Kitap Tenbihul Gafilin Bostanül Arifin Nasihatler ve Sohbetler
Yazar Ebulleys Semerkandi
Tercüme Ömer Faruk Yılmaz
Yayınevi İpek Yayın Dağıtım
Kağıt - Cilt 2.Hamur , Ciltli
Sayfa - Ebat 830 sayfa, 17x24 cm
İpek Yayınevi Tenbihul Gafilin Bostanül Arifin Nasihatler ve Sohbetler kitabını incelemektesiniz.
Tenbihul Gafilin Bostanül Arifin Nasihatler ve Sohbetler kitabı hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
Tenbihul Gafilin Bostanül Arifin Nasihatler ve Sohbetler
Takdim
Allahü Teâlâ hazretleri, Âdem aleyhisselâmdan beri insanları ebedî saadete kavuşturmak için peygamberler göndermiştir. Peygamberler, insanları kurtuluşa davet etmiş, doğru olan yolu bütün eza ve cefaya rağmen bıkmadan, yılmadan anlatmışlardır. Aynı zamanda peygamberlere tam tâbi olan, Allahü Teâlâ'nın sevgisi ile dolu, manevî sırlar sahibi âlim ve velî zâtlar da her devirde bulunmuş ve insanların din ve dünyâ saadetine ulaşmaları için çalışmışlardır.
İnsanlara doğru yolu göstermeleri, hal ve hareketleri ile örnek olmaları Allah(c.c) dostlarının belli başlı vasıflarıdır. Ayrıca, Allahü Teâlâ'nın rızâsı için insanların dertleri ile dertlenmeleri ve fedâkârlıkları onların şânındandır. Onlar, peygamberlerden sonra seçilenler sınıfındandır. Bir rehber elinde yetişerek silsile yoluyla Peygamber efendimize kadar gitmeleri; nerede ve hangi memlekette yetişirlerse yetişsinler, onları tek bir kaynağa bağlamıştır.
Sultanlar, pâdişâhlar doğruyu onlarla bulmaya çalışmışlar, manevî sultanın onlar olduğunu görmüşler, onların nasihatleri ile devlete, millete ve insanlığa faydalı olmaya çalışmışlardır. Târih boyunca insanlığa huzurlu devirler yaşatmış olan Emevîler, Abbasîler, Selçuklular, Gazneliler, Bâbürlüler, Osmanlılar ve daha birçok İslâm devletlerinin sultanları hep bu büyüklerin rehberliğinde hizmete devam etmişler, yeri gelince atlarının arkalarından gitmişler, bâzan onlarla beraber savaşlara katılmışlardır. Onlar, duâ ordularının kumandanları ve dertlerin manevî tabibleridir.
Evliyâyı kiram, Allahü Teâlâ'nın ve Peygamberinin (aley-hisselâm) emir ve yasaklarını öğreterek, insanların dünyâ ve âhi-ret saadetine kavuşmaları için uğraşmışlardır.
On beş asırdır müslümanlara rehberlik etmiş, onlara doğruları öğretmiş, kendileri de eksiksiz İslâmî bir hayat yaşamış bulunan Ulemay-ı İslâmiye ve Evliyâ-yı kiramdan olan büyük zatlar sohbet ve nasihatlerini yazdıkları çok kıymetli eserlerle de gelecek nesillere hediye etmişlerdir.
İyi insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Mazisini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere talip olamazlar. İnsanların çeşitli buhranlara, bunalımlara, ruhî sıkıntılara maruz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları, tavsiye ve nasîhatları, hâl ve hareketleri, kerametleri, hem zevk ve ibret almaya, hem de intibaha, uyanmaya sebeb olacaktır.
İbrahim Hakkı Erzurumî de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzel leştirir. Aşk, insanın kalbinde bir ateş olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan uzaktır." demiştir.
İmâm-ı Kuşeyrî; "Allahü Teâlâ, müminlere bir takım basiretler ve nurlar lutfeylemiştir (vermiştir). Onlar bu sayede firâsette bulunurlar. Resûlullah efendimizin; "Mümin, Allah'ın nuru ile nazar eder." hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır" demiştir.
Deylemî'nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; "Gözü âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir." buyrulmuştur.
Kuran-ı kerîmde meâlen; "Biliniz ki, Allahü Teâlâ'nın evliyası için azâb korkusu yoktur. Nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü de yoktur." (Yûnus sûresi: 62) buyrulmuştur. Büyük muhaddis Ebû Nuaym el-İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ kitabında zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Evliya görülünce, Allahü Teâlâ hatırlanır." buyrulmuştur. Sahîh-i Buhârî'de geçen bir hadîs-i kudsîde ise; "Evliyamdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur..." buyrulmaktadır.
Yahya bin Muâz; "Evliyanın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an Allahü Teâlâ ile beraber olur." demiş, İmâm-ı Rabbânî de; "Mahşerde, önce Peygamberlerin (aleyhi-müsselâm), sonra evliyâ-yı kiramın (kuddise sirruhum), Allahü Teâlâ'nın izni ile günâhı çok müminlere şefaat edeceklerini ifâde etmiştir. Yine İmâm-ı Rabbânî, Allahü Teâlâ'nın evliyasının, büyük günâh işlemekten mahfuz (korunmuş) olduklarını da belirtmiştir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "Allahü Teâlâ, o takva sahihlerini sever." (Âl-i İmrân sûresi: 76) Peygamber efendimiz; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takva ve afiyet ihsan eyle." duasını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî Berîka'sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duada geçen ilimden maksat faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Afiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır demektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak!
Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvadır." demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır: "Verâ ve takvayı tam yapabilmek için, mubahları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zaruret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazifelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah, yâni dînin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşın derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir."
Allahü Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de Ra'd sûresi 30. âyetinde meâlen şöyle buyuruyor: "İyi biliniz ki, kalpler, Allahü Teâlâ'nın zikri ile itminana, rahata kavuşur." Bekara sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde ise meâlen şöyle buyrulmuştur: "(Kullarım!) Siz beni (tâat ile, beğendiğim işleri yapmak suretiyle) zikrederseniz, ben de sizi (rahmet, mağfiret, ihsan ve tövbe kapılarını açmak suretiyle) anarım." Sünenü'l-Beyhekî'de geçen iki hadîs-i şerifte de buyrulmuştur ki: "Derecesi en yüksek olanlar, Allah'ı zikredenlerdir.", "Allah'ı sevmenin alâmeti, O'nu zikretmeyi sevmektir."
İmâm-ı Rabbânî; "Her vakit, Allahü Teâlâ'yı zikr etmek lâzımdır. Kalpte başka hiçbir şeye yer vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikir yapmalıdır." demiştir. Cübeyr bin Nüfeyr; "Her an, dilleriyle Allahü Teâlâ'yı zikr edip, O'nu bir an unutmayanlardan herbiri, güler bir hâlde Cennet'e gireceklerdir." demektedir.
Pekçok insanın, Allahü Teâlâ'nın yoluna girmesine vesile olan, İslâmiyet'e pek büyük hizmetler yapmış olan büyük âlim ve velîlerin eserleri bugün de insanlığın yolunu aydınlatmaya devam etmektedir.
Bu eserlerden biri olan Tenbîhu'l-Gâfilîn kitabı da insanları doğru yola erdirip, gafletten kurtulmak için muazzam bir eserdir. Bu eser, Vaaz eden, halkı Rusûlullah (s.a.v.) efendimizin yoluna davet eden maddi ve manevi cihad ehli kimselere faydalı olması için yazılmıştır. Yani insanları irşad ile mükellef olan kimselere rehberdir. Ayrıca gafletten kurtulmak isteyenler için de muazzam bir sohbet ve nasihat kitabı dır. ( Tenbihul Gafilin Bostanül Arifin Nasihatler ve Sohbetler kitap , Tenbihul Gafilin Bostanül Arifin Sohbet kitabı , tercümesi , Tenbihul Gafililin bostanül arifin ipek yayınları, ömer faruk yılmaz )
Ebulleys Semerkandi Hazretleri ( Vefatı H.373/M.983 )
Ebü'l-Leys-i Semerkandî hazretleri İslâm âlimlerinin bü-yüklerindendir. İsmi, Nasr bin Muhammed bin Ahmed bin Mu-hammed'dir. Künyesi Ebü'l-Leys olup, Semerkandî nisbesiyle şöhret bulmuştur. İmâmü'l-Hüdâ ve Fakîh lakaplanyla da anılır. Kendisi Hanefî mezhebine mensuptur. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 983 (H.373) senesinde vefat etti.
Semerkand'da doğan
Ebü'l-Leys-i Semerkandî hazretleri, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Zamanının âlimlerinden din ve fen ilimlerini tahsil etti. İlim tahsil silsilesi İmâm-ı Ebû Yûsuf'a ulaşan Ebû Cafer Hinduvânî'den ilim öğrendi. Hanefî fıkhında yüksek dereceye ulaşıp, Fakîh lakabını aldı. Tefsir, hadis, kelâm, tasavvuf ve ahlâk ilimlerinde de geniş ilim sahibi olup, İmâmü'l-Hüdâ lakabı verildi. Hanefî mezhebinin en büyük âlimlerinden olup, çeşitli ilimlere dâir pek çok kıymetli eser yazdı. Bağdat'ta
Ebü'l-Leys-i Semerkandî Camii vardır.
ESERLERİ
Haram ve şüphelilerden sakınmakta ve dünyâya kıymet vermemekte çok yüksek derece sahibi olan
Ebü'l-Leys-i Semerkandî, birçok talebe yetiştirip, kıymetli eserler yazdı. Yazdığı eserlerin en meşhurları
vaaz ve nasihat kitapları hususiyetinde olan
Tenbihul Gafilin ve Bostanül Arifin'dir. Tamâmı İslâm ahlâkını anlatan bu kitaplar, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şeriflerle beraber, nasihat ve hikmetli sözler ihtiva ederler. Birçok tercümeleri yapılmıştır. Kahire'de yediden fazla baskı yapmış (H. 1302-1325), İstanbul'da ise 1342 (1926) senesine kadar hem Arapça, hem de Osmanlıca olarak bir çok baskılar yapmıştır. Hazırladığımız bu kitap ise 1325 senesinde basılan Osmanlıca metnin sadeleştirilmişidir.
Ebü'l-Leys-i Semerkandî hazretlerinin diğer eserleri ise şunlardır:
1) Tefsîr-ül-Kur'ân: Dört cilt hâlinde yazılan bu tefsir kitabının pekçok yazma nüshası vardır. Ayrıca 1892 (H.1310) yılında Kahire'de basılmıştır.
2) Hizânet-ül-Fıkh: Hanefî mezhebinin fıkıh hükümlerine yer verir.
3) Uyûn-ül-Mesâil fil-Fürû': Fıkıh ilmine dâir bir kitaptır. Bu eserin şerhleri mevcuttur.
4) Esrâr-ül-Vahy: Mîrâcla ilgili bir eserdir.
5) Kurret-ül-Uyûn ve Müferrihü-Kalb-il-Mahzûn: Büyük günahlardan bahs eder.
6) Şerh-i Fıkh-ul-Ekber:İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin Fıkh'ul-Ekber adlı eserinin şerhidir.
7) Tuhfet-ül-Enâm fî Menâkıb-il-Eimmet-il-Er-be'a el-A'lâm: Ehl-i sünnetin dört mezheb imamının hayâtı bu eserde anlatılmıştır.
8) Dekâik-ul-Ahbâr fî Zikr-il-Cennet'i ven-Nâr: Cennet nimetlerini ve Cehennem azabını anlatan bir eserdir.
9) El-Fetâvâ,
10) Muhtelif-ür-Rivâye,
11) En-Nevâzil fil-Fürû',
12) El-Mukaddime fi's-Salât,
13) Beyânu Akîdet-il-Usûl: Temel îmân bilgilerini anlatır.
Bunlardan başka; Te'sîs-ül-Fıkh, Şer-hu'l-İslâm, El-Meârif fî Şerh-is-Sehâif, Te'sîs-ün-Nazar, Risâlet-ün-Meârife vel-îmân, Risale fil-Hikem, Kût'un-Nefs fî Ma'rifet-il-Erkân-il-Hams, El-Letâif-ül-Müstehrece min Sahîh-il-Buhârî, Risale fil-Fıkh Ebü'l-Leys-i Semerkandî'nin (rahmetullahi aleyh) çeşitli ilimlere dâir yazdığı eserlerdir.
Güzel ahlâk sahibi olup, İslâm dîninin yüceliğini ve ebedî saadete ermenin yollarını, hayâtı boyunca insanlara anlatmaya çalışan Ebü'l-Leys-i Semerkandî buyurdu ki:
"Kabir azabından kurtulmak isteyen şu dört şeye sarılmalı ve şu dört şeyden de kaçınmalıdır. Sarılması gereken dört şey şunlardır:
1) Namazları doğru kılmalı,
2) Zekâtı vermeli,
3) Kur'ân-ı kerîm okumalı,
4) Allahü teâlâyı unutmayıp, çok anmalı ve zikretmelidir.
Kaçınılması îcâb eden dört şey şunlardır:
1) Yalan söylememeli,
2) Hiyânet etmemeli,
3) Koğuculuk (söz taşıma) yapmamalı,
4) Üzerine idrar sıçratmamalıdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: ' 'İdrardan sakınınız. Zîrâ kabir azabının çoğu ondandır."
Fıkıh âlimi Ebü'l-Leys Semerkandî buyurdu ki: "Alimle beraber oturup, onun anlattıklarından bir şey hatırında tutamayan kimse için böyle olmasına rağmen yedi fayda vardır:
1. İlim öğrenenlerin faziletine kavuşur.
2. Âlimin meclisinde bulunduğu müddetçe günahlardan korunmuş olur.
3. Evinden ilim öğrenmek için çıktığı zaman üzerine rahmet iner.
4- İlim meclisine oturduğunda meclise inen rahmetten o da nasibini alır.
5. Orada anlatılanları dinledikçe, kendisine sevap yazılır.
6. Dersi dinler de anlayamadığı zaman üzülür, gamlanır, kalbi kırık olur. Bu hâli Allahü teâlânın hadîs-i kutside; "Ben, benim için kalbi kırık olanların yanındayım." buyurduklarından olmasına vesîle olur.
7. Âlimin üstün, fâsıkın, günâh işleyenlerin aşağı tutulduğunu görüp kalbini fıskdan, günâh ve kötü şeylerden çevirir. Bunun içindir ki, Resûlullah efendimiz sâlihlerle, iyi kimselerle beraber olmayı emretmiştir."
Tenbihul Gafilin Bostanül Arifin Nasihatler ve Sohbetler kitabı ndan bir bölüm
Gösterişi (Riyayı) terk edip ihlâsa sarılmak hakkında
Ebû'l-Leys Semerkandî hazretleri buyuruyor ki: Muhammed b. Fazl b. Ahmed, Muhammed b. Cafer Kerabisî, İbrahim b. Yusuf, İsmail b. Cafer, Muttalib'in azatlı kölesi Amr, Asım, Muhammed b. Lebid'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
" Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir."
Eshâb-ı Kiram sordu:
" Ey Allah'ın Resulü, küçük şirk nedir?" Resûlullah:
" Riyadır," buyurup bu konuda şöyle devam etti:
—"Allahü Teâlâ, kulların amellerinin karşılıklarını vereceği gün, riyakârlara şöyle buyuracak:
" Haydi şimdi dünyada kendilerine gösteriş yaptıklarınıza gidin. Gidin de bakın bakalım onlarda hayır namına bir şey bulabilecek misiniz?".
Fakih buyuruyor ki:
"Riyakârlara böyle denilmesinin sebebi, onların amellerinin gösteriş, hile ve aldatmaca olmasıdır. Bu sebeple âhirette böyle karşılık bulacaklardır".
Nitekim, Allahü Teâlâ bu hususu şu âyet-i kerîme ile beyan buyuruyor:
"Şüphesiz münafıklar, akıllarınca Allahü Teâlâ'yı kandırmak isterler. Halbuki O, onların kendi oyunlarını başlarına geçirendir."
Evet, Hazreti Allah'ın onların amellerine vereceği karşılık bu şekilde olacaktır.
Allah, yaptıkları hileyi boşa çıkanp onlara buyuracak ki: "Kendileri için gayret ettiğiniz kimselere gidiniz. Zira benim katımda size sevap yoktur. Yani kime gösteriş yaptıysanız karşılığını da onlardan isteyiniz..." 'Niçin böyle olacaktır?
Çünkü onların yaptıklar ameller, ihlaslı değildi. Hazreti Allah için yapılmamıştı.
Oysa, bir amelin sevap getirmesi için, Hazreti Allah için ve ihlaslı olarak yapılması gerekiyordu.
Bir başkası için yapılan ibâdetin içine ortaklık girer. Bu ise şirktir. Oysa, Hazreti Allah (c.c.) sadece kendisi için yapılan ibâdetleri kabul etmektedir.
Ebû Hüreyre (r.a.) tarafından rivayet edilen bir hadîs-i kudsî de şöyledir:
"Ben şirkten müstağnîyim (uzağım.) Ben, benden başkası için yapılan işlerden uzağım. Kim ki işlediği bir amele benden başkasını ortak ederse, ben o amelin dışındayım."
Bu hadis-i kudsîde anlatılmak istenen hususu şu şekilde de ifade edebiliriz:
"Ben, benden başkasının ortaklığı bulunan ameli istemem. Kim zatımdan başkası için bir iş tutarsa, Ben o işten uzağım. Bir ibâdete benden başkası ile ortak edilirsem, o amel benim için yapılmamış olacağından ben o işten uzağım".
Denildi ki:
Bu kudsî hadis, "O işten de o işi yapandan da uzağım" mânâsına gelir. O kişinin ameliyle de kendisiyle de ilgilenmem, demektir.
Şu husus çok açıktır ki, Allahü Teâlâ, kendi zatı için olmayan, karışık olan, saf, halis ve temiz olmayan hiçbir ameli/ibâdeti kabul buyurmaz. Dolayısıyla, o amel sahibinin, ameli karşılığında âhirette hiç bir alacağı yoktur.
Başka bir âyet-i kerime bu hususu şöyle ifade eder:
" Kim (sadece) şu çabucak geçen dünyayı isterse, ona yani o dilediğimiz kimseye ondan istediğimiz kadar hemen veririz." (İsrâ sûresi, âyet: 18)
Yani,
" Bir kimse, yaptığı ameline karşılık, sadece dünyalık ister de âhiret sevabını beklemezse, istediği dünyalığı dünyada iken o tip insanlardan istediğimize, dilediğimiz kadar veririz".
Fakat, anlaşılacağı gibi bu verilecek şeyler dahi yine kulun isteğiyle değil, sadece Hazreti Allah'ın dileğiyle verilir demektir.
Âyetin manasını, şöyle tefsir edenler de vardır:
" Kendi irademizle bir parça dünyalık vermek istediğimize biz veririz; onun isteği ile değil."
Âyetin devamı, " Sonra da onu cehenneme sokarız" şeklindedir.
Ayetin başı ile devamı birleştirilince mana şöyle olmaktadır:
—Ahirette cehennemi onun için gerekli kılarız." Ayetin devamında buyruluyor ki:
" Ona (cehenneme) mezmum olarak yani hem kendi kendini suçlayarak hem de başkalarının kötülemesini işiterek girer."
Âyetin sonundaki "Medhûr" kelimesiyle, böyle insanların cehenneme "Kovulmuş, Hazreti Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış olarak" girecekleri beyan buyrulmaktadır.
Bir sonraki âyet-i kerimede ise şöyle buyruluyor:
"Bir kimse, mü'min olarak âhireti ister ve onun için çalışırsa..." (İsrâ sûresi, âyet: 19)
Böyle hareket eden kimse, "Allah rızâsı için, âhiret amellerinden bir ameli halis niyetle yaptığına göre, mü'mindir" demek olur. Çünkü o kimse amelle îmanı birleştirmiştir. Böyle yapmamış olsaydı, zaten imansız ve gayesiz ibâdet etmiş olurdu ki, o şekilde yapılan amel makbul olmaz.
İşte onlar, yani iyi amelde bulunup âhiret sevabını talep edenler; dünyada gösteriş için iş yapmazlar. Bunların çalışması kabule şayandır. Karşılık verilmeye müstehaktır. Çünkü amelleri makbuldür.
Sonraki âyette şöyle buyruldu:
"Her birine; dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de Rabbinin ihsanından ayırt etmeksizin veririz. Çünkü rabbinin ihsanı hiç kimseden kısıtlanmış değildir." (İsrâ sûresi, âyet:20)
Hazreti Allah'ın rızık ve ihsanı, ne kâfirden ne mü'minden, ne iyiden, ne kötüden kesilir.
Hazreti Allah, bu âyetlerle bize açıkça bildiriyor ki, bir kimse Allah'tan başkası için amel ederse, onun için âhirette sevap yoktur, o kimsenin yeri de cehennemdir.
İhlasla ve Allah'ın rızâsı için amel edenlerin ibâdetleri için ise kabul olmak vardır ki, bu en büyük bahtiyarlıktır.
Bir kimse, yaptığı amelle Yüce Allah'ın rızâsı dışında bir şey dilerse, onun amelinin karşılığı, yorgunluk ve sıkıntı çekmekten başka bir şey değildir.
Nitekim, Muhammed b. Fazl, Muhammed b. Cafer, İbrahim b. Yusuf rivayeti ile, İsmail'in Amr'dan onun da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:
"Nice oruçlu vardır ki, orucundan yanına kâr kalan sadece açlık ve susuzluktur. Nice ibâdet eden vardır ki, onun da bu ibâdetten kân sadece uykusuzluk ve zahmettir".
Demek ki, tutulan oruçlar ve kılman namazlarla sırf Hazreti Allah'ın nzası beklenmez ve bu ibâdetler dünyalık için yapılırsa, ona verilecek hiçbir sevap yoktur. Bu ibâdetleri yapanlann kazançlan sadece çektikleri yorgunluktur.
Hazreti Allah için değil de gösteriş ile yapılan ibâdetler hakkında, bazı hikmet sahibi zatlann verdiği şu misâl ne kadar yerindedir:
İbâdetini görülsün ve duyulsun diye yapan kimse, pazara çıkıp kesesine çakıl taşlan dolduran bir adama benzer. Halk bilmediği için onun hakkında:
"Şu adama bakın; nasıl da kesesini doldurmuş!" der.
Halbuki o kesenin içinde sadece taş vardır.
O kimseye, halkın konuşmasından başka bir fayda olmaz.
O kimse, taş dolu kesesiyle gidip bir şey almak istese onlarla hiçbir şey alabilir mi!
İşte riyakârın, görsünler ve işitsinler diye iş yapanların hali budur. Halkın sözünden ve iltifatından başka, hiçbir menfaati olmaz. Ahirette ise, yaptığının faydalı bir karşılığını bulamayacağı gibi, ibâdetsiz kalacaktır.
Bu mânâyı ifade eden şu âyet-i kerime ne kadar mühimdir:
— " Onlann yaptıkları işlerden herbirini ele alınz, onu saçılmış zeneler haline getiririz (değersiz kılarız)." (Furkan sûresi, âyet: 23)
Artık, onlann Hazreti Allah'ın nzâsı için yapmadıkları işlerin sevabını iptal edilmiş, güneş ışığında görünen dağınık zeneler haline gelmiş olacaktır.
Mücâhid'den naklen, Süfyânı Sevrî'ye isnad ederek Vekî anlatıyor:
"Resûlullah (s.a.v.) efendimize biri geldi ve şöyle dedi: Yâ Resûlallah! Ben sadaka veriyorum. Bununla Hazreti. Allah'ın rızâsını talep ediyorum. Ayrıca, hakkımda, "Hayırlı insan!" denilmesini de istiyorum.
Bunun üzerine şu âyet nazil oldu:
"Kim Rabbine kavuşup - iyilik bulmayı - ümit ediyorsa sâ-lih amel işlesin. Rabbine, yaptığı ibâdette de hiçbir kimseyi ortak koşmasın." (Kehf sûresi, âyet: 110)
Hikmet sahiplerinden bir zat der ki:
Yedi şey olmadan, yedi işin hiçbir faydası yoktur:
Hiç çekinme duygusu olmayan korku.
Ben Hazreti Allah'ın azabından korkarım dediği halde günah işlemekten çekinmeyene, o sözünün hiçbir yaran olmaz.
Talepsiz reca.
Gereğini yerine getirmeden bir şeyi ümit etmek. Ben Hazreti Allah'tan sevap umuyorum dediği halde yararlı hiçbir işe koyulmayana o söz hiçbir fayda sağlamaz.
Kasıtsız niyet.
Bir kimse, kalbinden hayırlı işlere ve ibâdet etmeye niyet eder, ancak hiçbir şekilde kendini o yöne zorlamaz. . Onun bu çeşit niyeti hiçbir işe yaramaz.
Gayretsiz dua.
Kişi, Hazreti Allah'a dua edip yalvanr, kendisini hayırlı işlere muvaffak kılmasını diler; ancak o yolda, hiçbir çabası görülmez. Bu şahsın o duasında hiçbir fayda yoktur.
Böyle bir kimsenin, muvaffak olabilmesi için o yolda çaba sarfetmesi gerekir.
Nitekim bu husus, âyet-i kerimede beyan buyrulmaktadır:
"Uğrumuzda çaba harcayanlara hidâyet yollarımızı açarız. Elbette Hazreti Allah iyilerle beraberdir."(Ankebût sûresi, âyet: 69)
Nitekim Allah'a tâat uğrunda çaba harcayanlara o yolda mutlaka nice başarılar ihsan edilmiştir.
Pişmanlık duymadan yapılan tevbe.
Meselâ kişi, "Ben, Hazreti Allah'tan bağışlanmamı istiyorum" der de yapmış olduğu günahlara pişmanlık duymazsa, böyle kimseler için istiğfarın hiçbir faydası yoktur.
Tevbenin kabulü için birinci şart, pişmanlık duymaktır.
Amellerini açık yapmak, gizlememek.
Yani sadece görünürde âbit ve zâhid olmak; gizlide ise tersi...
Kişi, görünürde, işlerini düzeltme yoluna gider, yararlı ameller yapmaya bakar; fakat gerçekte riyasız hiçbir işi yoktur. Bu kimsenin amellerinin de kendisene hiçbir yararı olmaz.
Çok ama ihlâssız amel.
Tâat ve ibâdet işinde, çok çaba harcar. Fakat yaptığı ameli Allah rızâsı için yapmaz. Bu kimseye bu ihlâssız amelleri hiçbir fayda sağlamaz. Böyle ihlâssız ameller, kişinin nefsini aldatmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Ebû Hüreyre (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'tan rivayet ediyor:
"Dünyayı sağmak için, birtakım kimseler çıkar. Tıpkı koyun sağar gibi sağarlar."
Bir başka rivayette, "sağmak" tâbiri, "çekerler" şeklinde rivayet edilir. Bu durumda mânâ şöyle olur:
—"Dini âlet ederek, dünyayı yerler..." , Bir başka rivayette şöyledir:
"Dünyayı tutar alırlar, süt kuzusu postuna bürünürler. Dilleri şekerden tatlıdır. Halbuki kalpleri kurtlarınkine benzer. Allahü Teâlâ bunlar için şöyle buyurur: "Beni mi aldatmaya çalışıyorsunuz? Yoksa, bana karşı bir çeşit cür'et gösterisi mi yapmak istiyorsunuz? Şu kimse gibi ki, gözü hiç bir şey görmeden,fikre dalmadan kendisini kahraman sanır.
Vekî, Süfyân, Habib Ebû Salih yolu ile rivayet edilen bir hadîs-i şerif şöyledir:
Biri geldi. Resûlullah (s.a.v)'a şöyle sordu:
—Yâ Resûlallah! Bir amel işliyorum; gizli tutuyorum. Ama anlaşılıyor. Bu durumda endişeye düşüyorum, acaba sevabım var mı, yok mu? Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Senin için, hem gizlilik hem açıklık sevabı vardır." Fakih der ki:
"Bu hadisin bir başka mânâsı şudur: Onun ameli başkaları tarafından görülür ve onlar tarafından da yapılır. Dolayısiyle kendisine iki kat ecir verilir. Biri amel ettiği için, diğeri de kendisine uyulduğu içindir.
Nitekim bu mânâdaki bir başka hadîs-i şerif şöyledir: "Bir kimse, iyi bir âdet icat ederse, sevap kazanır; onunla amel edenlerden dolayı da ayrıca sevap kazanır. Tâ, Kıyâmet'e kadar.
Bir kimse de kötü bir âdet icat ederse günahkâr olacağı gibi, o âdeti işleyenler bulunduğu müddetçe, ayrıca günah kazanır. Tâ, Kıyâmet'e kadar."
Bir evvelki hadîste ifade edilen, yaptığı faydalı iş başkaları tarafından görüldüğü için endişeye düşen kimsenin sözündeki mânâ, kendisine uyulma korkusu değildir. O, görülmesinden dolayı sadece sevabının erimesinden korkmaktadır.
Abdullah b. Mübarek, Ebûbekir b. Meryem, Damire, Ebû Habib yolu ile gelen bir hadîs-i şerif şöyledir:
"Allah'ın kullarından birine ait bir işi melekler överek alıp çıkarlar.
Böylece o ameli, yüce Allah'ın kendi saltanat âleminde dilediği yere kadar hoşça götürürler.
Orada, Allahü Teâlâ onlara şöyle buyurur:
— Siz kulumun amellerini koruma meleklerisiniz. Ben ise onun amelinin özüne, aslına bakarım. O kulum, bu amelinde ihlaslı değildir. Onu cehennemlik yazın.
Bundan sonra, bir başka kulun amelini alıp götürürler. Bunu da azımsar, küçük ve düşük görürler. Bu ameli de, yüce Allah'ın kendi sultanlığı dahilinde dilediği yere kadar götürürler. Allahü Teâlâ onlara da şöyle buyurur:
"Siz kulumun ameline bakmakla vazifeli meleklersiniz. Ben ise o amelin özünü, aslına bakarım. Bu kulum, amelinde ihlâslıdır. Onu, üstün vasıflı zümreye dahil ediniz."
Bu hadîs-i şerif delâlet buyuruyor ki:
Allah için yapıyan az amel, Allah için yapılınca, Allah için yapılmayan çok amelden hayırlıdır.
Zira bir iş Allah için yapılınca, az da olsa, Allah onu fazlı ile çoğaltır.
Nitekim bu mânâ şu âyet-i kerime ile sabittir:
"Şüphe yok ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez. ( Kulun yaptığı iş, eğer bir kötülük ise, onun cezasını adaletle verir.) İyilik yaparsa, kat kat artırır, kendinden de ayrıca büyük mükâfat verir." (Nisa sûresi, âyet: 40)
Çok amele gelince, eğer o amel Allah için yapılmayan bir iş ise, yapana sevap getirmez. Onu yapanın yeri de cehennem olur.
Fakih anlatıyor:
"Ukbe b. Müslim ve Semir Asbâhî'ye istinaden anlatılan bir hadis var ki; bunu fıkıh âlimlerinden bir cemaat bana anlattı:
Semir Asbâhî, Medine'ye gitmiş. Orada, insanların bir zatın etrafında toplandıklarını görmüş.
Sonrasını ondan dinleyelim:
Sordum:
Bu zat kimdir?
Dediler ki:
Bu zat, Ebû Hüreyre'dir.
Yanına yaklaştım. Halkla konuşuyordu. Konuşma bitti; halk da dağılıp gitti.
Bu fırsattan faydalanmak istedim ve ona dedim ki:
Allah senin hayırlarını artırsın. Bana Resûlüllah (s.a.v.)'tan duyduğun bir hadîsi anlat. Ama onu bizzat sana söylemiş olmalı. Ayrıca, ondaki mânâyı da sana öğretmiş olmalı.
Bunun üzerine bana şöyle dedi:
Otur, Resûlüllah (s.a.v.)'m bana söylemiş olduğu bir hadisi sana anlatayım.
Orada yalnız ikimizdik. Başka kimse yoktu.
Ebû Hüreyre titredi; ürperdi, baygın düştü. O vaziyette bir müddet kaldı; sonra ayıldı.
Elini yüzüne sürdü. Kendine gelince şöyle dedi:
Evet, Resûlüllah (s.a.v.)'ın bana söylediği bir hadîs-i şerifi sana anlatacağım.
Böyle dedikten sonra, yine titredi; ürperdi ve dalıp gitti. Bu dalgınlığı biraz uzun sürdü. Tekrar ayıldıktan sonra yüzünü sildi
ve şöyle dedi:
Resûlullah bana şöyle buyurdu:
"Allahü Teâlâ ve hazretleri, kıyamet günü yarattıkları arasında hüküm verecektir. O mahkemeye her ümmet toplu olarak gelecekti.
O mahkemeye ilk davet edilenler şunlardır: Hafızlar, zenginler ve Allah yolunda öldürülenler yanie şehitler. Allahü Teâlâ hafıza şöyle sorar:
Peygamberime gönderdiğim sana öğretilmedi mi? O,
Evet, yâ Rabbi, öğretildi; deyince, Allah şöyle buyurur:
O halde öğrendiğinle ne gibi ameller işledin? Hafız şu cevabı verir:
Gece gündüz onu okudum.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
Yalan söylüyorsun!
Melekler de şöyle derler:
Yalan söylüyorsun! Sen, güzel Kur'ân okuyor denilmesini istedin. Nitekim öyle de denildi.
Bundan sonra, mal sahibine sorulur:
Sana verdiğim malla ne gibi amel işledin? .
Zengin der ki,
Verdiğim maldan başkalarına sadaka verdim.
Buna da Allahü Teâlâ:
Yalan söylüyorsun, buyurur.
Sonra melekler de:
Yalan söylüyorsun. Sen, eli açık cömert, denilmesi için yaptın o işleri. Nitekim öyle de denildi.
Bundan sonra Allah yolunda öldürülen getirilir ve ona sorulur:
Sen niçin öldürüldün? O da der ki:
Yâ rabbi, senin yolunda doğuştum ve öldürüldüm. Allahü Teâlâ buyurur ki: Yalan söylüyorsun.
Melekler de şöyle derler:
Yalan söylüyorsun. Sen kendine kahraman denilmesi için doğuştun. Nitekim öyle de denildi..." Ebû Hüreyre (r.a.) buyuruyor ki:
Bundan sonra, Resûlüllah (s.a.v.) elini dizime vurdu ve şöyle buyurdu:
"Yâ Ebâ Hüreyre! Anlatılan bu zümre kıyamet günü Allah'ın cehenneme ilk atacağı kimselerdir." Ebû Hüreyre (r.a.) devam ediyor:
Bu hadîs-i şerif Muâviye'ye (r.a.) anlatıldığı zaman çok ağladı ve şöyle dedi:
Allah doğru buyurur. Keza Resulü de doğru buyurur.
Daha sonra, şu âyet-i kerimeyi okudu:
"Her kim (sadece) dünya hayâtını, debdebesini (ihtişamını ve süsünü isterse, bu uğurda çaba harcarsa) onun karşılığını burada veririz. Onlar bu hususta bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte onlar âhirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler (zaten) bâtıldır." (Hûd sûresi, âyet: 15-16)
Abdullah b. Hanif Antakî şöyle der:
Öbür âlemde, amelinin sevabını isteyen bir kula Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
"Sana amelinin sevabını dünyada iken vermedik mi?... Meselâ: Meclislerde sana itibar edilip yer verilmedi mi? Dünyalık işinde seni önder yapmadık mı?... Alış verişinde sana genişlik vermedik mi?... Bunlara benzeyen şunu şunu vermedik mi?
Hikmet sahiplerinden birine soruldu:
Muhlis kimdir?
Tıpkı, kötülüklerini gizlediği gibi, iyiliklerini de gizleyen kimsedir.
Bir başka zata soruldu:
İhlâsta gaye nedir?
Halkın kendisini övmesini sevmemektir. Zünnûn Mısrî'ye sordular:
İnsan, Allah'ın saf kullarından olduğunu nasıl anlar? Şöyle dedi:
Şu dört şeyle:
Rahatı terkederek,
Az da olsa, imkânı ölçüsünde sadaka vermekle,
Maddî varlığının eksilmesi durumunda, üzüntü duymamakla,
Övülmek de kötülenmek de kendisi için farksız olmakla.
***
Adiyy b. Hâtem Taî, Resûlüllah'tan naklen şöyle anlatıyor:
"Kıyamet günü, insanlardan bir kısmı için emir verilip, cennete yaklaştırılırlar.
Hatta öyle ki, cennetin kokusunu almaya başlarlar, köşklerini ve cennet ehli için Allah'ın hazırladığı şeyleri görürler.
Ardından şu nida gelir:
—Onları geri çevirin! Onların cennette nasipleri yoktur. Oradan dönerken, öyle bir hasret ve pişmanlıkla dönerler ki, onlardan öncekiler de sonrakiler öyle bir hasret ve nedamet duy-mamıştur.
Üzüntülerinin fazlalığından, şöyle derler:
Yâ Rabbi! Keşke evliya kullarına hazırladığın şeyleri göstermeden önce bizi cehenneme atsaydın!
Bunun üzerine Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
Böyle olmasını ben istedim. Ama, sebebi var... Siz, yalnız kalınca, büyük günahları işleyerek bana baş kaldırdınız. Halk arasına çıkınca da engin gönüllü ve mütevazı göründünüz. İnsanlardan korktunuz ama, benden korkmadınız. Onlar gözünüzde büyüdü; ama ben büyümedim. Halk için bıraktığınızı benim için bırakmadınız.
İpek Yayınları Tenbihul Gafilin Bostanül Arifin Nasihatler ve Sohbetler kitabını incele diniz.