşı edebi gözetmede en uygun yol budur. Diğer müctehid din imamları, yahud şimdi mevcûd olan dört mezhebin imâmı, zahiren ve bâtınen Rablerinin hidâyeti üzeredir diyenin sözü ile, dört imâmdan üçü veya daha fazlası, hakikatte hak üzere değillerdir diyenin sözü arasında çok büyük fark vardır.
Ey kardeşim! Bu Mizan'in güzelliğini bilmek, âyet, hadîs, eser ve kavillerle ilmin kemâlinin tadını almak istersen, senin için dört mezheb âlimlerini biraraya getirir, mezheblerinin delillerini, âlimlerinin kavillerini ve kitablarında yazdıkları sebeb ve nedenleri bildiririm. Bak, herbiri kendi delillerini ileri sürerek nasıl mücâdele, müdafaa ediyorlar. Kendi delilleri karşısında, diğerlerinin delillerini zaif düşürüyor, birinin sesi diğerinden daha yüksek çıkıyor. Hattâ her birinin sözüne muhalefet eden, sanki şeriattan dışarı çıkmış oluyor. O zaman, bu Mizân'ın sahibine muhalif olarak, o kimse, diğer imamların ebedî olarak, Rablerinin hidâyeti üzere olduklarına, nerede ise, inanmamış olur. Çünki bu Mizân'ın sahibi, hükm edici Sultan gibi sükûnet ve vakarla, bu Mizan'ın iki kefesinin ortasında ve yukarısında durup, her sözlerini adaletle dartmaktadır. Sözlerinden hiçbirini, hafif veya ağır olsun, bu mizanın, yanî terazinin iki kefesinin dışında görmüyor. Aksine şerîati, genişliği sebebi ile, hepsinin dediklerini kabul edici görüyor.
Ey kardeşim, bu Mîzân ile amel et, bu teraziyi kullan ve dört mezhebi öğrenmek istiyen din kardeşlerine, eğer keşf yolu ile bunu tatmak makamına kavuşmamışlarsa, ilmen onu anlıyabilmeleri için, bununla amel etmelerini öğret. Nitekim Allahü teâlâ Bakara Sûresi ikiyüzaltmış beşinci âyetinde: "O bahçeye bol yağmur düşmese de, kendisinde bir çisinti ve nem bulunmakla ürününü verir" buyuruyor. Din imamlarının ve onlara uyan âlimlerin sözlerinin doğruluğuna inanmakla kurtulurlar ve kalbleri, dilleri ile söyledikleri, (diğer müctehid imamlar da Rablerinin hidâyeti üzeredirler) sözlerine uymuş olur. Bu, keşf ve yakîn ile olmazsa, bari îmân ve teslim ile olsun.
Ey kardeşlerim! Bu Mîzân'ı tadmadan ve dört mezheb âlimlerine göre kıraat esnasında yanınızda bulundurmadan, bu Mîzân'ın doğruluğunda sizinle münâkaşa edenlerden gelecek eziyyetlere katlanınız! Çünkü o kimse mazurdur. Garibliğinden dolayı da sizi teslîm etmiyebilir. Çünkü ekseriya, hazır olanların mezhebleri, kendilerindeki heybet bakımından uyuşur ve hangi mezhebin ehli orada bulunmazsa, yardımcısı, savunucusu yoktur deyip o mezhebi red ederler. Bunda da insanların tarafını tutmağı gözetme, hatırlarını hesaba katma düşüncesi olduğu ortaya çıkar. Allahü teâlâ'dan âfıyyet isteriz ve bu kitabı, Allahü teâlâ'nın müslimanlara faideli kılmasını dileriz.
MUKADDİME
Ey kardeşim! Sana bu Mizân'ı anlamada mukaddime, giriş ve esas olacak bir temel bilgiyi bildirmek isterim. Hattâ bu, onu kabul etmede en yakın yoldur. Nazarının temelini şu esas üzere kurasın: Muhakkak ki, Allahü teâlâ, herşeyi bilici, önceki ve sonraki herşeyde hükmedicidir. Bu âlemi yaratıp, hallerini muhkem, yapılarını farklı ve düzen ve nizamını kemâl üzere sabit eyleyince, onu göründüğü gibi muhtelif eyledi. Bu ihtilâfına, değişkenliğine, ayrı ayrı hallerine, bizim için hâkim olmak, kavrayıp zabt etmek mümkin değildir. Terkîb ve karışımı halleri ve durumları, Allahü teâlâ'nın kadîm olan ilmi gereğince ve alîm ve hakîm olanın iradesinin işlemesine uygun olarak değişmekte, başka başka olmaktadır. Bu durum, hal ve birleşmeler üzere geldi ve emri, şan ve değişkenlikleri bitmiyecek şekilde karar kıldı. Bu hal ile, Onun bedîi bir hikmeti, ni'metlerinin büyüğü, rahmetinin en yaygınlarından oldu. Kullarını saîd ve şakî, yanî iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayırdı. Herbirini müjde ve korkutmalardan, yaratılmış olduğuna uygun kullandı. Her ikisine de, bu dünyada, adaleti gereğince, genişlik ve bol rızık, bulunduğu halde ve gelecekte, işlerinin ve hâlinin düzgün olması için duygu organları, akıl, idrak gibi ma'nevî âletler, işler, hükümler, hududlar ve yapılar verdi. Bununla yaratma işi tamamlandı, kâinatın nizamı noktalandı ve zaman ve mekân şanları kemâl buldu. Hattâ imkânda Allahü teâlâ'nın, Tîn sûresi dördüncü âyetinde: "Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık" beyanından daha bedi' bir ifade yoktur, denildi. Allahü teâlâ her faideliyi mutlak faideli, her zararlıyı mutlak zararlı kılmayıp, birine zararda diğeri için faide, birine faydada diğerine zarar ve yine bir vakitte faide vereni başka zamanda zararlı, bir zamanda zararlı olanı başka vakitte faideli olacak şekilde yaratmıştır. Nitekim duygu organları ile anlaşılan maddelerde böyle olduğu görülmektedir. Ma'nevî müdrikeler ise, ma'nâları düşünce ile anlaşılmaktan yüksektir. Sırlar ise, sırları bilenin, yanî Allahü teâlâ'nın bildirdiği kullar hâriç, gizli tutulmuş şeylerdir. Buradan anlaşıldı ki, her İki kısımdaki insanlar ne için yaratılmışlar ise, o onlara kolaylaştırılır. Bu ise, öncekilerin ve sonrakilerin şanlarının tamamıdır. Allahü teâlâ âlemlerin hiçbirine muhtaç değildir.
Ey kardeşim! Burada sana, bu büyük kaideyi açıkladım. Bildin ki, Allahü teâlâ, saîd kuluna, onu yükümlü kıldığı şeyler bakımından, hiçbir zaman mekr etmez, gadr etmez. Bu ümmetin din imamlarının, dînin fer'î meselelerindeki ihtilâfı, akıbet bakımından pek güzel, rüşd yönünden ise çok sağlamdır. Muhakkak ki, Allahü teâlâ, bizi abes yanî boş yere yaratmadı ve bize çeşitli yükümlülükleri beyhude yüklemedi. Belki peygamberlerin ve müctehid din imâmlarının dili ile, mükellef kullarından birinin, din işlerinde kendine ibâdet etmesi için bildirdiği bir ameli, o vakitte, gereği gibi yerine getirmesi, onun için o anda haline lâyık en yüksek seâdet mertebesidir. Hidâyet üzere olan imamlardan birinin kavli ile amelden onu bir başka imâmın kavline çevirmesi, onun için, çevrildiği şeyde, bu vakitte, kendisine lâyık derecesinde en olgun halde olmaktan aşağıya düşüş olduğu için, Allahü teâlâ tarafından seâdet ehline merhamet olup, tıbkı iyi bir doktorun okşaması gibi, din ve dünyası için, en büyük hisseyi ona vermeği gözetmesinden-dir. En yüksek sıfatlar Allah'ındır. Mü'minlere rahmetiyle yakındır, duaları kabul edicidir.
Ey kardeşim! Bu kaidenin güzelliğine ve açıklığına dikkat et! Nice zorlukları çözüyor, nice sağlam hükümleri beyan ediyor. Zîra ona insaf nazarı ile baktığın zaman, diğer imamlar ve onlara uyanların (radıyallahü anhüm) işin görünüşünde ve özünde, Rablerinin hidâyeti üzere olduklarında düzgün itikada sâhib olursun ve o mezheblerden birinde olana veya birinden diğerine geçene asla itiraz etmez, zaruret zamanlarında, kendi mezheb imamından başka imâmı taklîd etmeğe dil uzatmazsın. Çünkü yakînen inanıyorsun ki, herbirinin mezhebi, temiz şerîatin hududu içerisindedir. Bunun izahı ileride gelecektir. Muhakkak ki bu temiz şeriat, müsamahalı ve geniş olarak gelmiştir. Şümulü büyüktür. Bu ümmet-i Muhammedin hidâyet üzere olan diğer imamlarının sözlerini kabul edicidir. Çünkü onların her biri, bulundukları şeyde basirette olup ve doğru yol üzeredir. İhtilâfları da alîm ve hakîm olanın tedbîrinden meydana gelen ümmete, yalnızca rahmettir. Allahü teâlâ, kendi katında, bu mü'min kulunun, beden din ve dünya bakımından yararını filân işte bilmiş ve mü'min kullarına lütfü olarak onu yaratmıştır. Zira O, onu yaratmadan önceki halleri bilicidir. O halde kâmil bir mü'min zahiren ve bâtınen inanır ki, Allahü teâlâ ezelde kendi katında, mü'min kullan için en iyiyi, onları bu mezheblere ayırmakta bilmeseydi, onlar için bu mezhebleri ortaya çıkarmaz ve onlar üzere karar kılmaz, onları tek bir şey üzerine sevk ederdi. Onlar için de ondan başkasına sapmak caiz olmazdı. Nitekim dînin aslında yanî itikadda ihtilâfı yasaklamıştır. Bunu Şûra sûresi onüçüncü âyetinde şöyle bildirir: "Allah size, dinde tevhîd ve İslâm yolunu beyân etti. Ve onu Nûh aleyhîsselâma da emr etti. Onu sana da vahyettik. İbrahim, Mûsâ ve isa'ya (aleyhi-müsselâm) da emr ettik. Şöyle ki, dinde sağlam ve sabit olup, dağılmaymız."
Bunu iyi anla! Çünki pek güzel, çok faidelidir. Kendi hâlinin karışık olmasından kaçın! Eğer furû'daki ihtilâfı, usûldeki ihtilâf gibi tutarsan, yani fıkıhda bazı mes'elelerde müctehid din imamlarının ictihadları arasındaki ayrılığı, akâiddeki, inanılması lâzım gelenlerdeki ayrılık gibi görürsen ayağın felâket çukuruna kayar. Zira bizim için kesin hüküm hâlinde olan Sünnet, Kitabdan açıkça anladığımıza göre, bu ümmetin müctehidleri arasındaki ayrılığın rahmet oluşudur. Hadîs-i şerîfde: "Ümmetimin ihtilâfı rahmet kılındı. Bizden öncekiler için azâb idi" buyurulması ümmeti hakkında husûsî hallerindendir.
Şöyle de denilir ki, Allahü teâlâ, ezelde, mü'mîn kulu için dînini tamamlamakta, kendi katmda, uzuvlarını canlandırmada, temizlemeğe en uygun vâsıta, akarsuyu bildiği için, bunun gereği olarak, onun için bir imâm yarattı. Herkes için bu sudan başka sularla abdest olmıyacağını, onun tarafından mutlak bir kaville bildirdi. Böylece himmetinden dolayı pek yüksek oldu. Mezkûr mü'min kuluna da, kendisi için en ihtiyatlı olanı yapması için, rahmet olarak, o imâmı taklîd etmeği ilham etti. Yine Allahü teâlâ, bu mü'min kulu için, en iyisi ve en uygunu, kendi katında, abdestli iken, abdesti bozacak bir şeyi yapmağa azm edince, bu azmin kendisi, önceki abdesti bozduğu için, abdestini yenilemesi lâzım olur şeklinde bildiği için, bunun gereği olarak hidâyet üzere bir imâm yarattı ve bunun herkes için vâcib, yanî yapılması lâzım olduğunu, mutlak olarak onun tarafından bildirdi. O kuluna da, kendisi için en iyi olanı yapması için, bu imâmı taklîd etmesini ilham eyledi. Yine Allahü teâlâ, kendi katında; bu mü'min kulu için en iyi ve uygun olanı, köpeğin karıştığı şeye temas etmekten çok sakınmalıdır, ağzının suyu, salyası veya başka az bir sıvıdan da olsa, uzak durmalıdır; bunu yıkamak, temizlemek yedi şeyledir. Biri toprakladır diye bilince, bunun gereği olarak, onun için bir imâm yarattı ve bunun yapması herkes için şart olan bir iş olduğunu, onun tarafından mutlak kavil ile bildirdi. Bu kuluna da, kendisine en iyi olanı yapması için, o imâma uymasını ilham eyledi. ( mizanül kübra kitabı, mizan-ül kübra oku, mizanül kübra kitabı, imam şarani Mizanül Kübra, yazar, faruk meyan tercümesi, Furkan yayınları, şarani , 4 mezhep islam fıkhı , Dört Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı )